- 389 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Ne Yaşar Ne Yaşamaz
(Latekmen’den Büyüklere Masallar)
Günün erken vakti. Yani sabah. Güneş doğmuş ama pek yükselmemiş, ışıkları henüz karşı yakada. Çukurdaki köy içi gölgede ve hava serin...
Bakkaldan ekmek alıdıktan sonra köprü başındaki cevizli kahveye saptım. Birkaç kişi var. Kimisi içeride ve soba sıcaklığı dibinde, üç kişi de indirmenin alt yerinde. Üç bardak çay da eskimiş masanın kirli örtüsü üzerinde. Simit, birkaç kek, bisküvi ve kıraker. Onlar altlık. Ya da yeni deyimle atıştırmalık. Sıcak çayla bir şeyler yemeden sigara içilmez. Bu dededen, babadan kalma bir gelenek...
"Günaydın..."
"Günaydın abi."
"Afiyet olsun..."
"Buyur gel."
"Sağ olun. Ben şöyle oturayım..."
Boş bir masaya oturdum, ekmek torbamı da onun üzerine koydum. Yaşar, uçup geldi yanıma.
"Günaydın abi!"
"Günaydın Yaşar."
"Çay mı abi?"
"Elbette Yaşar. Biz yemeyi bilmez içeriz hep. Rakı, bira, şarap. Çay kahve de onlardandır elbet..."
Hızlı adımlarla içeriye gitti, bir bardak çay kapıp gene aynı şekilde geriye geldi. "Tek şeker dimi." derken çayı masaya bıraktı. Yüzüme bakıyordu hep, bir şey diyecekmiş gibi, meraklı. Çöküp yanıma ilişecekmiş gibiyken o üç kişi çayların tazelenmesini istedi. Atıştırmalıklarını yapıp cigaraları tellemişler, mavi dumanlar sabahın serinine tütüyordu. Yaşar, gene hızlı adımlarla ocaklığa gitti, üç bardak çay kapıp geriye geldi. Bardakları özenle masalarına bıraktıktan sonra usulca gelip karşımdaki iskemleye çöktü.
"Abi sen yazıyormuşsun. Yazar olmuşsun yani. Öyle dediler..."
"Öyle demişlerse öyledir Yaşar. Değilse bile öyle olsun, iyi değil mi?"
"Ben de anlatsam sana bir şeyler yazar mısın?"
"Elbette Yaşar! Yazarım tabii, neden olmasın?"
"Mesela say ki, bir delinin güncesi. Mesela adı öyle olsun. Ya da tırlatık. Ya da yaşasa ne olur yaşamasa ne gibi mesela!"
"Estağfurullah Yaşar, ama buluruz bir isim."
"Ama öyle abi, ben bir deliyim. Öyle dediler çünkü. Şizofren. Öyle yani..."
"Oğlum takma kafana, delilik diye bir şey yok. O eskidendi, şimdi başka. Beyinle alakalı işlevsel bir bozukluk. Ruhsal. Yok, öyle de değil tam olarak. Tedavisi var artık, ilaç filan..."
"Var var. Ben de ilaç kullanıyorum. Eskisi gibi değil, artık iyiyim Allah’a şükür."
İyiyim Allah’a şükür diyor Yaşar. Allah işte diyor. Tanrı yani. Yani yeri göğü yaratan. Bunu da böyle yaratmış. Demiş; "sen de git deli ol, git karının kalçasına fare zehri zerk et, ölsün, ya da sakat kalıp sürünsün." Allah, yani yaradan kuluna böyle bir şey der mi? Demez. O, dert vermişse derman da vermiştir. Ama dermanı bulana kadar aramak ve İblise kanmamak lazım. Yalan mı Yaşar?
"Bindik at arabasına. Meryem’le ikimiz. Otuz yıl öncesi gibi. Ben on bir on iki yaşlarındayım o zaman. Meryem diye biri de yok tabii. Babam bir sene Almanya’dan izne gelişinde eşekleri satıp iki at, bir de at arabası almış Amedov dedeme. Onu bilirsin. Atlar genç ve bakımlı. Bilirsin ya da bilmezsin, çünkü sen şehirdeki okuldaydın o zaman. Koşumlar yeni, araba yeni. İkişer tane küçük zil vardı boyunlarındaki hamutlarında. Gene öyle, ta otuz yıl öncesi gibi. Kırlara gidip ada çayı, kekik, çınar yaprağı, hem de Sarı Kantaron çiçeği gibi bir sürü şifalı ot toplayacakmışız. Meryem öyle dedi.
Köyden çıkıp güneylere doğru gittik. Topdalları geçip iğrek yerine varınca durduk. Gördüklerimiz karşısında ikimiz de şaşırmıştık. Sanki orası iğrek yanları değil, başka bir yer. Tepeler daha az yüksek, çukurlar daha az derin. Kayalıklar bildiğimiz gibi değil, bir başka. Hep beyaz beyaz, kireç taşı gibi. Toprak kumlu ve boz değil, kırmızı gibi. Ağaçlar seyrek. Hem de alçak çalılıklar gibi. Otlar, çiçekler bile başka. Renkler başka başka. Güneş bile başka ki, hava sıcak mı sıcak, bizim buraya hiç benzemiyor. Sanki orası bildiğimiz bir yer değil, bambaşka bir dünya. Burdur dağları, Antalya kırları, Torosların Akdeniz yamaçları mı? Sanki öyle...
İndik arabadan. İkimiz de şaşkınız ama her neyse. Toplayacağımız bir kaç ot değil mi eni sonu. Bakarız, varsa toplar döner gideriz. Önce şöyle bir çevreyi kolaçan et, tanıdık bir yer var mı aklında kalan, ya da daha ötelere başka bir yol var mı uzayan dedim kendime.
Atları, arabayı, Meryem’i orada bırakıp yürüdüm. Biraz daha, biraz daha derken ak kayalıklı ve makilikli tepenin öte yanında buldum kendimi. İki tepe arasında düzlük bir yerdi orası. Hem de başka, bambaşka. Meşe ağaçlarının kalınlaşıp uzadığı ormanlık bir yer. Bizim at arabasıyla gidemediğimiz o saklıca yerde siyah boyalı bir arazi aracı vardı. Siyah saçlı, siyah sakallı ve esmer tenli beş de kişi. Birisi jeneratörle çalışan elektrikli testere ile çok ses çıkarmadan ağaçları kesiyor, buduyor, parçalıyor; üçü bunları taşıyıp bir yerlere yığarken diğeri dört çeker aracın yanında, elinde cep telefonu, sanki o gözcülük yapıyor. Ormanlık alanı dümdüz etmişler. Her yer dal, budak, yaprak, her yer odun yığını. Kaçak kestikleri bu kadar odunu her ne yapacaklarsa...
Açıkçası onlardan tırstım abi. Ne kolay gelsin dedim kendilerine, ne de merhaba. Döndüm gerisin geri. Araba bıraktığım yerdeydi ama boş. Atlar yok. Meryem de yok. Bakındım, görünürde hiç birisi yok. Çatak yere indim üst başından. Çatak yer kuru, su yok ama iki yanı yamaç, dik ve ak kayalık. Yürüdüm aşağıya doğru. Meryem’i gördüm orada. Eğilip kalkıyor, bir şeyler koparıp koluna astığı sepete koyuyor. O da gördü beni. Ne çok ne çok dedi. Burada çok var. Ne çok. Ne çok dediği şeyleri ben göremiyorum. Onların ne olduğunu da bilmiyorum. Atlar yok Meryem! Onları saldım ben dedi. Neden saldın Meryem? Kaç yol geldik Yaşar, kaç gün ve kaç gece. Karınları içine kaçmış açlıktan, ciğerleri yanmış susuzluktan. Ama onlar yok, kaybolmuşlar Meryem! Dereye inmişlerdir su içmek için, git bak. Su içtikten sonra çıkmışlardır beri yamaca, orada otluyorlardır. Sen git bak. Burada çok ot var, çok. Bak görüyor musun; bunlar başaklı ada çayı, ne güzel kokuyorlar. Sarı Kantaron çiçeği, keklik otu, Ebegümeci, Hardal, bak bunlar da çınar yaprağı. Çınar yaprağı diyor. Şeker hastalığına iyi glirmiş. Abi bizim buralarda çınar ağacı yoktu ki! Git sen atları bul...
Yapacak bir şey yok, yürüdüm öteye doğru. Bir dere ki, ne derin! Bir dere ki, ne biçim? İçi balık dolu. Bizim burada böyle bir dere yoktu ki eskiden. Derenin beri yamacında buldum onu. Su içip çıkmış, yeşil çimenlikte otluyor. O uysal olan. Yani itaatkar. Öteki asi. Özgürlüğüne düşkün. Buna göre çok daha güçlüdür ama arabaya koşulmak istemez, ayaklarından prangalanıp zincirlenmeyi sevmez. Arkadaşın nerede mülayim? At ne anlasın ki insan dilinden! Yeşil taze otları yolup yolup işkembesine indiriyor...
Yürüdüm usul usul. Bir yol tuttum kendime içgüdülerimle. Kuzey doğuya doğru. Derin olmayan bir çukurluğu geçip öte tepeliğin güney yamaçlarına gittim. Yamaçlar yeşil çimenlik. Oralarda olabilir. Yüksekleri düşünmedim hiç. Yüksekler ak kayalık ve karaçalı gibi dikenli makilik. Yürüdüm dağ boyu yamaçlarda. Ama yok. Sonra indim dağlar arası düzlüğe. Yok. Ayaklarım alıp götürdü beni o kaçak ağaç kesicilerin olduğu yere. Ağaçları yıkmışlar, dallarını budayıp gövdelerini bölüp dilim dilim etmişler. Bunlar kara saçlı, kara sakallı esmer tenli beş er kişi. Bunlara selam verilmez, kolay gelsin hiç denmez. Atımın biri kayıp, gördünüz mü acaba? Hiç konuşmadan vücut dilleriyle hayır dediler. Buraya gelmiş, buralardan geçmiş olabilir. Gene hiç konuşmadan başlarını iki yana sallayarak hayır dediler. Ne çok odun kesmişsiniz. Ne çok ne çok. Yüzlerce ton. Orman muhafaza memurları duymadı, görmedi mi sizi? Çok komiksin der gibi sırıttılar. Orman denilen yer kimin salak! Bu dağlar, bu taşlar, bu toprak ve onun altı? Devletin. Yani milletin dedim. Ulan devlet Kim? Ulan salak, millet kim? Yani biz değil, siz mi dedim. Ulan salak ne sandın ki! Abi ben anlatıyorum ama sen yazmıyorsun galiba."
"Yazıyorum Yaşar."
"Ne kağıt, ne kalem..."
"Yeğenim sen anlat. Dinliyorum. Hem de dört kulak. Bırak şimdi kağıdı kalemi, ben kafama yazıyorum."
"Dedim onlara; bunca ağaç kesmişsiniz, binlerce ton odun, bütün bunları ta Adana’ya nasıl götüreceksiniz? Koca koca kamyonlarla dediler. Ne saçma! Ben buraya at arabasıyla zor geldim, yol yok ki! Gene gülüştüler, salak oğlu salağa bak der gibisinden. Lan devlet kim? Biz. Lan hükümet kim? Biz. Üç günde yol olur burası, olmaz diyebilecek kim? Lan kamyonlar gelmese bile helkopterler gelir buraya peşi peşine.
Vay anasını!
Yere yıkılmış koca kayın ağacının gövdesinde oturuyordum. Kaybolmuş atı unutmuşum. Arasam orman muhafaza birimini. Arasam orman bölge müdürlüğünü. Olmadı devletin çevreyle ilgili bakanlık denilen yerini. Bunlar ağaçları kesti, ormanı yerle bir etti. Yarın bir gün yangın çıkarıp yakarlar burayı. Ağaç köklerini, ince cılız bitkileri, otları, her şeyi. Her yer kara kurum olur. Yerlerdeki irili ufaklı ak taşlar, koca koca ak kayalıklar kara kurum olur. Sonra derler ki, burası orman vasfını yitirdi, artık adam olmaz. Getirelim ejder gibi makineleri; delelim, deşelim, patlatalım, dağları yerle bir edelim. Burası taş ocağı olsun. Ya da dikelim koca koca binaları, zenginler için tatil yeri olsun. Çekerler derenin önüne koca bir bent, göl olur. Gölde yüzerler, kayıkla gezerler; balıkmış, ekosistem, şu, bu, kimin sikinde! Güç onlarda ama buralar talan edilmeden birilerini arayıp ihbar etmeliyim. Bana bu yakışır. Şehir iki adım ötede, yangın gözetleme kulesi karşıdaki Babatepe’de. Elimi cebime attım. Telefon için yani. Beşi de beni gözetliyormuş olmalı ki, elimi cebime atar atmaz ne sandılarsa onlar da kendilerini yere attı. Sonra yaylım ateş. Üzerime kurşun yağdırmaya başladılar. Oturduğum yerden yıkılmış ağacın kalın gövdesi kuytusuna kaydım ama ilk kurşunda vurulmuşum. Elimi karnıma götürüp bastırdım. Kan yoktu. Acı duymuyordum. Ben vurulup yere düşünce ateş kesildi. Tabancalar sustu çabucak. Sonra dördü birden koşup ağaçları kesenin yanına geldiler. Saklandığım yerden her şeyi görüyordum. Hem de duyuyordum. Silah sesleri kesildi ama gök uğulduyordu. Bir helikopter belirdi Babatepe üzerinde. Bunlar tabancalarını bellerine sokup korkuyla Mandalı deresine doğru kaçtılar... Bindik at arabasına. Karımla ikimiz. Ta otuz yıl öncesiydi. Dinliyor musun abi?"
"Dinliyorum Yaşar, sen anlat."
"Dedem Amedonun eşekleri vardı. Arabası da eşek arabası. Babam Almanya’ya gitmiş çalışmaya, annemi de almış yanına. Biz üç kardeş kalmışız burada. Eşek arabasıyla odun getir, eşek arabasıyla ekin getir, ot getir, tarla sür, değirmene git. Eşekle yat, eşekle kalk, eşekle sıç eşekle işe. Hem babamın hem de anamın amına koyum abi!"
"Deme Yaşar!"
"Bana deme diye bir şey deme abi! Derim. Hem de ağzımı aça aça, tükrükler saça saça...
İnek güderdik kırda bayırda, benim kardeşim Memo, senin küçük kardeşin Sebo ile. Sebonun anası babası var, benim yok...
Bir yaz günü birinin tarlasındaki buğday tokurcunlarını ateşe verip yaktık. Ateşe mi verip yaktık bilerekten, tokurcun dibinde cigara içiyorduk da ondan mı; pek hatırlamıyorum şimdi. Yangın çıkınca kaçtık. Kaçtık ama Jandarma gelince yakalandık. Çocuktuk ama cahil değildik. Vicdansız değldik. Bilmiyor muyduk bunun acısını, sancısını! Bilmiyor muyduk günahını sevabını! Bimiyor muyduk bunun bütün ömre sayfa sayfa vicdan azabı yazacağını!"
"Bilmez miyim? Yani bilmez misin hiç? İyi de Yaşar, sen otuz sene önce evli miydin? Yani on iki yaşındayken..."
"Ben ne diyorum, sen ne diyorsun! Sen de mi delisin abi! Deliden yazar olur mu mesela? Ben karnımdan yemişim kurşunu. Ama delik yok! Elime baktım, kan yok! Acı yok, sızı da yok! Hem de ölmemişim. Bırak ölmeyi bayılmamışım bile. Kara karanlık adamlar kaçmış. Sikeyim analarını. Atın birisi yok, o kayıp. Sikeyim atını! Meryem yok, o kayıp. Sikeyim anasını bacısını... Helikopter gelip indi az öteye. Sikeyim helikopterini! Sonra sonra abi! Sonra sonra. Zaman işte abi! Hani gün doğar sabah olur, sonrası gündüz. Yani aydınlık. Hani gün batar akşam olur, sonrası gece. Yani karanlık. Döngü abi, bilirsin...
Kapıyı açıp girdim ben. Gün kayıp gitmiş. Akşam ha geldim ha gelecek, karanlık ha çöktüm ha çökecek.
Bağdaş kurup oturmuş yere. Sağ eli bir inip bir kalkıyor. Yerde porselen bir kase, Almanya’dan getirmişler. İçi alaca çekirdek dolu. İçinden bir tane alıp ağzına götürüyor, takma dişleri arasına sıkıştırıp ayırıyor, içini çiğneyip yutarken alaca kabuklarını tükürüp halının üzerne fırlatıyor...
Geçip cam dibindeki sedire oturdum. Elim hep karnımda ama delik yok, kan yok, acı yok...
Beni görünce başını kaldırdı, gözlerini dikip uzun uzun yüzüme baktı. Gözleri yuvarlak ve kocaman, insan değil kukumav gözü gibi. Saçları kıldan saç gibi değil, hayvansı tüy gibi. Kulakları insanlardaki gibi oval değil, tüylü uçları vaşak kulağına benzer sivri gibi. Çenesi insan deği, keçi tekesi sakallı. Bu adam ne insan, ne hayvan; ikisi arası birisi. Kim lan bu? Çekirdek çıtlatıyor, içini yerken kabuklarını tükürüp fırlatıyor...
Bet bet ne bakıyorsun ulan! Niye sırıtıyorsun amı ıslak kancık karılar gibi? Senden bir bok olmaz demez mi bana! Senin amına koyum ulan! Göğsünde ana yüreği taşımayan anamın da... Bak kurşun yedim ben. Kurşun karnımda. Ama delik yok, kan yok, acı yok. Ölmedim ulan iblis baba, bırak ölmeyi bayılmadım bile. Sen çekirdek değil bok ye! Sen kuzu değil, Yarasa eti ye. Sen ölme, öleme bile. Seni gömüp üzerine toprak atanların, sonrasında sakıncalı imamın istediği için iyi bir adamdı bu deyip iki yüzlülük yapan ve ne anlama geldiğini bile bilmeden Arapça dualar okuyan cahil gürafaların ve sonra sikten kurtulmuş gibi mezarlıktan tozuyup kaçan ve dere kenarında içip tıksıranlar... Senin ölünün amına avradına koymasınlar mı? Pardon abi!"
"Pardonun da amına koyum ulan, onu Türçemize katanın da! Senin çayının da amına koyum, korda pişirdiğin kahveninde! Sabah sabah deli ettin beni lan!"
"Deli yazar! Öyle dedilerdi senin için. Demelerine gerek yok, biliyordum zaten. Ama deliler sövmeyi bilmez. Mesela dedeme neneme sövmem ben. Sövmem dayı. İblis suratlı babam yokken, ve de kurbağa gözlü anam yokken onlar baktı bana. Yedirdi, içirdi, büyüttü. Soğuk kış günlerinde soba yakıp ısıttı. Yere döşek serip yatırdı, üzerime yorgan attı. Onlara sövmem. Sana ise asla dayı! Hani karlı soğuk bir günde araban vardı ama sen beni kasabaya götürmemiştin ama olsun. Çünkü içkiliydin. Öyle demiştin. İçkiliyken araba kullanılmaz. Ben yürüyüp gitmiştim yol boyunca, karlara bata çoka. Sivri kaya yanındaki barakaya girip ateş yakmasaydım donup ölecektim ama olsun. İçkiliyken araba kullanılmaz...
Ulan kurbağa gözlü anam nerede? Yok. Koca götlü Meryem nerede, yok. Atları salmış iğrek yerinde, bana bile sormadan. Atların birisi kaybolmuş, yok. Ulan iblis baba senin atlarını sikeyim. Eşekler vardı ne güzel, yetmez miydi? Eşek arabamız vardı ne güzel, yetmez miydi? Almanya’ya giderken beni niye götürmedin yanında? Tamam, götürmedin ben de delirdim. Delirdim de neden hastaneye götürmedin?
Merdiven temizliğine işe gitmiş, bana bile sormadan. Kim? Meryem. O işte, o. Küçük görmüş birisi onu, kalkmışlığını dayamış arka yerine. Onun önündekine, ötekinin arka yerine! İkinizin de cinsiyetine, cibilliyetine! İkinizin de cinselliğinize fare zehri! Fare zehri abi! Biri felç oldu sonunda, öteki hadım. Biri ne yaşardır şimdi, ne yaşamaz; öteki ne erkektir şimdi, ne de kadın. Onların anasına avradına... Bana ne zarar onlardan, ne de fayda! Babam iblis olmuş. Öyleydi zaten evveli ezel. Kurbağa gözlü anam yok. Karnımdaki vurulmuşluğa bir baksa! Karım yok aksayan, buldun mu belanı diye sayıklayan.
Çıt çıt çekirdek. Karılar gibi. Ulan karı mısın sen! Elimi karnıma bastırdım, kapıyı açıp çıktım. Akşamın alacakaranlığı basınca sokak lambaları yanmış..."
"Elektrik var mıydı o zaman köyde?"
"Abi ben ne diyorum, sen ne diyorsun! Ben dün akşamdan bahsediyorum, sen takılmışsın kırk yıl öncesine."
"Merhaba Yaşar kardeş!"
"Merhaba Tevfik abi!"
"Bir çay daha içerim ben."
"Boş ver şimdi çayı. İçtin ya! Ben kahve yapayım sana kor ateşinde. Aslında sade içmen lazım ama orta olsun. Tek şeker..."
"Öyle olsun. Yaşar!"
"Söyle abi!"
"Sen deli filan değilsin."
"Nerden biliyorsun? Yazardır dediler ama aynı zamanda doktor musun?"
"Yok be Yaşar, basit bir mantık işi bu."
"Mantık... Aklı firar etmiş birinin mantığı çalışır mı?"
"Oğlum sen çok sövüyorsun, deliler sövmez; bu bir. Felsefeye takılıyorsun çok, yani düşünüyorsun. Analiz yapıyorsun, hem de sentez. Yani bazı şeyleri birbirinden ayırıyor, bazılarını birleştiriyorsun olumlu bir şekilde. Bütün bunlar insan beyninin normal işlevleri. Aslında bütün bunları yapamayanları sorgulamak lazım. Aklı firarda olan sen misin, onlar mı; esas ona bir bakmak lazım. Yalan mı Yaşar?"
"Yürüdüm yol boyu ışıklar altında. Ay yoktu evinde ama milyonlarca yıldız gökyüzünde. Davul zurna sesleri geliyordu köy içinden. Düğün varmış da haberim yok. Çekirdek çıtlatan iblis adam da söylemedi. Neyse. Bir kalabalık bir kalabalık ki köy meydanı, hiç sorma! Bizim köyde bu kadar insan var mı? Yok. Ağa düğünü olmalı ki, bir çoğu başka köylerden gelmiş. Kimisi halay çekip oynuyor, kimisi seyreyliyor. Kimisi sarhoş olmuş nara atıyor, kimisi durmadan tabanca patlatıyor. Ben gündüzden vurulmuşum, yağlı kurşun hala karnımda. Henüz ölmemişim ama ya biraz sonra ölürsem! Abi ölümse ölüm, ondan korktuğum yok. Ölümün amına koyum ama mesele o değil. Eve gittim ki, kimsecikler yok. Birisi var ama onu sayma, o zaten iblis, insan değil. Onun amına koyum. Anam yok. Onun da... Abi Meryem yok, Meryem! Kara kara adamlar tek kurşunla vurdu beni, birileri yardım etmesin mi? Ama yok! Karım bile yok, gitmiş düğüne göbek atmaya. Böyle biri fare zehrini hak etmiyor mu? Baktım ki abi, anam halayın başında mendil sallıyor. Baktım ki karım az ötede, çingene havasına göbek atıyor. Ulan sizin insanlığınızın... Abi burada sövmüuorum bak! Canları cehenneme...
Geçtim oradan, kalabalığın kıyısındaki karanlık yerden. Geçerken birisi demiş bana, kulağıma seslenmiş; "Müzeyyen köprü alçağında. Seni bekliyor." Veli demiş bunu. Hani çok içerdi, hani hep kafası demli gezerdi. Hani sonra öldü genç yaşında. O demiş. "Bırak sen Meryem’i, o seni bekliyor köprü alçağında. Kıvırcık kuzuları da yanında..."
Müzeyyen de mi kim? O, kuzu çobanı. Çoban ama sarı saçları lüle lüle. Yanakları al al. Boncuk mavi gözleri hep güleç. Hem de gamzeli. "Git" demiş bana Veli, "köprü altında buluşursunuz. Konuşursunuz eskiden olduğu gibi. Diz dize. Sonra sarılıp sarmaşır öpüşüp koklaşırsınız eskiden olduğu gibi. Öpüşürrken başınız döner düşersiniz serin yere."
Geçip gittim düğün yerinden. Çingene havasına göbek atan koca götlü Meryem’in canı cehenneme! Dinledim o güzel çocuk Veli’yi. Garip agaları, ölmez ağaları, dereyi gıcırdayan ağaç köprüden geçtim öte yakaya.
Öte yaka kocaman bir yamaç, berisinde iki üç ev. O yol ikisi arasında ve çukur. Çukur karanlık. Karanlık yolda yürüdüm. Yürüdüm ama yürürken uyudum sanki. Uyur gezer gibi oldum. Sonra sıcak bir ıslaklık hissettim apış aramda. Uyurken altıma işediğimi sandım. Uyandım o zaman, durdum hemen. Baktım ki, ne işemesi; altıma sıçmışım. Baktım, bıcırık boklar paçalarımdan pabuçlarıma akıyor.
Ne bukleli saçlı gamzeli Müzeyyen, ne kıvırcık kuzular, ne diz dize oturup konuşmak, ne sarılıp sarmaşarak öpüşüp koklaşmak; döndüm geriye.
Karanlık yerlerden geçip kimselere görünmeden geldim eve. Bir de kalınca bir odun almıştım elime ki, o iblis hala çekirdek çıtlatıyorsa vurup kafasına öldüreyim. Baktım ki, karım evde, o yok. Diklendim Meryem’e; "ben altıma sıçtım ulan, sen nerdesin?" Ben hep evdeyim Yaşar! "Geldim yoktun." Yok muydum, ne zaman? Hele dur bakayım bir. Gözlerini dikip baktı; "paçaların kuru, pantolonun kupkuru, hem de tertemiz, ne sıçması Yaşar?"
"Ben vuruldum bugün, yağlı kurşun hala karnımda." Gömleğimi sıyırıp baktı; "karnında bir şey yok" dedi, "ne kurşunu?"
Hani bugün, hani o kara kara adamlar?
Kara adamlar kim ki Yaşar?
Hani bindik ya at arabasına, hani gittikti ya ikimiz şifalı ot toplamaya!
Ne atı Yaşar, bizim atımız yok ki!
Hani düğün vardı ya köy meydanında, sen göbek atıyordun çingene havasına?
Ne düğünü Yaşar! Tamam tamam, sus. Hele otur şuraya, çıkar üstünü başını. Emrah’a seslendi; "oğlum" dedi, "getir şu babanın ilacını. Ah Yaşar ah! Sabah dedim ki sana, ilacını iç. İçerim dedin bana. Sonra unutup gittin, akşama kadar da gelmedin. İblis diyorsun, cinlerin düğününü görüyorsun, uçmuşsun gene. Gördün mü şimdi başına gelenleri! Ah Yaşar ah, ne yapacağız biz seninle?"
"Oğlum sen bu sabah ilacını içtin mi?" dedim Yaşar’a.
"İçtim."
"Lan yalan söyleme!"
"İçtim abi, hem vallah, hem de billah."
"Yemin etme lan!"
"İçtim abi!"
"Lan yalan söyleme!"
"Yalan yok ama pekte emin değilim."
"Hemen eve git ve ilacını iç. Belanı siktirme!"
"Abi ayıp oluyor ama! Küfrediyorsun durup dururken. Bunca konuştum seninle, ben küfrettim mi hiç? "
"Yaşarım!"
"Söyle abim!"
"Öpüyorum seni, sevgi diye diye ışılayan göz bebeklerinden."
"Ben de abi, ben de öpüyorum; silah değil kalem tutan o güzel ellerinden..."
Hikayenin bu bölümü burada bitti. Bugün 31/Aralık/2019. Geçmiş yılın son günü. Yani bizim değil, hayatımıza övgüyle değil sövgüyle, yergiyle, halktan yetki aldım diyenlerin faşizan direktifleri ile bizlere değinenlerin son günü. Öyle olmasın mı? Olsun. Yaşar mı; o bizden küçücük bir obje. Küçücük bir örnek. Öyküdeki küfürler. Olsun, onlar hayatımızın bir parçası. 2020 de sövgüde değil, övgüde, sevgide görüşmek dileği ile. Aklınıza mukayyet olun lütfen! Sevgilerimle tabii...
Tevfik Tekmen Aralık/2019/ Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.