- 224 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
CADILAR ÂLEMİ (1)
CADILAR ÂLEMİ (1)
MÜSTAKBEL KOMŞUM
“Bahsettiğim daireler bu apartmanda.” dedi emlakçı Serkan. “Dört kat, dört daire… Giriş katını tavsiye etmem, son kat ise dubleks; fiyatı çok yüksek, size yaramaz. İnşaat geçen sene bu zamanlarda bitti. Şu anda apartman bomboş; ilk sakinleri siz olacaksınız inşallah!”
“Dış görünüşü çok güzel!” dedi eşim. “Ama aklıma takıldı, sormadan edemeyeceğim. Bir yıldır niçin hiçbir dairesi satılmamış bu apartmanın? İçinde bir kusur mu var?”
“Naci Bey çok zengin bir müteahhit abla; tok satıcı yani. İçeri girince göreceksin zaten; en kaliteli malzemeyi kullanır, ustalardan en iyi işçilik ister. Satarken de acele etmez ve kafaya koyduğu fiyatın altına düşmez.”
Güzel ve gösterişli bir binaya benziyordu. Beğenmiştim, dairelerden birini almaya niyetliydim. Beni cezbeden iki niteliğe sahipti bina. Her şeyden evvel ilginç bir mimari planı vardı. Bir “L” harfi düşünün; gövdesi güneye, ayağı batıya yatırılmış “L” harfi… İşte öyle bir plana sahipti. İkinci niteliğini de şöyle ifade edeyim: L’ye baş aşağı bir L daha ekleyerek dikdörtgen oluşturun; işte o boşluk tamamen apartmana aitti, on beş yıllık emektar otomobilimi park etme sorunum kalmayacağı için sevinçliydim.
Emlakçı, L’nin gövde ucundaki kapıyı açtı, içeri girdik. Zemin kata hiç bakmadan üst kata çıkarken “Elektrik bağlanmadığı için asansör çalışmıyor,” diyordu emlakçı.
Eşim müstakbel evimizin kapısını görür görmez: “Ooo, harika! Çelik kapı koymuşlar!” diyerek niyetini belli etti. Daireye girince de devam etti hayranlık sözleri:
“Banyo ve mutfak hem geniş hem de aydınlık. Gerçekten her yerde kaliteli malzeme kullanmış müteahhit. Kapılar membran, pencerelerde çift cam var, pervazlar en meşhur markanın ürünü.”
Serkan’ın dediği gibi gerçekten güzel bir daireydi. Gövde kısmında yan yana sıralanmış üç oda ve mutfak, ayak kısmında ise uzun bir salon ve en uçta bir oda vardı. Arkaya bakan banyo ve alaturka tuvalet hariç tüm odalar havadardı ve hepsi de güneş görüyordu. L’nin ayağındaki salondan balkona çıkıp manzaraya baktık. Görüş alanımızın sağında üç apartman sıralanmıştı, tam karşıda dört yol ve güneye uzayan yolun sağında solunda ağaçlar vardı. “Balkonu beğenmedim,” dedi eşim. “Balkon dediğin mutfağın önünde olur.”
“Eee, o kadar kusur kadı kızında da olur,” dedim. Eşime söylememiştim ama ben balkonun konumundan memnundum; çünkü balkona bitişik uç odayı çalışma odası yapacaktım; yazı masam pencerenin önünde olacak, oturduğum yerden apartmana girip çıkanları görebilecek, karşıdaki ağaçlara bakarak gözlerimi dinlendirebilecektim.
Eşim: “Dikkatli gözle bir daha bakayım odalara,” diyerek yanımızdan ayrıldı.
Balkonun ucuna yaklaşıp sol tarafa baktım. İşte bu kötüydü. Apartmanın en önemli kusuru, tüm çirkinliği ve çarpıklığıyla gözlerimin önüne serilmişti. Beni rahatsız eden yan taraftaki ev ve bahçeydi.
Tek katlı bu eski ev, dedemin elli beş yıl önceki evini hatırlatmıştı bana. İki oda ve bir sofadan ibaret çamurla sıvanmış kerpiç bir evi vardı rahmetlinin. İnanılacak gibi değildi ama yirmi birinci yüzyılın yirmi birinci yılında, dedemin toprak evine benzer bir ev vardı bitişiğimizde. Evin, sadece yarım metresini görebildiğim sıvasız boyasız yan duvarı kerpiçten yapılmıştı. Tüm ayrıntılarını görebildiğim ön cephede sırasıyla camları kirli bir pencere, mavi boyalı ahşap bir kapı ve daha ötede menfeze benzeyen camları kırık bir pencerecik vardı. Ön cephenin engebeli arazilere benzeyen yüzeyi beyaz badanalıydı.
Evin önünde; batısı briket duvarla kapanmış, bizden yana olan kısmı ise tel çitle çevrili, yola doğru gittikçe daralarak üçgen oluşturan küçük bir bahçe mevcuttu. Lafın gelişi tabii… Bahçe falan değildi burası. Tam bir çöplük ve hurdalıktı… Çöplüğün en güzide malları şüphesiz ki üstlerde yer alan siyah plastikten imal edilmiş pazarcı kasalarıydı. Aralarda tahta sandıklar, toza çamura belenmiş pet şişeler, irili ufaklı paslanmış tenekeler, inşaat artığı tahtalar ve her boyda odunlar göze çarpıyordu. İnanmayacaksınız ama ev sahibi taş bile biriktirmişti bahçesinde. Plastik ve tahta yığınlarının altında irili ufaklı taşlar ve özenle istif edilmiş parke taşları görünüyordu.
Bu çöplüğe bahçe dememin iki sebebi vardı: Birincisi, tepe dalları apartmanımızın son katına kadar uzayan ve bahçenin hemen hemen tamamını gölgeleyen çitlembik ağacıydı. İkincisi ise karşıdaki briket duvarın önünde yükselen yaşlı yaprak dutuydu. En üst dalları dahi çitlembiğin en alt dallarına kadar ancak yükselebilen dut ağacı, komşusunu kıskanıp ona nispet yapıyormuş gibi koyu yeşil, sık ve pehlivan pençesini andıran yaprakları sayesinde hükmettiği alana güneş ışığını sızdırmıyordu. Her iki ağaç da yere doğru şefkatle eğilmiş gibi duran sık dalları ve yapraklarıyla zemindeki kıymetli malları koruma ve kollama görevi üstlenmiş gibiydiler.
Emlakçıya dönüp sordum: “Daha önce ‘Ben bu mahallenin çocuğuyum’ demiştin. Sen bilirsin; yaşayan var mı bu evde?”
“Var,” dedi emlakçı. “Geyik Emine’nin evi burası.”
“Geyik Emine mi? Nasıl isimmiş bu?”
“Kadın şu anda epey yaşlı, gençliğinde bel kemiğinden rahatsızlık geçirmiş, eğik kalmış. Komşuları da ona ‘eğik’ lakabını takmış, bu lakap zamanla ‘geyik’ olmuş.”
“İlginç!” dedim, “Tek başına mı yaşıyor?”
“Evet… Bu dünyada onunla aynı evde yaşayabilecek insan yoktur.”
“Neden ki?”
“Ben görmedim ama görenler anlatıyor; evin içi de bahçe gibi çöple doluymuş. Ondan size zarar gelmez ama yine de seni uyarayım; onunla sakın muhatap olmayın, çok aksi ve lanet bir kadındır!”
O sırada plastik kasaların arasında bir hareketlenme oldu. Gözlerimin önünde acayip bir şey hareket hâlindeydi. Ne olduğunu bilemediğim bir nesneyi saran kül rengi bir hırka ile yeşil bir yemeni ana yola doğru süzülüyor gibiydi. Ayak uçlarımda yükselerek baktım. Hurda yığınları arasında, en fazla kırk santim genişliğindeki patikaya benzer yolda bir kadın rükûya durmuş gibi ve rükû vaziyetini bozmadan yavaş yavaş yürüyordu. Geyik Emine olmalıydı bu. Gerçekten de gerçek lakabı gibi eğikti kadın.
Emlakçı benim nereye baktığımı anlamıştı, alaycı bir edayla: “İşte sana Geyik Emine!” dedi.
Kadın, emlakçının sözünü duymuş olmalı ki aniden durdu, başını çevirip bize baktı.
“Ben tanıyorum bu kadını,” diye fısıldadım.
Evet, gerçekten de tanıyordum. “Maydanozcu Kadın” dediğim yaşlı pazarcıydı bu. Her hafta pazartesi kurulan mahalle pazarında, bahçesinde yüzlercesi olan siyah plastik kasalarda maydanoz satardı. Fakat o diğer pazarcılardan çok farklıydı. Bağırıp çağırarak çığırtkanlık yapmaktan vazgeçtim, konuşmazdı bile. Rengi atmış kara çarşafına bürünür, kapalı pazar yerinin kapısının bir köşesine oturur; önüne, içinde tazecik maydanoz demetleri olan kasayı koyup müşteri beklerdi. Eşim ve ben “kendi ürünü” diyerek ve biraz da acıdığımız için maydanozu sürekli ondan alırdık, fiyatı bir buçuk liraysa iki lira verirdik.
Kadınla göz göze gelince, emlakçı adına özür diler gibi: “Günaydınlar Emine Hanım, nasılsınız?” dedim.
Kadın, yaşına ve sakat bedenine hiç de uymayan, cırtlak bir sesle ve âdeta bağırırcasına: “Kimsin sen?” diye sordu.
Bu çiğ ses ve beklemediğim cevap şaşırtmıştı beni fakat bozuntuya vermeden devam ettim: “Beni tanımadın mı? Senin müşterinim ben. Her hafta senden maydanoz alıyorum.”
“İyi bok yiyorsun!”
Emlakçı Serkan arkamda kıs kıs gülerek: “Sana söylemiştim, muhatap olma şu karıyla,” diye fısıldarken şok olmuş vaziyette kadına bakıyordum. Bu sözün altında kalınmazdı, cevap vermeliydim.
“Bu nasıl söz Emine abla?” dedim.
Kadın gerçekten aksiydi. “Ben senin ablan değilim!” diye öfkeyle bağırdı.
“Seninle komşu olacağız. İnsan komşusuna böyle mi davranır.”
“Gelmeyin buraya!” diye haykırdı kadın. “Burası babamın arsası, gelmeyin buraya!”
İçime kurt düştü aniden, emlakçıya dönüp: “Ne diyor bu kadın?” diye sordum.
Emlakçı, müşterisini kaçırma ihtimalinin verdiği telaş ve öfkeyle kin kusarcasına: “Ulan Geyik karısı!” diye bağırdı. “Bu arsa babandan ablana miras kaldı, ablanın mirasçıları da Naci Bey’e sattı; sen kim oluyorsun Allah’ın yamuğu!”
Geyik Emine cevap vermedi emlakçıya, geri döndü ve “Gelmeyin buraya, babam mezardan çıkıp kovar sizi, gelmeyin buraya,” diye diye evine girdi.
Emlakçı: “Naci Bey neler çekti bu ucubeden bilemezsin hocam.” dedi. “İllallah dedirtti vallahi! İnşaat süresince şikâyet etmediği makam mevki kalmadı.”
“Niçin şikâyet ediyordu ki?”
“Arsama tecavüz ettiler, çizgiyi aştılar, taşlarımı çaldılar gibi bir sürü saçmalık işte! Naci Bey de sınıra şu tel çiti çekmek zorunda kaldı. Neyse hocam, gördün işte; dört dörtlük daire. Banka kredileri düştü, herkes konut alma peşinde, birkaç güne kalmaz satılır bu daire. Fırsatı kaçırma derim. Hortlaktan korkuyorsan o başka…”
Gülüştük.