- 219 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BİR PAZARCILIK HİKÂYESİ (3)
Kamyonumuz Yalova sahildeki park yerine yanaşınca Küllü Yaşar abi ve ben yardımlaşarak üzüm sandıklarını pazarın orta yerindeki boş bir yere taşıyıp üst üste, yan yana istifleyip sıraladık. Yaşar abi en büyüğü on altı yaşında olan üç erkek evlat sahibiydi, senede birkaç gün üzüm satmak için gelirmiş Yalova’ya. Bu işlerde acemi olduğunu “Yan yana pazar kuralım,” demesinden anlamıştım.
“Olur mu hiç Yaşar abi!” diyerek itiraz ettim. “Beş on metre arayla iki tezgâh açmak daha mantıklı; benim üzümlerimi görmeyen veya beğenmeyen müşteri seninkileri beğenir belki. Veya tam tersi olur…”
“Madem öyle diyorsun, benim kasaları biraz ileriye taşıyalım.”
Yaşar abinin on sandık üzümünü taşırken bir şey dikkatimi çekti. Birkaç sandıkta kınalı yapıncak üzümü vardı. Her tanesinin bir bölümü bakır rengine çalan, bilye gibi yuvarlak üzümlerdi bunlar… Ömrüm boyunca yediğim en nefis üzüm cinsi… Usaresi bol ve çok tatlıydı; çekirdekleri küçücük, kabuğu incecikti. Ağızda çiğnenen tek yapıncak tanesi dahi damaklarda enfes bir tat bırakırdı. Öyle bir üzümdü ki kınalı yapıncak; yemeğe kıyamaz, tadına doyamazdım.
Susuz bahçenin mahsulü bunlardı işte! Yetiştiği bağı, koparıldığı fidanları biliyordum çünkü. Ilıca sırtı dediğimiz göl manzaralı yüksekçe bir yerdeydi bu bağ. Geçmiş yıllarda Yaşar abinin oğlu Ergün’le oraya defalarca gitmiş ve sepetler dolusu üzüm toplamıştık.
“Yaşar abi, yapıncaklar Ilıca sırtından mı?” diye sordum.
“Başka bağımız yok ki evlat!”
“Vallahi canım kaldı; karnım da aç; bir salkım alıyorum.”
Küllü Yaşar abi sandıktan üç dört salkım üzüm alıp bir kese kâğıdına koyarken: “Ne demek evlat!” dedi. “Bu da sorulur mu? Komşuyuz biz. Köydeyken canın çekerse git Ilıca sırtına; bir sepet, iki sepet, canın ne kadar isterse topla.”
Fiyat araştırması için pazarda kısa bir yürüyüş yaptık, fiyat sorduk. Gördük ki üzüm piyasası değişmemiş; üzümü diğer pazarcılar gibi üç liradan satmaya karar verdik.
Saat sekiz olmuştu; pazarda pek müşteri yoktu, fakat tezgâh kurmaya çalışan pazarcılar oldukça hareketliydi. Malzeme sandığını yan çevirip üzerine oturarak kahvaltı niyetine üzüm yiyordum. Birinde beş, diğerlerinde dört sandık olan; üst üste istifleyip yan yan sıraladığım pazar mallarıma baktım bir ara. İrkildim, ürktüm, korktum; zira sandık yığınları bir kale duvarı gibi yükseliyordu yanı başımda.
“Aman Allah’ım!” dedim içimden. “Ben bunları nasıl satacağım?”
Aradan beş dakika geçti geçmedi; uzun boylu, kirli sakallı, otuzlu yaşlarda bir adam geldi. Üzümlere bakarken “Kaç lira?” diye sordu. Heyecanla yerimden fırlayıp gösterişli bir salkımdan bir budak kopararak ilk müşterime uzatırken “Önce tadına bak, parası kolay,” dedim. Müşteri ilk üzüm tanesini ağzına attığında “Kafese girdi,” diye geçiriyordum içimden.
“Güzelmiş,” dedi adam. “Toptancıyım ben, hepsini alacağım. Söyle bakalım, kaç lira?”
Doğrusu bu ya böyle bir cevap beklemediğim için şaşırmış ve aynı zamanda sevinmiştim. Sevinmiştim çünkü babamın “Bazen adalardan toptancılar gelir, dürüst insanlardır, kaliteli mahsul görünce üçe beşe bakmayıp hepsini alırlar,” dediğini hatırlamıştım. Bu adam onlardan biri olmalıydı.
“Üç…” dedim.
“İki liradan alayım.”
“En son iki yetmiş beş olur.”
“İki buçuk…”
Bu rakam da şaşırtmıştı beni çünkü iki lirada ısrar etmesini veya bir kademe atlayıp iki yirmi beş demesini bekliyordum. İçimden bir ses “Ver, kurtul,” diyordu ama zihnimde oluşan şüphelerden dolayı tereddüde düşüp: “Amcama danışayım,” diyerek Yaşar abinin yanına gittim. Yaşar abi “Güneşin alnında beklemektense ver gitsin,” diyordu. Ben de “Zaten her tartıda en az yirmi beş kuruş kaçırıyoruz,” diyerek niyetimi belli ettim.
O sırada toptancı yanımıza gelmiş, Yaşar abinin üzümlerine bakıyordu: “Madem akrabasınız, bunları da alırım aynı fiyattan,” dedi.
“Para peşin mi?” diye sordu Yaşar abi.
“Peşin,” dedi toptancı. “Trink para, kuruşu kuruşuna…”
“Fakat benim üç sandık yapıncak üzümüm var, onları aynı fiyattan veremem. Bu üzümün öyle hastaları var ki fiyatını dahi sormadan üç beş kilo birden alırlar.”
Toptancı: “Göreyim şunları,” dedi. Yapıncak sandıklarının birini görür görmez: “Bunları üç buçuktan yazarım,” dedi.
“Tamam, anlaştık.”
Evet anlaşmıştık; inanılacak gibi değildi ama on yedi sandık üzümü bir çırpıda satıvermiştim. Üç liradan satsam bile toptancının vereceği parayı toplayamazdım; Pazar hâli bu, belli mi olur, öğleden sonra piyasa bozuluverir, güzelim üzümleri iki liradan, belki de bir buçuktan satmak zorunda kalabilirdim. Babam çok sevinecekti bu işe.
“Yalnız bir şartım var,” dedi toptancı. “Sandıkları ve diğer malzemeleri saat beşte alırsınız. Kullandığım kese kâğıtlarınız için de onar lira veririm.”
Bizim için sorun yoktu, çünkü kamyon saat yedide hareket edecekti fakat yine de çok şaşırmıştım. Anlaşılan o ki bu adam toptancı falan değilmiş, bizim malımızı, bizim malzemelerimizle bizim tezgâhımızda satmayı planlayan alelade bir pazarcıymış. Kendi kendime: “Toptancıymış, pazarcıymış seni ne ilgilendirir? Aldığın paraya bak sen,” diyordum.
Kabul ettik tabii… Adam sağ elinin iki parmağını ağzına sokup tiz bir ıslık çaldıktan sonra uzaktaki birine “gel” anlamında el işareti yaptı. Birkaç dakika sonra bir elinde kantar, diğer elinde bir metre uzunluğunda, torna görmüş meşe odunu olan tıknaz biri geldi. Hep beraber benim tezgâhıma gittik. Üzümleri tarttık, darayı sandık başı iki kilodan hesap edip brüt kilodan çıkardık, net kiloyu iki buçukla çarptık.
“Sekiz yüz doksan iki buçuk lira,” dedi adam. “On lira da kese kâğıdı için; eder dokuz yüz iki buçuk…”
Cebinden cüzdan çıkardı, yepyeni, gıcır gıcır dokuz tane yüzlük banknot verdikten sonra madenî para bulmak için pantolon ceplerini karıştırmaya başladı. Biliyordum, böyle durumlarda hiçbir toptancı bozuk para vermezdi, verse bile alınmazdı, istemek veya almak ayıp sayılırdı. “Yeter, Allah bereket versin,” dedim.
“Helal et,” dedi.
“Helal olsun,” dedim.
On dakika sonra Yaşar abi ve ben, üzümleri satmanın verdiği rahatlıkla çarşıya doğru mutlu mesut yürüyorduk; fakat yine de zihnimin bir köşesinde beni rahatsız eden kaygılar vardı.
“Yahu Yaşar abi, bu adamlar okka buçuk üzüm satarak bize verdikleri parayı çıkaramazlar. Pazara dönünce ‘Zarar ettik, verin paracıkları!’ demesinler.”
“Bizi ilgilendirmez evlat; şanslarına küssünler.”
“Yaşar abi, ister misin bu adamlar terazileri alıp kaçsınlar.”
“Yapmazlar evlat, dürüst insan bunlar. Görmedin mi; adamlar kuruşu kuruşuna ödeme yapıyorlar.”
“Yaşar abi, bu herifler bize sahte para vermiş olmasın.”
Aniden durdu Yaşar abi.
“Bak, bunu hiç düşünmedim,” deyip cüzdanındaki yüzlüklerden birini bana uzattı: “Senin gözün keskindir, kontrol et şunu.”
Parayı havaya kaldırıp dikkatle baktım.
“Ortasında şerit var, kâğıdın içindeki Atatürk portresi de gözüküyor; sahte değil,” dedim.
Yaşar abinin az önce aniden kararan yüzü yeniden aydınlandı. Parayı cüzdanına koyarken:
“Aman evlat, parana dikkat et, çarpılmayasın,” dedi.
Param pantolonumun sağ cebinde, elim de cebimin üstündeydi.
“Çarpılmam, merak etme!” dedim. “Sen ne yapacaksın şimdi?”
“Aşağıda bir esnaf lokantası var, gidip işkembe çorbası içeceğim. Karnın açsa sen de gel.”
İçimden: “Evde çorba, çarşıda çorba… Biraz zaman geçsin, İskender kebap yerim,” diye geçirirken “Verdiğin üzümler doyurdu beni,” dedim.
Ayrıldık.
Sonra ne mi yaptım? Yalova’nın en işlek caddelerinde gezdim, mağazaların vitrinlerine göz attım, güzel kızlara bakıp gözlerime bayram ettirdim, denize nazır bir çay bahçesinde oturup gazoz içtim, merkezdeki vapur iskelesinin en ucuna gidip deniz havasını teneffüs ederek ufku seyrettim. Biliyordum, ufkun ötesinde İstanbul vardı; hayallerimin şehri İstanbul… Birkaç ay sonra bu iskeleden, tam buradan vapura bineceğimi ve üniversite öğrencisi sıfatıyla İstanbul’a gideceğimi hayal ettim.
Öğleye doğru bir buçuk porsiyon kebap yedikten sonra sonra sinemaya gidip saat on dört matinesi için bilet aldım, “İyi, Kötü ve Çirkin” filmini seyrettim.
Film iki buçuk saat sürmüştü. Sinemadan çıkıp da pazar yerine doğru hızlı adımlarla yürürken kötü bir sürprizle karşılaşacakmışım gibi bir his vardı içimde. Köylü pazarının tam karşısına gelince üzüm sandıklarımı istiflediğim yere dikkatle baktım. Uzun adam orada, sandıkların başındaydı.
“Hele şükür!” dedim sevinçle. Fakat Yaşar abinin pazar kurduğu yer bomboştu. Ortalıkta ne kantar taşıyan tıknaz pazarcı ne de sandıklar vardı. Telaşlandım tabii… Otomobillerin vızır vızır gelip gittiği ana yoldan dikkatle geçip pazara girdim. Uzun adama yaklaştıkça anladım ki üzümlerin çoğu satılmış, boş sandıklar iç içe ve sırt sırta olmak üzere yan tarafa yığılmıştı.
Uzun adam beni görünce: “Tam zamanında geldin delikanlı, ben de gitmeye hazırlanıyordum; emanetleri alabilirsin,” dedi.
“Yaşar abiyi gördün mü?” diye sordum.
“Yarım saat önce geldi, boş sandıkları götürdü.”
Rahatlamıştım; uzun adamın pazar kurduğu yere dikkatle bakınca beni şaşırtan bir ayrıntı dikkatimi çekti. İçi üzüm dolu üç sandık üst üste konmuş ve baş tarafına üzerinde “Üzüm 5 lira” yazan kirli sarı bir karton parçası konmuştu. “Kafayı yemiş bu adam,” diye içimden geçirirken: “Bunları ne yapacaksın?” diye sordum.
Uzun adam teraziyi ve dirhemleri malzeme sandığına koyarken “Ortağıma devredeceğim,” dedi. “Sen önce teraziyi götür, geri gelinceye kadar üç boş sandık daha bırakırım buraya.”
Malzeme sandığını alıp kamyona doğru pazar içinde yürüdüm. Pazarcının biri: “Akşam pazarı bu, üzüm beş lira!” diye bağırıyordu. “Şaka mı bu?” diye mırıldandım. Birkaç dakika sonra anladım ki basbayağı gerçekti ve uzun adam kafayı falan yememişti; çünkü pazarcıların hepsi beş liradan satıyordu üzümü. Kadının biri: “Siz deli misiniz?” diye bağırıyordu bir pazarcıya. “Sabahleyin pahalı diye üç liradan almadığım üzümü beş liradan satıyorsunuz. Bu ne vicdansızlık!”
Pazarcı yılışık yılışık sırıtarak cevap veriyordu kadına: “Serbest piyasa bu abla; hep altın borsası mı yükselecek? Bugün de üzüm borsası yükseldi işte!”
Kendimi aşağılanmış, aldatılmış ve hatta dayak yemiş gibi hissediyordum. Kolum kanadım kırılmış, dizlerimde mecal kalmamıştı. Malzeme sandığını yan çevirip üzerine oturdum. “Ah ahmak kafa, ah!” diye geçiriyordum içimden. “İlk müşterime ilk üzüm tanesini tattırırken ‘kafese girdi’ diye düşünmüştüm, kafese giren benmişim meğer. Sabredip okka buçuk satsaymışım en az sekiz yüz lira daha kazanırmışım. Şimdi ne yapacağım ben? Babama ne diyeceğim? Babam diğer köylülerin üzümü beş liradan sattığımı duyunca bana ne diyecek, bana hangi gözle bakacak?”
“Salak!..” diye öfkeyle mırıldandım.
Gözlerim kararıyor, başım dönüyor, midem bulanıyordu. Pazarcı bağırtıları ve kıyıdaki kayalara çarpan dalgaların sesi gittikçe uzaklaşıyordu benden. Babam canlanıyordu gözlerimin önünde. Mart başında üzüm fidanlarını budayıp dibini çapalıyordu babam, her köke hayvan gübresi döküyor; haziran ve temmuz sıcağında sırt tulumbasını sırtlanıp göztaşı kireç atıyordu asmalara. Hafif esen rüzgâr nedeniyle babamın saçları ve yüzü hafif çivit mavisine bürünüyor, göztaşı nedeniyle gözleri kan çanağına dönüyordu. Fakat her zamanki gibi yine de yüzü gülüyordu babamın. “İnşallah bu sene üzüm iyi para eder,” diyordu. “Bize çok para lazım evladım; sen üniversiteye gideceksin, kardeşin liseye, kız kardeşin de ortaokula başlayacak.”
Gittikçe artma eğiliminde olan gözyaşlarımı elimin tersiyle silip: “Ağlamanın sırası değil,” diye mırıldandım. “Akşam piyasası bu; fiyatlar düşer de çıkar da.”
Sandıkları kamyona taşıdıktan sonra şoföre: “Yaşar abiyi gördün mü?” diye sordum. “Morali bozuktu, sahile indi,” diye cevap verdi. Yaklaşık bir metre yüksekliğindeki setten atlayıp sahile indim, Yaşar abi kırk elli metre ötede bir kaya parçasına oturmuş denizi seyrediyordu. Yanına gidip selam verdim. Bana bakmadan: “Aleykümselâm evlat,” dedi. Yaşar abi dalıp gitmişti ufuklara. Gözlerini bir noktaya sabitlemişti, sessiz ve kederliydi. Büyük ihtimalle üzüm yetiştirirken çektiği çileleri, toptan satıştaki zararını ve kazandığı paranın hangi derdine merhem olabileceğini düşünüyordu.
“Üzüme ne oldu Yaşar abi?” diye sordum.
Vereceği cevabı önceden düşünmüş gibi aniden bana dönüp:
“Üzüm, kimya oldu evlat!” dedi yaşar abi.
Şok olmuştum. Kırk yedi yıldır unutmadığım ve ölünceye kadar unutamayacağım bir cevaptı bu. Böyle bir cümleyi o güne kadar hiç kimseden duymamış, hiçbir kitapta okumamıştım. “Üzüm, kimya oldu.” Ne muhteşem bir söz!.. Öyle sanıyorum ki telif hakkı tamamen Yaşar abiye ait bir cümleydi bu. Ve yine öyle sanıyorum ki figüranlarından biri olduğumuz bu garip olay bundan daha güzel bir cümleyle izah edilemezdi. Çalışkanlığı, dürüstlüğü, cömertliği ve saflığıyla insan gibi insan olan bu adam öyle bir söz söylemişti ki içinde “bilinmezlik, kumpas, hile, aldatmak, üçkâğıt” gibi sıfatları barındırıyordu.
Hiçbir şey diyemedim.
“Baban defalarca tembihlemişti. Manav Musa’ya uğradın mı?” diye sordu Yaşar abi.
“Hay Allah!.. Nasıl da unutmuşum! İyi ki hatırlattın,” diyerek fırladım.
Manav Musa beni görünce: “Baban nerede?” diye sordu. Babamın cenazeye gittiğini, pazara yalnız geldiğimi söyledim. Kenarda duran iki boş sandığı gösterip: “Emanetler burada,” dedi. Sandıkları alıp dükkândan çıkmak üzereyken yüz lira uzatarak: “Üzümleri yirmişerden kırk kilo yazdım, iki buçuk liradan yüz lira eder,” dedi. Teşekkür edip parayı alırken “Sen ne getirdin pazara?” diye sordu.
“Üzüm…”
“Satabildin mi hepsini?”
“Sabahleyin toptan verdik.”
“İyi etmişsin. Üzümde bir katakulli çevirdiler mi bugün?”
Şaşırmıştım.
“Katakulli var mı yok mu bilmem ama biz üzümleri sattıktan sonra üzüm piyasası yüzde yüz artmış. Okka buçuk üç lira olan üzüm beş liraya fırlamış.”
“Anlamıştım,” dedi Manav Musa. “Normalde cumartesi günleri bir sandık üzüm dahi satamazdım. Oğlum dün Sugören’deki bağımızdan altı sandık üzüm getirdiydi, bugün öğle ezanı okunmadan hepsi de üç buçuk liradan satıldı. Geçen hafta patlıcanda çevirdikleri katakulliyi bu hafta üzümde uygulamışlar demek ki!”
“Anlayamadım,” dedim. “Kim ve nasıl katakulli çevirmiş olabilir ki?”
“Bak delikanlı,” dedi manav Musa. “Bunlar on beş yirmi kişi, şirket gibi çalışıyorlar, bir nevi çete yani… İşin aslı şu: Siz köylü pazarında dünyadan habersiz kendi kafanıza göre takılıyorsunuz ama çarşı tarafında usta pazarcılar vardır. Bunlar mallarını Yenişehir’den, İznik’ten, Karacabey’den kamyonlarla mal getiren toptancılardan alırlar. Farz edelim ki iki sandık domates aldı, malı satınca gidip iki sandık daha alır. Çete dediğim bu adamlar erkenden kalkıp Yalova’ya mal getiren kamyonları tetkik ediyorlar, hangi ürünün az geldiğini tespit ettikten sonra köylü pazarına gidip peşin parayla malları topluyorlar. İki üç saat hiç satış yapmıyorlar, pazarda mal azalınca yüzde yüz kârla satışa başlıyorlar.”
“Şeytanın aklına gelmez.” dedim şaşkınlıkla. “Desene bize kumpas kurdular.”
“Evet, bir kumpas kuruldu; ama size değil, Yalova halkına… Kaç liradan sattın üzümü?”
“İki buçuk…”
“Gördün mü ya!.. Piyasa fiyatına vermişsin mahsulü. Dikkat ettiysen babanın bıraktığı üzümleri ben de aynı fiyattan aldım. Kumpas sana değil, halka kuruldu.”
“Allah belalarını versin bu haramzadelerin!” diyerek ayrıldım dükkândan.
Kamyona doğru yürürken sevinci ve hüznü birlikte yaşıyordum.
Belki size garip gelecek ama oldukça rahatlayıp hafiflemiştim.
SON
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.