- 234 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BİR PAZARCILIK HİKÂYESİ (2)
BİR PAZARCILIK MACERASI (2)
“Oğlum kalk, uyan, saat yediyi geçiyor,” diyen telaşlı bir ses duydum. Gözlerimi açıp baktım; annem baş ucumda konuşup duruyordu:
“Bu hafta pazara sen gidecekmişsin. Çakırca köyündeki akrabalardan Yağcı İsmail vefat etmiş, baban cenazeye gidecek.”
Uyku sersemiydim, boş gözlerle anneme bakarken kendi kendime: “Ne pazarı, Çakırca nereden çıktı, Yağcı İsmail de kim?” diye soruyordum.
“Kalk oğlum, kalk! Üzümleri satması için Korucu Hasan’ın oğluyla konuşmuş baban, tam yüz lira yevmiye istiyormuş terbiyesiz! Ayrıca ‘Bir paket uçlu sigara ve öğle yemeği masrafı alırım,” diyormuş. Yalvarırım kalk oğlum, acele et; sen yaparsın bu işi, ‘yapamam’ diyorsan Hasan’ın zibidisi kapacak parayı.”
“Yaparım anne,” deyip fırladım yataktan.
Ben yüzümü yıkamak üzere lavaboya giderken annem pencereyi açıp dışarıya seslendi:
“Tamam, kalktı, geliyor!”
Her şeyi net olarak algılıyordum artık. Günlerden cumartesiydi ve dün topladığımız on yedi sandık üzümü Yalova pazarına götürecekti babam. Bir hafta önceki pazarcılık maceram tam bir fiyaskoyla sonuçlandığı için bugünkü Yalova seferimizde adım sanım geçmiyordu. Kadere bak ki önceki haftanın pazarcılık figüranı olan ben, bugün başrolde görev üstlenecektim.
Yüzümü yıkadım; ıslatmadığım, limon suyu sürmediğim saçlarımı birkaç tarak sürtmesiyle gelişigüzel taradım. Kot pantolonumu ve tişörtümü giyerken: “Bu hafta süs bitkisi gibi dikilmek yok,” diye geçiriyordum içimden.
Evet, gerçekten de geçen haftaki pazarcılık maceramda saksıdaki süs bitkisi gibi dikilip durmuştum tezgâhın başında. Saat dokuza doğru pazar hareketlenmiş, müşteriler çoğalmıştı. Babamın; el terazisiyle bazen domates, bazen salatalık, bazen incir, bazen de üzüm tarttığını, müşterilerden para alıp para üstü verdiğini görebiliyordum. Fakat saat dokuz buçuk olduğu hâlde ben siftah bile yapamamıştım. Pazar düzmeye gelenler tezgâhlardaki sebze ve meyvelere bakarak önümden geçiyorlar; İznik Müşküle cinsi, iri taneli, altın sarısı üzümleri ve üzerindeki “3 lira” tabelasını görüyorlar fakat bana bakmıyorlar, bana bir şey sormuyorlar, benden bir şey istemiyorlardı.
Hayalini kurduğum Yalova’nın güzel kızları önümden geçiyordu bazen; fakat hiçbirinin dikkatini çekemiyordum. O devirlerde “Kim takar Yalova kaymakamını!” diye bir deyim vardı. Haklıydı kızlar; pazar tezgâhının başında süs bitkisi gibi dikilen birini kim takardı ki!
On dakika, yirmi dakika, kırk dakika geçmiş fakat bir şey değişmemişti. Ben siftahsız beklerken babamın başından müşteri eksik olmuyordu. Saat on buçuğu gösterdiğinde beceriksizliğimi kabul edip “Demek ki her mesleğin bir inceliği varmış, pazarcılık benim harcım değilmiş,” diye düşünerek üzüm sandıklarını babamın yanına tek tek taşımıştım. Hiçbir işe yaramayan terazi ve dirhemleri malzeme sandığına koyduktan sonra pantolon ceplerimi yoklarken “Haklıymışsın baba, bu işi beceremedim, en iyisi ben biraz gezeyim,” demiştim.
Babam anlayışlı adamdı, yan yana üç cepli pazar önlüğünün orta cebinden buruşuk kırışık bir yirmi lira çıkarıp uzatırken “Kamyon yedide hareket eder, sakın geç kalmayasın,” diye uyarmıştı.
O gün Yalova’nın çarşılarında, sahilinde ve en işlek caddelerinde gezip tozarken kalbimde bir buruklar vardı; vardı çünkü hem beceriksiz davranmış hem de babamı yalnız bırakmıştım. Dile kolay, otuz beş sandık sebze ve meyve… Nerden baksan yedi yüz kilo eder. Onca malı satabilecek miydi acaba?
Akşama doğru pazar yerine döndüğümde anladım ki üzüntü ve kaygılarım boşunaymış; sebzelerin hepsini satmış babam, sadece üç sandık üzüm kalmış. Boş sandıkları dörder beşer kamyona taşırken işe yaradığım hissine kapılarak vicdani rahatsızlığımı bastırmıştım. Kamyonun hareketine yarım saat kala babamın tezgâhında sadece iki sandık üzüm kalmıştı. Babam “Bunları da asker arkadaşım manav Musa’ya bırakalım,” deyince birer sandık yüklenerek yolun karşısına geçmiş ve tam karşıdaki ara sokağa girmiştik. Musa abinin dükkânı üç blok ötedeymiş. Üç beş dakikalık selamlaşma, tanıştırma ve sohbetin ardından babam: “Bizim acelemiz var; üzümler sana emanet, kaça satarsan sat, haftaya helalleşiriz,” demiş ve Pazar maceramız başarıyla sonuçlanmıştı.
İşte şimdi, bir hafta sonra yeniden; yeni ve daha ciddi bir pazarcılık macerama başlamak üzere giyinirken “Fakat bu hafta kaytarmak yok, iş başa düştü çünkü,” diyordum kendi kendime. Kararlıydım, ben de babam gibi yapacaktım. Her şeyden önce fiyat tabelası yazmak gibi bir hataya düşmeyecektim. “Üzüm kaç lira?” diye soranlara; gösterişli ve daneleri iri bir salkımdan, üzerinde üç beş üzüm olan bir budak koparıp verecek ve “Önce tadına bakın, beğenirseniz fiyatı kolay,” diyecektim. Üzümü tadan müşteri beğendiyse satın alacak, beğenmediyse helallik isteyecekti ki böyle durumlarda vicdan sahibi Türk insanı genellikle “Tart bir kilo,” derdi.
Gayet kibar olacaktım; müşterilere, yaşlarına ve cinsiyetlerine göre “hanımefendi, beyefendi, hanım kız, bey kardeşim, bey abicim” gibi sözlerle hitap edecektim. Üzümlerimi övmek için “Safran bunlar, susuz bahçenin mahsulü bunlar; yerli üzüm burada, köy üzümü burada; tatmak bedava, almak parayla; alan bir pişman, almayan bin pişman” gibi sözlerle çığırtkanlık yapacaktım. Ve en önemlisi mahsulü tartarken dirhem kefesi daima üstte, üzüm kefesi altta olacaktı.
Yapar mıydım? Elbette yapardım. Yatılı okulun tiyatro salonunda defalarca sahneye çıkıp skeçler sergilemiş, piyeslerde rol almıştım. Yüzlerce kişinin önündeki sahnede bir işportacıyı, çok yaşlı bir hastayı, omuzlarda nutuk atan bir politikacıyı canlandırabiliyorsam, alelade bir pazar yerinde, alelade bir pazarcıyı taklit edebilir ve hatta pazarcı gibi davranabilirdim.
Kararlıydım, başaracaktım; annemin “Birkaç kaşık çorba iç, istersen yumurta kaynatayım,” sözlerini duymazdan gelerek apar topar çıktım evden.
Köy meydanındaki manzara ve telaş geçen haftanın benzeriydi. Çorbacı Mehmet’in kamyonu çalışır vaziyetteydi, sandıklar kamyona yüklenip urganlarla bağlanmıştı. Kalabalıkta babamı bulup:
“Geldim baba,” dedim.
Beni görünce babamın yüzü aydınlandı, gözleri parladı. Tebessüm ederken neşeli bir sesle: “Aferin, adam gibi giyinmişsin!” dedikten sonra son uyarılarını yaptı: “Bizim sandıklar kasanın en önünde, tam on yedi sandık, unutma! Hepsinin üzerinde ‘A.E’ yazıyor. Komşumuz Küllü Yaşar da üzüm satacakmış bugün, ona talimat verdim, sana göz kulak olacak. Benim tertip manav Musa’ya mutlaka uğra, “Sandıkları almaya geldim,’ de, para verirse al, vermezse sakın isteme. Satamadığın üzümleri sakın ola ki köye getirmeyesin, akşama doğru hepsini Musa’nın dükkânına götürürsün.”
“Tamam baba,” deyip kamyon kasasındaki yerimi aldım.
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.