- 582 Okunma
- 0 Yorum
- 3 Beğeni
698 - ŞELALE
Onur BİLGE
“Şelale,
Şelale’nin karşısına kurduk soframızı, geçtik başına, hem yedik içtik hem de Adalya’nın mazisinin bir başka bölümünü film gibi seyrettik. Kaptan Düden’in başında aşka geldi, ta suyun gözüne, hatta gölüne, kaynağına kadar gitti, beni de sürükledi. Az daha Eğridir’e kadar gidecek sandım inan! Sonra da oradan suyla beraber akıta akıta Aşkdeniz’e kavuşturdu, bıraktı beni.
“Düden, su yutan, su çeken delik demektir. Bütün yeraltı akarsularına düden denir. Bizim buralarda çok yemek yiyenlere: Şuna bak! Düden gibi… Ne versen götürüyor!” derler.
Eskiden falezlerden dökülen bu şelalelere Kataraktes deniliyordu. Yunancada Katarakt Şelale, Kataraktes Şelaleler demek. Katarakt, halen tıpta perde anlamında kullanılıyor.
Bu su, Bucak ve Korkuteli’nden beslenerek gelir, burada, yani Varsak’ta ortaya çıkar. Kestel Gölü’nü ve orada bir yeraltı gölünü meydana getiren sular, Pınarbaşı’nda, dağın altından, bir büyük bir küçük olmak üzere iki ana gözeden ve pek çok küçük gözden fışkırarak Kırkgöz Gülü’nü meydana getirir. Gölün içi tatlı su balıklarıyla, su yılanlarıyla, üstü bembeyaz çiçekler açan nilüferler ve kamışlarla kaplıdır. İçinde kayıklarla gezilir. Bir gün de oraya gidelim seninle İnşallah!”
“İnşallah! Sen nereye dersen seve seve giderim. Sen nereye, ben oraya… İnşallah öteki tarafta da öyle olur!”
“İnşallah! Gölün suyu birkaç kilometre sonra Değirmenler’de yere batar. Yer altında yirmi kilometreden fazla yol alarak, Liborten Kome’da tekrar dışarıya fışkırarak yarım kilometre kadar daha aktıktan sonra yine bir mağaraya girer. Yer altında dört kilometre daha giderek işte bu ağızdan çağlayarak Düdenbaşı Şelalesi adını alır. Şelalenin çevresinde de Varsak Obruğu’nun yanındakiler gibi bir antik yol, bina ve mezar kalıntıları vardır. Büyük ihtimalle burası o antik kentin mezarlığıdır.
Düden Çayı, bu otuz metrelik vadiden akarak ovayı sulamaya başlar. Havaalanı yakınlarında Cırnık Köprüsü’nün yanından bir kısmı ayrılarak, Yedi Arıklar diye adlandırılan yedi çay halinde Antalya’nın içine girerek şehre hayat verir ve nihayet Karpuzkaldıran’da harika bir çağlayana dönerek senin Aşkdeniz’e kavuşur. Daha önceleri yirmi dokuz yerden dökülürken elimizde bir tane kaldı. Ne yazık ki artık bununla yetinmek zorundayız.
Düden’in bir kolu, on yıl kadar önce, büyük bir kanalla Kepezüstü’ne getirilerek Kepez Hidroelektrik Santrali’ni çalıştırmaya başladı. Oradan Düdenbaşı’na kadar kanalla getirilen çay, ovaya su ve alüvyon taşıyarak killi toprağı bile bereketlendirdi. Düdenbaşı’nın doğusundan ayrılan kol, asırlar önce Perge’nin su ihtiyacını karşılamış.
Varsak’dan çıkan kol Yüksekalan’dan geçtikten sonra pek çok arığa ayrılarak sokaklara ve bahçelere dağılır.
Ana kol, Kızılarık’dan geçerek Meydan’da Yediarık’a ayrılıp değirmenleri çalıştırır. Diğeri Kaleiçi sokaklarından, kalelerin dibinden akıp Değirmenönü’nde Aklar, Çapacı ve Hacı Mustafaların un değirmenlerinin türbinlerini döndürdükten sonra narenciye ve sebze bahçelerini sulayarak denize dökülür. Diğer kolu Yenikapı Caddesi’ndeki kalelerin dibinden akar, Karaalioğlu Parkı’ndan geçtikten sonra Adil Aşçıoğlu’nun buz fabrikasını çalıştırarak denize kavuşurdu. Sonradan yatağı değiştirildi. Şimdi Atatürk Caddesinin ortasında akarak iki yanındaki ağaçlarla Adalya’yı süslüyor.
Diğer bir kolu Şarampol’den Kanlı Çay adıyla hızla akarak Kızılsaray Mahallesine, oradan da kışlanın içinden geçerek, Cumhuriyet Caddesinin altından geçip un fabrikasının türbinini döndürerek Gazhane’nin yanından denize dökülür.
Bir kolu da Cırnık Köprüsü’nün altından Karahayıt’taki uçsuz bucaksız araziye ekilen karpuzları sulardı. Sular oralarda göllerdi. Göl karpuzları çok daha büyük ve kalın kabuklu olurdu. Kabukları tam reçel yapılacak nitelikteydi. Sular o kadar gür akardı ki bazen köprüyü yutardı. O zaman oradan ancak kayıklarla geçilirdi. Çok yağmur yağdığında da geçit vermezdi atlara arabalara Cırnık Köprüsü.
Hali vakti iyi olanlar, Çancı Mehmet’i çağırırlar, bahçelerine sarnıç açtırırlardı. O kuyuların içleri Horasan harcıyla sıvanırdı. Bu işten en iyi o anlardı.
Yaz günlerinde yemekler, kuyuların başındaki betonlara sofra bezleri serilerek sofra altı denilen açılır kapanır ahşap ayakların üstlerine konan tepsilerde, sinilerde, yere diz çökülerek yenirdi. Ne günlerdi azizim! Ne güzel günlerdi!”
“Öğretmenler, coğrafya derslerini sınıfın içinde anlatıyorlar. Çocukların bir kulaklarından giriyor, öbür kulaklarından çıkıp gidiyor. Akıllarında kalmıyor. Şimdi buraya kadar kanalı takip ede ede geldik, döküldeni gördük. Kollarının çıkış ve gidiş yollarını öğrendik. Nasıl unutulur artık! Konular, mümkün mertebe bu şekilde işlense, belki de diplomalı cahil ordusu ortadan kalkar. Öyle değil mi Kaptan?”
“Öyle ama öğretmenlerin de bizimkiler gibi gemileri yok ki mesela, denizleri okyanusları, bahsi geçen kıtaları, ülkeleri gezdirsinler, göstersinler. İşte atlaslarda ne varsa, kalanı hayal gücüne bırakılarak anlatılıp geçiliyor. Biraz da merak meselesi, arkadaşım! Çocuğun o konuyla alakası yoksa zorla mı sokacaksın kafasına! Öğrenmek isteyen, merak ettiklerini araştırır, soruşturur, bulur. Biz de anamızın karnında öğrenmedik yani. Onlar şarkıcıları artistleri bilirler. Onları merak ediyorlar, onları araştırıyorlar, onları öğreniyorlar. Hem de imini cimini…Onlar hakkında ne sorarsan sor, şıp diye bilirler!”
“Haklısın Kaptan! Sen hep haklısın! Benim kıt aklıma bakma sen! Ah, aptal kafam! Ben de senin gibi kaptan olmak istiyordum. Bilmem daha önce anlattım mı?”
“Hayır. Anlatmadın. Anlattıysan bile benim kafam da deliktir. Akıp gitmiştir.”
“Estağfurullah! O nasıl söz! Maşallah diktafon gibi… Biz aslen Karadenizliyiz ya… Karadeniz demek, denizcilik demek… Okuyup bir deniz subayı olmayı çok isterdim mesela ama nerde bende o kafa! Mankafayım ben! Nato kafa, nato mermer!”
“Yunanlılar ona “Nato kefali, na to marmaro” derler. Aslında Yunanca bir deyimdir o! Na, işte demek… İşte kafa, işte mermer! Neden kendine haksızlık ediyorsun? Akıllı adamsın sen. Bir insan hem birçok mesleği ustaca yapabiliyor hem de kendi çapında da olsa bir şeyler yazıp çizebiliyorsa, sıradan biri değildir.”
“Ağabey, aşka battığım gibi ilim deryasına batsaydım, profesör olurdum da o namussuz bırakmadı ki yakamı! Ders çalışacağım, alırım elime kitabı, yazılar silinir, sevdiğim kızın hayali belirir. Aşk, kendimi bildiğimden beri hastalık halinde bende… Sen Şelale diyorsun, ben benimkinin omuzlarından aşağıya dalga dalga dökülen simsiyah saçlarını düşünüyorum… Anlattıklarını dikkatle dinleyebilmek için neler çektim bir bilsen! Bir anda aklım kayıp gidiyordu. “Necmettin, kendine gel! Bak, Kaptan sana emek çeke çeke bir şeyler anlatmaya çalışıyor!” diyordum. Aklım var ya… Nakış makinesi gibi zikzaklar çizdi durdu, mevzunun sonuna kadar.”
“Demek ki seni o kadar sıkıntıya soktum, dostum!”
“Hemen alınma Kaptan yahu! Ne yalan söyleyeyim! Doğrusu bu! Ben sana söyledim! “Benden adam olmaz!” dedim. Can çıkar huy çıkmaz! Huylu, huyundan vazgeçmez! Boşuna emek sarf etme benim için.”
“Olacak olacak! Yarı yarıya oldu bile. Kara kömürden elmas olmuyor mu! Oluyor değil mi? Oluyor ama parlamıyor. Onu ne yapıyorlar? Kese kese köşeliyorlar. O zaman ne oluyor? Işıl ışıl, pırıl pırıl oluyor! İşte Necmettin, insan da aynen böyledir. İşlenmedikten sonra elmas olsa neye yarar! Onun için erenler, âlimler gelmişler, cevherleri keşfetmişler. Üşenmeden, bıkmadan usanmadan uğraşmışlar, onları işlemişler. Cevherlerden birisine babasını mı hocasını mı daha çok sevip saydığı sorulmuş. Hiç düşünmeden “Hocamı!” diye cevap vermiş. Sebebimi sormuşlar. “Babam beni gökten yere indirdi, hocam beni yerden göğe çıkardı!” diye cevaplamış.”
Bu söz üzerine çok duygulandım. “Ver elini öpeyim!” dedim Kaptan’a. “Benim öz babam yoktu. Ben babamı hiç görmedim. Hakkında tek kelime bile duymadım. Gözümü açtım, babalığımı gördüm. Onun gerçek babam olmadığını anladığımda da arkadaşlarımın babalarını sevdiğim kadar sevebildim. Onun için sen benim babam olacak kadar büyük değilsin ama hem öz ağabeyim hem de hocamsın!” dedim.
Sarıldım boynuna. Bir de ağladım. İyi mi!..
Talebe”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 698
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.