- 536 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ZAP SUYU DELİ AKAR
ÖYKÜ TADINDA BİR ANI
Doğan Soydan
Gençlik yıllarımızda çoğumuzun bir çiftten fazla ayakkabısı olmazdı. Bu, yoksulluktan değil, yaşam anlayışımız öyleydi. Savaştan çıkmış, ayağına giyecek çarık bulamamış dedemizden, babamızdan böyle görmüş böyle öğrenmiştik; biri eskimeden ikincisi alınmazdı. Şimdiki gibi yazlık-kışlık ayakkabılar, çeşit çeşit botlar, spor ayakkabılar yoktu zaten. Yüzde yetmişi köylerde yaşayan, tarımla uğraşan halkın çoğu lâstik ayakkabı giyerdi. Ülkemiz gelişip üretim arttıkça yaşam anlayışımız da değişti ayakkabımız da…
Tam da kışın ortasında ayakkabım eskidi. Dikişi sökülmüş, altı delinmiş ayakkabım ayağıma yük olmaktan başka işe yaramıyordu. Ayaklarım üç aydan beri kar, yağmur, çamur içinde. Bir gün başım ağrıyor bir gün dişim… Burnum, boğazım tıkalı. Taşı sıksam suyunu çıkaracağım yaşta olmama karşın bir şekeri ikiye bölemiyorum. “Ölürsem cenazemi Çukurca’da bırakmayın, memleketime götürün!” diyorum; arkadaşlar hastalığımı ciddiye almayıp gülüyorlar!
Bir çift ayakkabı alabilmem için önce Kaymakamlığa sonra Sümerbank’a gitmem gerekiyordu. Çay, şeker, un, ayakkabı gibi temel ihtiyaçlar Sümerbank’ta satılırmış. Bölge halkı bunları gereğinden çok alıp Irak’a götürür, oradan kaçak mal getirirlermiş. Çukurca Kaymakamı kaçakçılığı önlemek için böyle bir düzen koymuş; önce Kaymakamlığa gidip bir “ihtiyaç kartı” alacaksın sonra Sümerbank’a gideceksin… Ben o kartı alalı üç ay oldu ama Sümerbank’ta ayakkabı yok ki! Ne zaman gitsem, “Yollar açılırsa yeni mal gelecek,” diyorlar ve ben yine o tabanı delinmiş, dikişi sökülmüş ayakkabının esiri oluyorum.
Bir de bakkalımız vardı Çukurca’da; Bakkal İsmail… Irak uçakları Çukurca’yı yanlışlıkla bombalayınca yaralanmış, Irak hükümetinden tazminat alıp zengin olmuş. Kimine göre Kel İsmail kimine göre Topal İsmail’di onun adı ama yüz yüze gelince herkes “İsmail Efendi” diyor. Bir de kamyoneti vardı Bakkal İsmail’in. Kış boyunca evinin önünde bağlı durur, yaz gelince Hakkâri’ye yük ve yolcu taşırdı. Askerî araçları saymazsak bundan başka da motorlu taşıt yoktu zaten; bir de haftada bir gelip giden posta arabası…
Birgün askerî gazinonun önünde oturuyorduk. Öğretmen Murtaza’nın ayağında pırıl pırıl bir cıslavet ayakkabı gördüm. Cıslavet en çok giyilen lâstik ayakkabıydı o zamanlar. Dikkatlice baktığımı görünce, “Bakkal İsmail’den aldım,” dedi. Bakkal İsmail’in ayakkabı satmadığını, satmasının yasak olduğunu bildiğim halde Murtaza’nın sözüne uyup ben de gittim. “İsmail Efendi bir cıslavet de bana…” dedim. Bakkal İsmail parmağını dudağının önüne dikleyerek, “sus” işareti yaptıktan sonra, “Vallah yok! Murtaza’ya verdiğim o şey geçen seneden kalmış; torbaların altından çıktı,” dedi. Ayakkabım gözüme iliştikçe kendimi yoksul, zavallı görüyor, üzülüyordum.
Çukurca, eski zamanlarda Irak’a bağlıyken sonradan Osmanlı topraklarına katılmış, 1926 yılında da Türkiye Cumhuriyetine dahil edilmiş. Güneyde Irak dağlarının sıfır noktasından başlar, Çukurca kalesine doğru uzanır. Bu ikisinin arası bin metre kadardır ve ilçenin yegâne caddesi burasıdır. Sayısı üçü beşi geçmeyen iş yerleri, karakol, ceza evi ve diğer resmi daireler bu cadde üzerindedir. Şehrin dört yanı dağlarla çevrilidir. Dağlar yüce ve yakın olduğundan her yöne en fazla 3-4 Km uzağa bakabilirsiniz; sonra dağlara çakılıp kalır gözleriniz. Daha uzaklara bakabilmek için bazen arkadaşlarla Hakkâri yolu üzerindeki Efkâr Tepesine giderdik. Burada ufuklara, gökyüzüne, uzak dağlara ve derin vadilere uzun uzun bakardık. Zap Suyu da görünürdü buradan. Derin bir vadinin içinde sanki acelesi varmış gibi delice akan; Türkiye topraklarıyla vedalaşıp Irak sınırına girmeye hazırlanan Zap Suyunun çağıldayan sesini duyardık. Efkâr Tepesinden Zap Suyuna, gökyüzüne, ufuklara ve gözümüzün erdiği kadar uzaklara bakmak bizi dinlendirir, rahatlatırdı. Yolu kapalı, her şeyden mahrum, “olağanüstü hal” cenderesine sıkışmış, radyonun bile çekmediği böyle bir yerde, arada bir Efkâr Tepesine gitmek yegâne sosyal yaşantımızdı; bir de pazar akşamları düzenlenen likör partisi…
Likör partisini PTT Müdürü, Banka Müdürü, Tekel Müdürü gibi daire müdürleri düzenliyor, bazen Belediye Başkanı, Karakol Komutanı da katılıyordu. Sıra kimdeyse onun dairesinde oluyordu bu… Amaç, likör içmekten çok bir araya gelmek, söyleşmek, moral yükseltmekti; ama öğretmenleri içlerine almıyorlardı nedense? Banka müdürü hemşerimin torpiliyle(!) ben ve bir de öğretmen Murtaza katılıyorduk. Murtaza komik, taklitçi ve şakacıydı. Yaptığı taklitler, anlattığı fıkralarla onları güldürüp eğlendiriyordu. Amaç da buydu zaten; gülmek, eğlenmek, hoş vakit geçirmek... Ben ise yolu kapalı, her şeyden mahrum bir yerde; “olağanüstü hal” gölgesinde gülmek, eğlenmek içimden gelmiyor, hiçbir tat alamıyordum; hem de ayağımdaki delik deşik ayakkabıya baktıkça moralim bozuluyordu. Kaymakam için verilen özel yemekten sonra ayrıldım. Ayrılmamın nedeni yalnızca ayakkabım değil; o akşam anlattığım bir fıkra idi.
O günlerde başka bir ilçeye atanan Kaymakam için özel programa Belediye Başkanı ile Komutan da katılmıştı. Akşamın ilerleyen saatinde öğretmen Murtaza ne anlatsa ötekiler göbeklerini titrete titrete gülüyorlardı. Derken, şarkı, türkü, şiir, fıkra faslı başladı. Sırası gelen dağarcığında ne varsa boşaltıyordu. PTT Müdürü buraya sürgün gelmiş, emekliliği geçmiş biri. “Dil şad olacak diye kaç yıl avuttu felek;” Banka Müdürü, “Ateşe benzerdin küle dönmüşsün,” şarkısını, komutan da “Çiçekten harman olmaz / Yar derde derman olmaz,” türküsünü söylediler. Onlar söylerken kimi hüzünleniyor kimi neşeleniyor, ara ara da alkışlar dışarı taşıyordu. Sıra bana geldi. Oldum olası bir işe yaramam zaten(!) Akşam gazetesinden kesip cüzdanımda sakladığım bir fıkrayı biraz okuyarak biraz ezbere anlatmaya başladım:
“Nuh’un Tufanında gemiye her canlının bir erkeğini bir de dişisini almışlar,” diyorum, “dişi” sözünü duyunca gevşeyip gülüyorlar. Banka Müdürü, “Eee?” diyerek fıkrayı sürdürmemi istiyor; ötekilerin de kulağı seste… “Yol uzayınca erkeklerle dişiler arasında cinsel kargaşa başlamış,” diyorum, göbekler inip inip kalkıyor! Banka Müdürü, “Eee?” diyor yine. “Bakmışlar ki iş kötüye gidiyor, erkeklerin erkeklik uzvunu kesip almışlar ve birer kart vermişler. ‘Tufandan sonra kartını gösteren emanetini alacak’ demişler,” diyorum, kahkahalar dışarı taşıyor. Banka müdürü, “yaşa hemşerim!” diyerek iltifat ediyor ve ben sürdürüyorum anlatmayı: “En çok da dişi fare sevinmiş buna... Sık sık erkek farenin karşısına geçip, ‘oh bana bişey yapamaz oldun ya!’ diyerek alay ediyormuş. Erkek fare dayanamamış, kartını çıkarıp dişi fareye göstermiş: ‘Şunu görüyor musun? Tufandan sonra sana ne yapacağımı görürsün!’ demiş. Bunu merak eden dişi fare, ‘o ne ki?’ diye sorunca, erkek fare, ‘ben eşeğin kartını çaldım!’ demiş…” Fıkrayı bitiriyorum ama kimse gülmüyor! Sanki soğuk bir rüzgar esti, ortam buz gibi oldu! Kimse konuşmuyor… Sonra, PTT Müdürü, “Kinaye yapma, kinaye yapma!” diyerek, sessizliği bozdu ama asıl bozulan Karakol Komutanı oldu. Bana bakarak: “Sen, olağanüstü hale tufana mı diyorsun? Peki, tufan bitince ne yapacaksın, söyle bakalım!” dedi. Komutan daha konuşacaktı ama Kaymakam ayağa kalkıp veda konuşması yapmaya başlayınca, Komutan susmak zorunda kaldı. İşte o günden sonra hiç katılmadım likör partisine.
Dağların karı yavaş yavaş eriyor. Çukurca yolu açıldı ama Sümerbank hâlâ bomboş… Ne zaman gidip sorsam, “Yeni mal gelecek,” diyorlar. “Gelse de artık işime yaramaz,” diyorum. Bir ay sonra yaz tatili başlayacak, memlekete gideceğim. En iyisi, en güzeli, en pahalısından bir ayakkabı alacağım. O günü iple çekiyordum. Birgün yine askerî gazinonun önünde oturuyorduk. Güneş sırtımızı yavaş yavaş ısıtıyor. Ortalık balçığa kesmiş… caddede akan kar suyunun ışıltısı yüzümüze vuruyordu. Gelen oturdu gelen oturdu. Benim ayaklarım yine önümdeki sandalyenin altında. Öğretmen Murtaza ayakkabıma bakarak: “Bende eski bir ayakkabı var, giysen birkaç gün idare edersin,” dedi. Hemen, “olur…” dedim. Ben kırk bir numara giyerim, Murtaza’nın ayakkabısı kırk üç numara. Altı kauçuk, ağır, topuklu, beşik gibi bir ayakkabı! “Hiç yoktan iyidir,” diyerek ayağıma taktım. Meğer başımın da dişimin de ağrısının anası ayakkabılarımmış! Bir gün sonra ne ağrım kaldı ne sızım… Ayaklarım üşüdükçe dertlerim depreşirmiş meğer! Yaz tatiline on gün kalmıştı. Memurlardan biri hayali konuşmalar yapmaya başlayıp da akıl hastanesine gönderilince tedirginliğim ve sabırsızlığım arttı. İşte o gün okul müdürü bana müjde gibi bir şey söyledi: “Son sınıflar iki gün sonra yatılı okul sınavına gidecek. Onları Van’a götürürsen sizi izinli sayarız, oradan da memleketine gidersin,” dedi. Bu öneri “müjde!” gibi gelmişti bana, hemen kabul ettim. Ben bunun sevincini yaşarken o gün o gece yarısı şiddetli bir gürültüyle uyandık. Evlerin ışıkları yandı, söndü… Ertesi sabaha, “Dağ göçmüş!” haberiyle uyandık. Bir dağın yerle bir olduğunu, apartman büyüklüğünde kayaların yerinden kopup yuvarlandığını düşünün! Dağ göçmüş, yolu kapatmış! Biz, “Çocuklar ne ile gidecek, nasıl gidecek?” diye düşünürken bir kara haber daha geldi: Balıkesirli hemşirenin kardeşi ölmüş! “Acele gel!” diye yazmışlar telgrafa. Böyle durumlar en çok da Bakkal İsmail’in işine yarardı; onun kamyonetinden başka taşıt yoktu. Hemşirenin iki gözü iki çeşme! Derken, ertesi gün sabah erken yola çıkmaya karar verdik. Hemşire, ben ve sekiz öğrenci… Yolun ilk kırk kilometresini bakkal İsmail’in kamyonetiyle gideceğiz, kapanan beş kilometreyi de, Zap Suyunun yolu dövdüğü sığ yerlerden yürüyerek geçeceğiz. Sonrası içinse “Allah büyük!” demekten başka çaremiz yoktu. En çok da Köprülü karakoluna güveniyoruz. Orada askerler Hakkâri’ye erzak getirmeye giderlermiş; hem de bölgeye yük getirip götüren kamyonlar olurmuş. “Nasılsa birine rastlarız,” diyoruz.
Bakkal İsmail’in kamyonetine bindik. Hemşire ile ben şoförün yanında, öğrenciler kamyonetin üstünde gidiyoruz. Hemşire sürekli ağlıyor. Bakkal İsmail, “Yalan dünya! Hepimizin gideceği yer!..” diyerek onu avutmaya çalışıyor. Derken kamyonetimiz sert bir frenle durdu. Yolun üstüne dağ gibi yığılan kayalar önümüzde… Bakkal İsmail’in parasını ödeyip geriye gönderdik. Şimdi, yola sıfır ve paralel akıp gelen Zap Suyuna girip kayalara, ağaç, ot köklerine tutunarak yürüyeceğiz. Heybemizi, torbamızı yere bırakıp paçaları sıvadık. Bakkal İsmail, “Ayakkabınızı çıkarmayın, taşlar ayağınızı keser,” demişti hepimiz öyle yaptık. Benim ayağımda Murtaza’nın eski ayakkabısı… Her adımda ayağımdan çıkacakmış gibi oluyor. Çocuklar doğanın hırçınlığına meydan okuyorlar sanki. Onlar ilerliyor biz hep gerilerde kalıyorduk. Sağımız dağ, solumuz Zap Suyu. Yol bu ikisinin arasında ama heyelânın altında kalmış. Kimi yerde kayaların burnu suyun içine değin sokuluyor; çocuklar burayı geçince birbirimizi göremez oluyoruz. Ben, “yavaş gidin, bizi bekleyin,” diye ünlesem de nafile… Bizden uzaklaşınca o çocuksu halleri başlıyor, biz yaklaşınca susuyorlar. Arada bir, güneş gören bir taşın, toprağın üstüne çıkıp dinleniyoruz, sonra yolculuğumuz yeniden başlıyordu. Zap Suyu deli akar. Ayağımız biraz içe kaysa yutmaya hazır! Öğrenciler bizi, biz onları sakınarak, kollayarak yürüyorduk. Biraz uzaklaşınca gürültüleri artıyor biz yaklaşınca susuyorlar. Sınavı kazanır da büyük kentlerin çarkına takılırlarsa bu saf, doğal terbiyelerinin bozulacağından korkuyorum. Saate baktım; beş kilometreyi iki saat yürümüşüz. Heyelanlı bölüm bitip de yol yeniden önümüze çıkınca dünyalar bizim oldu! Köprülü karakoluna doğru yürüyüşümüzü sürdürüyorduk. Bir saat kadar daha yürüyeceğiz. Hemşire hâlâ ağlıyor, hiç konuşmuyor! Şoför İsmail’in dediği gibi, “Yalan dünya… Hepimizin gideceği yer…” gibi soyut avuntuları söylemeye dilim varmıyor; arada bir, “yoruldun mu?” diyorum, başını indirip kaldırıyor. Köprülü karakoluna geldiğimizde askerler ağ kurmuş, voleybol oynuyorlardı. Bizi görünce uzun uzun baktılar. Üşümüştük! Nöbetçi er, hemşireyle beni komutanın odasına, çocukları kantine aldı. Hepimize çay ikram ettiler. Bizim bu korkulu yolculuğumuz komutan için doğal olmalı ki halimizi hiç yadırgamadı. “Birazdan Hakkâri’ye gidilecek, sizi de alsınlar,” dedi. En çok da hemşire sevindi buna; yolculuğumuzu ara vermeden sürdürecektik. Biraz sonra askerî araca doluştuk. Hepimiz cemsenin üstündeyiz. Zap Suyu bizi terk etmiyor; o bir yana biz bir yana akışıp gidiyorduk. Dağların karı buralarda tam erimemiş, kar suyunu emen toprak iyice gevşemiş. Bir avuç toprak kayması olsa, bir taş yuvarlansa askerler kulak kabartıyor, “çığ gelebilir” diyorlar. Zap Suyunun akışına, dağlara baka baka gidiyorduk. Epey gidip de Sümbül Dağın gölgesine girince hava iyice soğudu. Sümbül Dağı ucu görünmeyecek kadar yüce. Kar’ı hiç eksik olmazmış. Solumuzda, Sümbül Dağın ikiziymiş gibi bir dağ daha yükseliyor. Yol ile Zap suyu’nun yatağı bu iki dağın arasında… Biraz sonra Hakkâri - Van yoluna çıkıp da bu dağa tırmanmaya başlayınca, Köprülü’den beri hep yere baka baka gelen arabamızın burnu birden dikleşti. Az önceye kadar tekerlekle aynı düzeyde olan Zap suyu, şimdi buradan bakınca derin bir vadinin içinde mavi bir çizgi gibi görünüyordu. Öğrenciler askerlerden, askerler öğrencilerden sessiz… Hemşirenin gözü hep yolda hep yaşlı! Van’a giden bir arabayla karşılaşırsak bineceğiz, yoksa o gece Hakkâri’de kalacağız ama hemşirenin acelesi var… Hakkâri şehir merkezine yaklaşınca otobüsten küçük minibüsten büyük bir arabayla karşılaştık. Bir far işaretiyle durduruldu. Biraz geç kalsak bu fırsatı kaçıracakmışız gibi telâşla askerî araçtan inip bu küçük otobüse bindik. Saate bakıyorum gün yarıyı geçmiş. Çocuklara, “Akşam ezanı okunurken Van’dayız…” dedim ama hiç sevinmediler. Toprağından koparılmış çiçekler gibi yüzleri solgun. Çukurca’dan başka yer görmemişler. Dünyanın öte ucuna gelmişler gibi hepsi suskun ve garipsi...
Van’a girerken, damlarında tezek ve ot yığınları olan tek katlı evler çıktı karşımıza. Şehir merkezine yaklaştıkça yol ışıklandı, yüksek binalar çoğaldı. Çoğunun bacası tütüyor, ışıkları yanıyordu. Çocukların heybelerinde otlu peynir, haşlanmış yumurta, tandır ekmeği çoktu. Acıkmıştık da… İlk iş bir otele yerleşip yemek yiyeceğiz. Arabadan indiğimiz yerde sora sora ucuz otellerden birini bulup girdik. Otelci akşam namazı kılıyordu. Ben ve hemşire birer sandalyeye oturduk, çocuklar ayakta kaldı. Otelci namazı bitirince bizimle ilgilenmeye başladı. Hepimiz yorgunduk ve acıkmıştık. Ne ayakta duracak ne oturacak gücümüz kalmıştı. Biraz sonra çocuklar ikinci kata çıkıp üç dört yataklı odalara yerleştiler. Ellerini yüzlerini yıkadıktan sonra azık torbalarını çözüyorlardı. Onlar yemeklerini yerken, ben, Balıkesirli hemşireyi şehir terminaline götürdüm. Ankara’ya gidecek otobüs perona girmiş bekliyordu. “Kendini çok üzme, metanetli ol!” dedim. Vedalaşıp ayrıldık.
Kahvaltı salonları, lokantalar, dükkânlar, mağazalar henüz açıktı. Dükkânların önünde –Çukurca’da mahrum kaldığımız- meyveler, sebzeler görünüyordu. Böylesine bol ve bereketli ülkemizde bunlardan mahrum yaşamak; bir ayakkabı bile alamamak ne acı! Sonra ayağımdaki ayakkabıya baktım. Derisinde Zap Suyu’nun çamuru kurumuş; eskisinden daha paspal göründü gözüme. “Şimdi bir ayakkabı almanın tam da zamanı,” dedim. Çok gitmeden bir ayakkabıcı dükkânı gördüm. Küçük vitrinin ışığında beş on çift ayakkabı parlıyordu. İçeri girdim. Dükkânın sahibi yüzüme bakmadan ayakkabıma baktı. “Atın çalımlısı nalından, adamın bakımlısı ayakkabısından belli olurmuş.” Ayakkabıma bakarak nasıl bir müşteri olduğumu az çok kestirebilirdi ama benim ayakkabım yanıltıcıydı; kimliğimi, kişiliğimi, mesleğimi yansıtmıyordu. En kaliteli, en pahalı ayakkabıyı sordum; pazarlık yapmadan alıp çıktım. Otele doğru yürürken elimde taşıdığım şey ayakkabı kutusu değil, sanki mücevher kutusuydu!.. Öyle çok sevinmiştim ki!.. Babam bayramlık ayakkabı aldığında da böyle sevinirdik… Ertesi sabah uyandığımda çocuklar otelde yoktular; şehri gezmeye çıkmışlar. Onlar gelinceye değin duş aldım, Çukurca’da hiç giymediğim takım elbisemi giydim, kravat taktım. Sıra yeni ayakkabımı giymeye gelmişti. Düşüp kırılacak mücevhermiş gibi tutuyordum elimde! Bağcıklarını özenle çözüp incitmeden giydim. Odanın içinde duvardan duvara şöyle bir iki kez yürüdüm. “Akçe akıl, don yürüyüş öğretirmiş,” gerçekten yürüyüşüm değişmişti. Sonra aynaya baktım, yüzüm gülüyordu!.. O anki ben, dünkü ben değildim!..
Van’da bir Yatılı Bölge Okulu olduğunu biliyordum. Çocukları bu okula yerleştirmeyi Çukurca’dayken tasarlamıştım ama okul kabul edecek miydi? Aksi olursa onları kendi hallerine bırakıp gidemezdim; harçlıkları kısıtlıydı. Biraz sonra otelden çıkıp Yatılı Bölge Okuluna gideceğiz. Aynaya bir kez daha baktım. Çocuklar kılık kıyafetleri, çamurlu lâstik ayakkabılarıyla dünkü çocuklardı ama ben bu halimle dünkü ben değildim… Bu takım elbiseyle, bu yeni ayakkabıyla nasıl çıkacaktım onların karşısına. Murtaza’nın ayakkabısı Van kaldırımlarında nasıl eskisinden daha sönük kaldıysa, çocuklar da benim bu kıyafetim yanında öyle sönük kalacaklardı! Bir daha ya gelir ya gelmez; ya görür ya görmezdim onları! Çukurca’da nasılsam, belleklerinde öyle kalmak istiyordum. Beynimi sarsan bu düşünceden sonra soyundum! Eski elbisemi yeniden giyindim ama Yatılı Bölge Okuluna Murtaza’nın bu ucube ayakkabısıyla gidemezdim. Yeni ayakkabımı giydim, Murtaza’nın ayakkabısını da kapının arkasına attım. Van Gölü’ne uzanan cadde üzerindeki Yatılı Bölge Okuluna doğru yürürken, çocuklar hep arkada kalıyor, gördükleri her şeye bakıyorlardı. Kaldırımlar, vitrinler, vitrinlerdeki yapay mankenler, hükümet konağı, onun önündeki Atatürk heykeli; hepsi ilk, ilginç ve yabancıydı onlara. Ben ise yeni ayakkabımla yürümenin keyfini yaşıyordum. Yatılı Bölge Okulunun bahçesinde karşılaştık okul müdürüyle. Çocuklar bahçede kaldılar. İkinci kattaki müdür odasına çıktık. Durumu anlatıp isteğimizi bildirdim. Okul müdürü beni dinledikten sonra, “Kalsınlar kalsınlar ama yemek parasını alırım,” dedi sonra ondan da vazgeçti. Hep beraber yatakhaneye çıktık, kalacakları odaları, ranzaları gezdiler, gördüler. Hemen otele gidip eşyalarını alıp gelecekler. Ben, biraz sonra hareket edecek olan otobüse yetişme telâşındayım. Onlar eşyalarını toplarken ben de kendi çantamı hazırladım. Yeni ayakkabımın bağcıklarını çözüp yeniden bağladım. Güle oynaya yürüyoruz. Ben terminalde kalacağım, onlar Yatılı Bölge Okuluna gidecekler. Şamataları uzaktan duyuluyor, insanlar dönüp dönüp bize bakıyorlardı. Moralleri yüksek ve sevinçliydiler. Terminalin önünde sarmaş dolaş vedalaşırken gördüm: otelde kapının arkasına attığım Murtaza’nın eski ayakkabısı öğrencimin ayağındaydı.