- 533 Okunma
- 3 Yorum
- 5 Beğeni
639 - CAMGÜZELİ
Onur BİLGE
“Camgüzeli,
Torosların başları bulutlanmaya başladı. Bulutlar grileşti ve ağırlaştı. Gökyüzü mecalsiz kalmış olacak ki daha fazla tutamıyor rahmeti. Bu senenin ilk yağmuru… Sabahtan beri sık sık çiseliyor. Toprak susuz, kurumuş, kabuk tutmuş. Aç bir bebeğin anne sütüne kavuştuğu zamandaki iştahıyla emiyor iri iri yağmur tanelerini. Rahmeti, ana şefkatiyle kucaklıyor ağaçlar, çiçekler, çalılar, otlar.
Sayısı belirsiz sıkıntılar görmüş geçirmiş halkın yüzü gülüyor. En çok da köylü seviniyordur. En çok ihtiyaç duyduğu sudur.
Yağmurun altında avuçlarını açmış, kollarını gökyüzüne doğru uzatmış çocuklar sokakta: “Yağ yağ yağmur! Teknede hamur, bahçede çamur… Ver Allah’ım ver, sicim gibi yağmur!” diye koro halinde şarkı söylüyorlar. Meryem’i annesi dışarıya salmamış yine. Pencerenin içindeki ahşap pervaza dirseklerini dayamış, camdan dışarıda oynayan çocuklara bakıyor. Onlarla beraber sepeleyen yağmurun altında oynayamadığı için canı gidiyor! Onu gördüklerinde şarkıyı değiştiriyorlar:
“Yağmur yağıyor, seller akıyor… Arap kızı camdan bakıyor!” Esmer, kara kıvırcık saçlı, yanık tenli kız çok fena kızıyor! Annesine kızdığından çok onlara… Hışımla camı açıyor. Yumruğunun ucuyla, sol eliyle tutmakta olduğu cama vura vura: “Gelirsem yanınıza! Gösteririm ben size gününüzü!” diye bağırıyor.
Yağmur taneleri ona da değiyor. Eliyle yüzündeki damlaları siliyor. Sarkıp aşağıya bakıyor. Mesafeyi kestirmeye çalışıyor bence. Pencere yerden olsun olsun da yetmiş santim yukarıda olsun! İstese kaçar oradan yalınayak oyuna katılır ama sonrasını düşünüyor. Terlikle dayak yemek de var ucunda.
“Gelsene! Gelsene! Göstersene!” diye dalga geçiyorlar. “Gelceğin varsa görceğin de var! Bizim de elimiz armut taşlamıyo ya!” diyorlar. Öfkesinden tepinmeye başlıyor. Arkasına bakarak: “Anne!.. Bak neler diyolar bana! Ben de sokağa çıkcam!..”
İçerden ne cevap veriyor annesi, bilmiyorum. Meryem put gibi duruyor.Uzaktan anlaşılmaz bir kadın sesi geliyor. Çocuklar dil çıkararak, parmaklarını iyice açıp nanik yaparak, ampul takar gibi yaparak: “Deli deli tepeli, kulakları küpeli!” diye zavallı mahpusu iyice çılgına döndürüyorlar! Camı açık bırakıp annesine dert yanmaya ya da izin koparabilmek için yalvarmaya gidiyor. Çok geçmeden annesi gelip çocuklara:
“Gidin buradan! Ortalığı tozutmayın! Başka yerde oynayın! Çabuk!.. Gelmeyeyim oraya! Hayde!..” diye bağırıyor, hınçla camı kapatıyor.
Oyun, dünyanın en güzel şeyi çocuk için, yetişkin içinse aşk! Onların aşkları oyun! Ne acıkırlar ne susarlar, ne de yorulurlar oynarken. Islanmak da başka bir oyun türü zaten. Yalın ayak başı kabak az oynamadım ben de sokaklarda. Onları çok iyi anlıyorum. Küçük kıza çok acıyorum.
Meryem’in annesi temizlik hastası… Aman eli kirlenmesin, üstü başı batmasın! “Ona dokunma, buna elleme!” diyor, çocuğu oyuna salsa bile pencereden ya da kapının önünden komutlar yağdırıyor. Bir yere giderlerken elini bırakmıyor. Çocukcağızın kolu askıda kalıyor. Yere falan değer diye çekiştirip duruyor.
Her gün mü çamaşır yıkar insan! O kadın her gün çamaşır yıkıyor. Nerden buluyor o kadar çamaşırı, bilmiyorum. Aklıma “Bekâr çamaşırı mı yıkıyor acaba?” diye sorular geliyor. Birini diğerine karıştırmak şurda dursun, ipte bile yan yana asmıyor. Bir ip çorap, bir ip iç çamaşırı, bir ip erkek gömleği… Yani her şey kendi arasında gruplanmış. Ayrıca renklerine göre de ayrılarak asılmış. Toplarken de hiç üşenmeden birer birer katlıyor onları, çamaşır sepetine itinayla yerleştiriyor. Mandalları beline bağladığı bakışlı mandal torbasına koyuyor.
Meryem dışarıda da göz hapsinde… Öteki çocuklar gibi toz savuramaz, çamur oynayamaz, yerdeki taşlara, evlerin önlerindeki betonlara, taş merdiven basamaklarına oturamaz. Hemen uyarı alır. Emir büyük yerden… İster istemez emre itaat eder, eli mahkûm.
Her gün yıkanır o kız. Nerden mi biliyorum? Kapının önüne, güneşe çıkarır İsmet onu, kafasında bembeyaz havluyla. Orada açar, kurular başını. Elinde iki taraflı kara bir kemik tarak, saçlarını yola yola tarar. “Anne!.. Yavaş!.. Çok acıyor!..” diye bağırta bağırta… Çocuğun ağzı taranan tarafa kayar. Bağırmayı abartırsa, huysuzlanır kıpırdanırsa tarağı kafasına yer! Bağırmamak, tekrar tarak yememek için dişleriyle alt dudağını ısırır da ısırır, ıstırapla! Gözlerini sıkar. Yaşlar süzülür yanaklarından iki dizi… Burnu da akar. Bir de onun için azar işitir Meryemcik. “Nerde mendilin? Cebine bak! Sil burnunu!” Ne kadar da sadist anneler var!..
“Hanım! Bari kısa kestir o kızcağızın saçlarını! Yazık değil mi çocukcağıza!..” diyeceğim, samimiyetim yok. El mecbur, susuyorum. Fakat o çocuğun hırpalanmasına dayanamıyorum! Halbuki alışık olmam lazım böyle şeylere. Ne kederlere tanık olmuşum bu zamana kadar, ne kadar yaralanmış, yıpranmışım! Bu olaylar neden bu kadar gözümde büyüyor benim? Yaşlandığım için mi bu kadar yufkalaştı yüreğim yoksa İslam’a yaklaştığım için mi? Galiba hep bunlar Kaptan’ın marifeti!
Mahallede yaşanan küçücük bir olay bile, kıyamet tesiri yatıyor ruhumda! Neredeyse: “Serçelerin kanatları ıslanmasın!” diyeceğim geliyor. Oysa saçak altları ne güne duruyor! Onlar özgürce uçup, diledikleri yerlere konabiliyorlar.
“Onları havada bir tutan var!” diyor kuşlara baktıkça Kaptan. “Yeryüzünde hiçbir hareketli başıboş değildir. Büyük bir güç tarafından sevk ve idare edilirler.”
Yuvalarını ağaçlardan çok saçak altlarına yapıyorlar. Haliyle konakladıkları yerin altını da kirletiyorlar. Pimpirikli İsmet, elinde bir kargı, kuş yuvalarına sokup sokup oralardaki çeri çöpü yere düşürürken yumurtaları da, yavruları da düşürüyor. Yumurtalar evin önünü kaplayan betona çarpınca kırılıyor, dağılıyor. Yavrular “Pat!” diye düşüp, yere yapışıp kalıyor!
Her yer kuş tüyü, yuva kalıntısı oluyor. Sonra elinde ot süpürge ve faraşla geliyor. Betonu ve toprak kapı önünü süpürüyor. Çöpleri alıp, bahçesinin köşesindeki yemişin altına kazılan, yapraklarla, meyve ve yemek artıklarıyla yarısına kadar dolu olan çukura döküyor. Sonra elinde su tenekeleriyle geliyor. Bunlar, karşılıklı iki yüzlerinin aralarına bilek kalınlığında tahtalar çakılı olan, ağızları açılmış, kenarları dövülmüş, yirmi litrelik gaz tenekeleri… İkisi de ağzına kadar su dolu… Betonu baştan sona bir güzel yıkıyor. Sokağı tekrar suluyor. Sonra da başlıyor kapıyı pencereyi yıkamaya. Yıkamak ama nasıl yıkamak!
Kapı da pencereler de sarı tahta boyasıyla boyalı… Ne çabuk da kirlenmiş! Daha iki ay olmamıştır telleyip boyayalı. Elinde bir tahta teli, bir bıçak… Islatıp ıslatıp telliyor pervazlarla kapıyı, eşiği… Bıçakla sıyırıyor, düzlüyor onları. Kapının tahtalarının aralarını bile bıçağın ucuyla kazıyor. İçinde ne varsa çıkarıp atıyor. İyice temizlendiğine kanaat getirinceye kadar yıkıyor. Kapının önünü tekrar süpürüyor, yolun taşları, toprağın taşlaşan kısmı ortaya çıkıyor. Betonu bir daha yıkıyor. Yıkadığı yerleri kurumaya bırakıyor. Daha sonra tahta boyasıyla kapı ve pencere pervazlarını, çerçevelerini, kapıyı ve eşiği boyuyor. Aklına estikçe yapıyor bunu. Yaz kış hiç usanmıyor.
Boşuna, Pimpirikli İsmet dememişler ona! Her gelenin arkasından temizlik yapıyor. Sanki pislik getirip döküyorlar ya da sıvıyorlar evine! Delilik parayla pulla değil!
Akşam kocası eve gelince hemen içeriye giremiyor. Ne haddine! Kapının önünde de değil, az ötesinde bekliyor. Karısı elindekileri alıyor. İtiyat edinmiş ya: “Silkelen!..” diyor. Adam silkelenmesi gerektiğini biliyor zaten. Hızardan geliyor. Her tarafı bıçkı tozu… Sudan çıkmış kedi köpek gibi silkeleniyor. Kollarını, paçalarını vura vura temizliyor. Ayakkabılarını çoraplarını çıkarıyor. Onları da silkeliyor. Getirilen ev terliklerini giyiyor da adımını öyle atabiliyor içeriye. Tabii doğru banyoya… Camgüzeli haline getirdiği kızını bile yaz kış yıkayıp, kapının önünde tarayan kadın, onu öyle yatağa sokacak değil ya!
Bak! Bir şey daha hatırladım. Hani benim dükkâna geldiğinde camın kenarına oturur, dışarıya bakardın ya… O zaman Cam Güzeli derdim sana.
Saatlerce denizle bakışırdın. Aşkdeniz’in çividi mavisi, lacimavi gözlerinle yarışırdı. Her defasında mat olur, solar, bulanır giderdi.
Sen hiç gitmezdin o zamanlar. Yani hepten gitmezdin. Akşamdan sabaha hasretini çekerdim. Sabahı iple çekerdim. Hep beklemekti derdim.
Sıkıntımdan akşamları kafa çekerdim. Kimseden çekmediğimi sensizlikten çekerdim.
Yağmur Ağacı”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 639
YORUMLAR
Belki sırf bu yüzden Tövbe tüm boyutları ile çocuklara öğretilmeli. Kuru bir kelime olarak verilmemeli. İnsanın fıtratı temizdir. Günaha bulaştıkça temizlik ihtiyaç olur. Yol ve yöntem bilinmiyorsa kişi temiz olmak adına yeni alışkanlıklar edinir. Pişmanlık hissi doğru kanalize edilemiyorsa, saldırganlık gelişir. Saldıracak kimsede yoksa yada yetmiyorsa gücümüz. Eşya yada çocuklar alternatifimiz olur.Ki çaresi olan şeyi alternatifle gidermeye çalışmak bitevi çaresizliğe mahkum olmaktır.İsmetin durumu sanki bu. İman yoksa sorun yok. Fakat İman varsa ve gereği yapılmıyorsa o boşluğu hiç bir eylem kapatmaz. Aksine denenen her yöntem o boşluğu biraz daha büyütür.
Niye çözümleme telaşına düştüysem.:)
Hayırlı sabahlar hayırlı Ömür.
Hayranlıkla okumaya devam ediyorum.
"BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ " NİN sona ermesine daha çok var, ömrümüz okumaya yeter inşallah.
Saygılarımla Efendim...
Onur BİLGE
İlginiz için teşekkürler... Sevgiler... :)