- 342 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Tebrik Kartları
"MESELE BAŞKA" adlı kitabımdan...
Çok soğuk bir Şubat gecesi. İçimde müthiş bir sıkıntı, bir huzursuzluk var. Yalnızım ve üşüyorum.
Böyle gecelerde, kesinlikle gözüme uyku girmez. Uyumaya çalışsam da uyuyamam. Sabahlara kadar boş yere yatakta döner dururum. Kafamdan, nice düşünceler geçer. Geçmişte yaşadıklarımı anımsarım. Yatak, çok zaman diken diken batar bana. Yatamam.
Alıştım böyle uykusuz geçen gecelere. Geceyi ziyan etmemek için kalkar, çalışma masasının başına geçerim. Kendi kendime oyalanır, saatlerce çalışırım. Bazen de gazete, kitap okuyarak eğlenirim. Kitaplar, bambaşka dünyaya götürürler beni. Kendimi öykülerdeki, romanlardaki kahramanların yerine koyarım.
Bazen bir şey yapmak gelmez içimden. O zaman okumayı da bırakıveririm. Gözlerim, bir
noktada odaklanır, düşüncelerim, geçmişin derinliklerindeki bir olaya takılır kalır. Düşünmek de en büyük zevklerimden biridir. Sabahlara kadar düşünür, geçmişi yeniden yaşarım.
İşte yine öyle gecelerden birindeyim. Hava soğuk ve ben üşüyorum. Üstelik yanımda kimsecikler yok. Yapayalnızım. Sadece, kendimle konuşuyorum. Kendi kendime düşünüyorum.
Geçmiş günlerin arasında yüzüyorum. Gerilere, çok gerilere gidiyorum. Kendimi, aniden çocukluk günlerimde buluyorum.
Yedi yaşındayım. Üzerimde siyah bir önlük, boğazımda beyaz bir yaka var. Tombul bir çocuğum. Yüzüm bembeyaz. Etler derimden fışkırıyor. Ağabeyim beni elimden tutmuş, okula götürüyor.
Okulun daha ilk günü. O kadar sevinçliyim ki…
Peki, neden çocukluk yıllarım geliyor gözümün önüne? Neden, bu kadar eskilere gidiyorum? İlkokul günlerimin hayatımda ne önemi var? Belleğimden neden silinmiyor? Yeri geldikçe neden bu zamanı hatırlıyorum?
Cevabı çok basit: İlk acı, ilk sevgi, ilk aşk…
Dünyaya geldiğimden beri ilk defa bu zamanda aşık oluyorum. Ne olduğunu bilmediğim sevgiyle bu yaşlarda tanışıyorum. Çocukça bir düşünce de olsa, güzel duygular yaşıyorum.
Henüz birinci sınıftayım. Benden birkaç yaş büyük olan komşumuzun kızı Hacer’i görünce bambaşka oluyorum. İçimde anlatılamayacak kadar bir kıpırtı, bir heyecan oluyor. Yüzüm kızarıyor. Domates gibi oluyorum. Ellerim titriyor. Adeta elektrikleniyorum.
Hacer, ilkokul dördüncü sınıfta. Oldukça şişman bir kız. Sarışın. Masmavi gözlere sahip. O gözlere bir türlü bakamazdım. Utanırdım. Onunla göz göze gelince, başımı hemen yere eğerdim.
Büyüktü benden Hacer. Hem de birkaç yaş büyük. Görüntüsü bile farklıydı benden. Tombul olmama rağmen kendimi onun yanında fındık tanesi gibi görürdüm. Beni, küçük görmesin diye, hep, benden büyüklerle oynardım. Zil çaldığında, o sınıfına gidene kadar, ben, büyük sınıflardan birine girerdim. Boş bulduğum bir sıraya oturur, o gözden kaybolunca çıkar, koşarak kendi sınıfıma giderdim.
Okul dönüşü, mutlaka yolunu beklerdim. O, mahallenin başka çocuklarıyla giderdi evine. Ben, arkalarından takip ederdim onları. “Tıs tıs” ederdi yürürken. Nefes alamazdı adeta.
Bir defasında evimizin önüne geldi Hacer. Diğer komşu çocuklarıyla oynayacaklardı. Heyecanlanmıştım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Önce yatağın altına gizlendim. Burada, beni görür diye dama kaçtım. Saatlerce damda kaldım.
Çocukça bir sevgiydi bu. Ama olsun. Sevginin küçüğü büyüğü olmuyor işte. Yıllar geçmiş aradan, unutamamışım. Hâlâ hafızamın bir köşesini süslemiş bu sevgi.
Soğuk bir Şubat gecesinde, yalnızlığımı çocukluk aşkım Hacer ile gideriyorum. Uykum gelmiyor bir türlü. Sabaha daha epey vakit var. Oyalanmam gerekiyor. Bir şeyler yapmalıyım.
Kalkıyorum yerimden. Kütüphaneye yöneliyorum. Elimi raflara atıyorum. O kadar kitap arasından biraz büyükçe, tozlu bir zarf elime geçiyor. Ne olduğunu unutmuşum. Zarfı açıyorum. İçindekilere bakıyorum merakla. Ne olduklarını görünce duygulanıyorum.
Dostlarımdan bana gelen tebrik kartları bunlar.
Düşüncelerim, çocukluk yıllarından gençlik yıllarına kayıyor. Şimdi üniversitedeyim. Burada dostlarımla beraberim.
Aradan uzun yıllar geçmiş. Ayrılalı yıllar olmuş. Hiçbiri beni unutmamış. Çeşitli vesilelerle hatırımı soruyorlar. Mutlu günlerimi kutluyorlar.
Temelleri sağlam atılan dostluklar unutulmuyor. Yıllar geçse de tazeliğini koruyor. Böyle dostluklar yıllanan şarap gibi olurlar. İnsana tat verir, zevk verir, mutluluk verir.
Mutluluk verir: Çünkü unutulmadığınızın, hala sevildiğinizin farkına varırsınız.
Acı verir: Çünkü geçmişteki acı dolu günleri yeniden yaşarsınız.
“Bitmez”, “Tükenmez”, “Geçmez” dediğiniz günler bir heyula gibi gözlerinizin önüne gelir.
“Zaman, her şeyi unutturur”,
“Zaman en iyi ilaçtır.” derler.
Düşünecek olursak ne kadar da doğru sözler bunlar. Zaman su gibi akıp gidiyor. Bir daha geri gelmiyor. Aynı su ile bir daha yıkanılamıyor. Her geçen gün, saat, dakika, saniye ömürden gidiyor. Giden bu günlerin farkına dahi varamıyoruz.
Bir de bakıyoruz ki günler ayları, aylar yılları kovalamış. Uzun, çook uzun yıllar geçmiş aradan. O günler, hepimize yabancı kalmış.
Resimlerimizde dahi kendimizi tanıyamaz olmuşuz. Simsiyah olan saçlar, şimdi kar gibi. Pürüzsüz olan yüzümüz, şimdi ütü görmemiş gömlek gibi olmuş.
Dünyaya ise sevmediğimiz bir camın arkasından bakıyoruz. Üstelik kalınlığı da her geçen gün artıyor.
Bizi teselli eden tek şey dostlarımız. Ama gerçek dostlarımız. Bizi unutmayan, hep hatırlayan can dostlarımız…
“Kaldı mı öyle can dostluklar?” diyeceksiniz. Böyle düşünmekte haklısınız. Bu zamanda öyle dostluklar bulunmuyor. Sadece menfaatler üzerine kurulmuş, sahte dostluklar çoğunlukta günümüzde. Ama yine de bu kadar kötümser olmamak lâzım. Kıyıda, köşede az da olsa kalmıştır, öyle içten, samimi, gerçek dostluklar. Muhakkak kalmıştır. Yarenlikler sonsuzdur. Dostluk, kardeşlik bitmez, ölmez, yıkılmaz.
Yollar, kavuşulamayacak kadar uzak da olsa, dünyalar, birleşilemeyecek kadar ayrılsa da, arada, dağlar gibi, denizler gibi engeller de olsa, yine de bir çaresi vardır. Olmalıdır. İçten, tâ gönülden bir “Merhaba” denilmelidir. Hal-hatır sorulmalıdır. Son durumlardan bir haber verilmelidir. Eşe-dosta bir selam gönderilmelidir. Bayramda, seyranda bir tebrik kartı olsun yollanmalıdır.
Soğuk bir Şubat gecesi… Gözlerimde hiç uyku yok. Sabaha az kaldı. Ben, hâlâ üşüyorum.
Aradan bunca yıllar geçmiş. Neredeyse bir ömür. Raflardan aldığım tozlu zarfın içindeki tebrik kartları, beni fakülte yıllarına götürdü.
Sizleri hatırladım dostlarım. Mustafa, Mahmut, İhtiyar Yusuf, Ali Demir, Yakup, Turgut, Refik, Veyis, Engin Cengiz, Yusuf Saygılı, Ayşe, Serpil, Nermin, Ekrem, Erol Güzel, Emmi… Şimdi nerelerdesiniz? Neler yapıyorsunuz?
Hatırlıyor musunuz? Daha dün gibi. Ülkenin çeşitli bölgelerinden valizlerimizi sırtlayıp Erzurum’a gelmemiş miydik? Kısa bir sürede kaynaşıp, can-ciğer olmamış mıydık? O dondurucu soğuklara rağmen, içimizi sevginin ateşiyle ısıtmamış mıydık? Kader birliği ederek, birbirimize maddi ve manevi destek vererek, tüm engellere göğüs germemiş miydik?
Aç kaldık, susuz kaldık, parasız kaldık. Hasta olduk, dertli olduk, perişan olduk. Ama yine de pes etmedik. Birbirimizi hiç yalnız bırakmadık.
Daha dün “Bitmez bu günler” diye, öğrenci yurtlarının arka bahçelerinde derdimizi döküp ağlamıyor muyduk? Bize gönül vermeyen sevgiliye kahretmiyor muyduk? Belki bir defacık yüzünü görürüz diye, kız yurdunun ön pencerelerinden defalarca geçmiyor muyduk?
Ne çabuk geçmiş yıllar? Sevgiliye ulaşamamanın acısını dahi unutmuşuz. Birbirimizi görmeyeli yıllar olmuş. Unutulmuşuz diye düşünürken ansızın çıkan bir tebrik kartı, bir telefon görüşmesi, kısa da olsa yazılmış bir mektup… ne kadar mutlu ediyor bizleri. Unutulmadığımızı, sevildiğimizi, gönüllerde iz bıraktığımızı bilmek sevindiriyor bizleri. Teşekkür ediyoruz arkadaşlara. Hemen cevap için harekete geçiyoruz.
Nostaljik şarkılarda, unutulmayan aşk şiirlerinde, onları hatırlatan bir şeyler duyup, gördüğümüzde, onlarla karşılaşıyor, eskiyi yaşayıveriyoruz.
Mustafa ile üniversite kayıtları için bir kuyrukta tanışmıştık. Dostluğumuzun temelinin ilk harcı bu kuyrukta atılmıştı. Bir daha hiç ayrılmadık.
Sınıfa ilk girdiğimde seni görmüştüm. Bembeyaz bir yüzün vardı. Kumral saçların kısa ve düz idi. Sarı bir kazak giymiştin. Kot pantolonla birlikte siyah çizmeler giyiyordun. Ürkek, çekingen bir halin vardı. Gözlerin hep yerdeydi. Gözlerine baktım. Keşke bakmaz olaydım. Ömrümün büyük bir kısmını harap edeceğini nereden bilebilirdim.
Dört yıl boyunca hep yanında oldum. Seni bir gölge gibi takip ettim. Ne kadar da iyi anlaşıyorduk. “İşte bu” diyordum. “ Ben aradığımı buldum” diyordum. Her ders sonunda yanındaydım. Sınıftan çıkarken yanına geliyor, yurda kadar sana refakat ediyordum. Bazen, sen önce çıkıyordun. Sana yetişebilmek için adımlarımı sıklaştırıyordum. Buzlu yollarda yürümek kolay değildi. Bu yüzden defalarca ayağım kaydı. Yere düştüm. Görenlere eğlencelik oldum.
Hoca sınıfta ders anlatırken, kaçamak gözlerle gözlerini arıyordum. Yakaladığım zaman içimden bir şeyler giderdi. Üşüdüğümü hissederdim. Kalp atışlarım değişir, patlayacak sanırdım.
“Unutursun” demiştin. Kolay olmadı seni unutmak. Kızmıştım sana, lanetler yağdırmıştım. Böyle bir sevgiye karşılık vermemiştin. Mecnun’u, Ferhat’ı, Kamber’i bile kıskandıracak bir aşka inanmamıştın. Beni istemediğin için kızmıştım sana.
Her yerde, her şeyde sen vardın benim için. Sen her şeydin. Her şey senin içindi. Bunu anlayamadın. Bunu bilemedin.
Senden ayrılırken yağmur yağıyordu. Sanki akan yaşlar, gönlümün gözyaşlarıydı. Şimdi Erzurum da benim için ağlıyordu. Belki de günlerce, haftalarca zerreciklerini bitirene kadar ağladı. Çünkü bu son ayrılıktı. Geriye dönüşü olmayan bir ayrılık.
“Hayır” dediğin o güne lanet ediyorum. Beni yıktığın, harap ettiğin, parçaladığın, ağlattığın, üzdüğün, incittiğin o kara güne lanet ediyorum.
Kesip attığın, olmaz dediğin, o kötü güne lanet ediyorum. Seni bıraktığım, bir daha hiç göremeyeceğimi bildiğim, o uğursuz güne lanet ediyorum.
Ve çok uzun yıllar geçmiş aradan. Senden ayrılalı bir ömür olmuş sanki.
Soğuk bir Şubat gecesindeyim. Artık seni iyice unutmuşum. Elimde tozlu bir zarf. İçinde dostlarımdan gelen tebrik kartları var.
Bir bir inceliyorum onları. Dalıp gidiyorum o eski günlere. Onlarla yaşadığım o tatlı anılar yeniden hayat buluyor gözlerimin önünde.
İşte Mustafa. Kilis’ten aramış. “Kurban Bayramı” imiş. Bayramımı kutluyor. Tebrik kartındaki resme dalıyorum. Gözlerim sulanıyor. Karttaki manzara şimdi değişiyor. Edebiyat fakültesinin daracık koridorları oluyor.
Mustafa ile tartışıyoruz. O, kendisinin benden daha yakışıklı olduğunu iddia ediyor. “Kadir İnanır’ın Erzurum temsilcisiyim” diyor. Ben, altta kalmıyorum. “Ben de Alain Brando’yum” diyorum. Mustafa şaşırıyor. “O da kim? Alain Delon’u duyduk da öyle biriyle tanışamadık” diyor. “Alain Delon ile Marlon Brando’nun karışığı” diye cevap veriyorum. Kahkahalarla gülüşüyoruz. Az ileride kızlar var. Aralarında sohbet ediyorlar. Mustafa “Kızlara soralım” diyor. Kendisi üzerini düzeltmek için tuvalete gidiyor. Kızlara yaklaşıp, bin bir özürle durumu anlatıyorum. Eğer benden yana bir tavır koyarlarsa kendilerine çikolata alacağımı söylüyorum. Kızlar kabul ediyor gülerek. Mustafa geliyor. “Sen sor” diyorum. O, “Niye ben soracak mışım? Sen sor” diyor. Kızlara hangimizin daha yakışıklı olduğunu soruyorum. Daha önceden anlaşmalı olduğumuz için kızlar, beni gösteriyor. Mustafa, renkten renge giriyor. Ben, hemen kantinden çikolataları alıp kızlara veriyorum. Mustafa “Bu işte hile olduğu belliydi” diyor.
Başka bir kart. Yakup. Amerika’dan sesleniyor. Boston manzarası göndermiş. Ben, o sıralar asker imişim. Karşımda esas duruşa geçiyor. Meşhur göbeğimi soruyor. Her halde bana, hâlâ sövüp duruyordur, diyorum kendi kendime.
Nereden bilebilirdim –öylesine gösterdiğim- Antepli’ye bu kadar düşkün olacağını. O’na körkütük âşık olacağını? Okulu, dersi bırakıp bütün gün kızın peşinden koşacağını, derbeder bir hal alacağını nereden bilebilirdim?
Vay Mahmut’um vay! Garip Mahmut’um. Sefil Mahmut’um. Vefalı arkadaşım. Benim gardaşım. Bilecik’ten arıyor. Öğretmen olmuş. Bana da mesleğimde başarılar diliyor. Hemen altına şu dörtlüğü geçmiş:
Unutmak mümkün değil
Unuttum dese de dil
Dünyaları verseler de
Unutmuyor seni gönül.
Acaba Adanalısını unutabildi mi? Hala kulaklarımı çınlatıyor Mahmut’un türküleri. “Aman Adanalı, canım Adanalı”…
Bir sonraki kartta, yurtta aynı odada kaldığım arkadaşlarımdan birine rastlıyorum. Bana ağabeylik yapan, Osmanlıca derslerinde yardımını hiç esirgemeyen, öğütler veren, derdime ortak olan Engin Cengiz Aydoğan’a.
Engin de Malatya Hekimhan’dan seslenmiş. Önce Farsça selamlıyor “ dust-ı vefayı men; Hakan sal-ı yeni’ni tebrik şod ki tura refahu hoş ruzan diler men” yani “ benim vefalı dostum Hakan, bayramını tebrik eder, hoş refah dolu günler dilerim” diyor. Dostluğunu, ağabeyliğini bir dörtlükle perçinliyor:
Sıcak gözyaşlarını andıran mektubunu
İçime sindirerek yudum yudum okudum.
Benden ne cevap iste, ne şunu, ne bunu
Sen mesutsun değil mi, inan ben de mesudum.
Güzel bir kart geçiyor elime. Üzerinde bir çift kenetlenmiş el var. Aralarında ise bir tek kırmızı gül. Kart, Yusuf’tan geliyor. Nam-ı diğer İhtiyar. Yaşça bizden büyük olduğu için öyle demiştik O’na.
Gönlündeki kıza hediye için bir seramik vazo almıştı. Kendisi veremediği için verebilirsem benim vermemi istemişti. “Alırsa ver. Almazsa sende kalsın. Geri alamam” demişti. Vazosunu hala saklıyorum. Evimin en güzel köşesinde kutsal bir yadigâr gibi duruyor.
Şöyle seslenmiş Yusuf bana: “Farz et ki bu kartı sana öküz yolladı. Ve böylece kendini avut, dur.” diyor. Dörtlükle noktalıyor:
Açıldıkça solan
Soldukça açılan
Kalbimin gülü
Sana gönderiyorum.
Yine aynı dönemden iki âşık arkadaşa rastlıyorum. Necati ile sevgili eşi Fikriye. İkisi de can arkadaşlar. Fikriye ile aynı sınıftanız. Necati ise bizden bir üstte.
Sevdiler birbirlerini. Mertçe istemiş Necati kızı babasından. Olmamış. Vermemiş babası. “Allah’ın emri ile olmazsa, silahın gücüyle” demiş Necati. Almış kaçırmış Fikriye’sini. Şimdi çok mutlu bir aileymişler. “Bayramımı kutluyorlar” En kısa zamanda bekliyoruz. Gel” diyorlar.
Yoğurt diyarı Silifke’den geliyor sıradaki kart. Kimden geldiğini hemen anlıyorum. Esmerliğinden dolayı “Kömür gibi” dediğim Serpil’den başkası değil bu.
“Baş belası Hakan” diye başlamış karta. Haklı da… Az çektirmedim fukaraya.
Bir yılbaşı şakasıydı. Yolda bulduğum bir taşkömürü yüzlerce kâğıda sarıp paket yapmış ve onu da yılbaşı hediyesi diye vermiştim. Her kâğıdın arasına “Heyecanlanma, hediyen bu kâğıdın altında, az kaldı, hediyene şimdi kavuşacaksın” gibi ibareler yazmıştım. Serpil paketi odada arkadaşlarının yanında açmış. Hepsi de alay etmişler kızcağızla. Kömürü görünce kahkahalarla gülmüşler. Uzun süre konuşmamıştı Serpil benimle. Gönlünü alana kadar neler çekmiştim.
Serpil şimdi Süleyman ile evli. Can dostlardan biriydi Süleyman. İyi futbol oynardı. Ama gol krallığında nedense beni geçemezdi. Selam söylüyorlar. Mutlu olduklarını yazıyorlar. Bunları öğrendikçe ben de burada mutlu oluyorum.
Küçük bir kart geçti elime. Üzerinde tek bir isim var: ANŞA.
Trabzonlu Ayşe bu. Tatlı, şirin, sempatik Ayşe. Hep ters giderdik onunla. Her gün kavgalıydık. Oysa çok da iyi anlaşırdık. Yıldızlarımız bir türlü barışmazdı işte. Ama yine de birbirimizi bırakmazdık. Bizden biriydi Ayşe. Grubumuzun en şen kişisiydi. Dört yıl boyunca adını hiç doğru diyemedim. Bu yüzden kızcağızın adı hep Anşa olarak kaldı.
Bir defasında Ayşe hasta olmuştu.
“Vefasız” demişti bana.
Öyle ya. Gerçek dost bir arar, geçmiş olsun der. Çiçek alır ziyarete gider. Ben yapmamıştım bunu. Arkadaş dediğin kötü günde belli olur. Hemen çiçekçiye gidip bir buket çiçek yaptırdım. Soluğu kız yurdunun önünde aldım. İçeriye giren her kıza Ayşe’nin oda numarasını ve adını veriyorum. Fakat o bir türlü gelmiyor. Bekliyorum, bekliyorum gelmiyor. Elimde çiçekle gören benimle dalga geçiyor: “Yeşillenmişsin”, “Ağaç olmuşsun”, “Kim bu şanssız kız?” diyorlar. Bekliyorum. Hâlâ bir gelen yok. Meğer bana gıcık olsun diye gelmiyormuş. Arkadaşlarıyla pencereye toplanmışlar bana bakıp bakıp gülüyorlarmış.
Suşehri’nden şair arkadaşım, tam anlamıyla rint kardeşim İhsan Tevfik geçiyor elime. Dörtlüğü hemen yapıştırıvermiş:
Hasan yeter, kelamı olmaz güzeli
Ben yazamam güzelliği ezeli
Kış gelince bağlar döker gazeli
Bu güzellik toza döner Suşehri
Sırada küçük beyaz bir zarf var. Zarfın üzerinde isim yok. Kimin el yazısı bilemiyorum. Tanımaya çalışıyorum, bir türlü çıkaramıyorum. “Kimden acaba?” diye merak ediyorum. Açıp bakıyorum.
“Değerli Arkadaşım…” diye başlıyor kart. Kalan satırları okuyamıyorum dahi. Donup kalıyorum. Benliğim, şuurum yerinden kayboluyor.
Gözlerim iflas ediyor. Beynim, görevini yerine getiremiyor. Düşünce yetimi kaybediyorum. Ellerim titremeye başlıyor.
Hep bu iki kelimede takılı kalıyorum. “Değerli Arkadaşım…”
Biraz sonra gözlerimden yaşlar, yavaş yavaş süzülüp akmaya başladı. Sızan yaşlar, dudaklarıma kadar indi. Gittikçe hızlandı. Hızlandı, hızlandı…
Sel oldu akan yaşlar. Dakikalarca ağladım. Saatlerce ağladım. Sabaha kadar ağladım.
Ağladım, ağladım, ağladım…
Çünkü o sendin. Seni nasıl da tanıyamadım.
Bir Şubat Gecesi. Hava soğuk, Gözlerim yaşlı.
Ben, hâlâ ağlıyorum…
Ağlıyorum…
17 Şubat 2000
Gazimağusa
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.