- 688 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
629 – ENGEL
Onur BİLGE
“Engel,
“Engelleri eğlence olarak kabul edersen, onlar ayağını alan değil, üstünde yürümen için düzgünce çekilen ipler haline gelir. Zorluklar karşısında sükûnetini muhafaza edeceksin. Güçlüklerin üstüne azimle gideceksin. Allah’ın, ödül alabilmen için sana sunduğu bu fırsatları en akıllı biçimde değerlendirmeye ve elinden geldiği kadar çok puan toplamaya çalışacaksın. Kaderindeki bu sürprizleri tebessümle karşılayacak olgunluğa ulaşmanı görmek istiyorum. Dünya hayatı tamamen bir oyun ve bir eğlenceden ibarettir.
Kaybolan bir şey yoktur. Her şey birinden diğerine dönüşür. Böyle münasip görülmüş. Şikâyetçi olmamalısın. Vahim vakalar karşısında çaresizlik içinde kıvranmamalı, hadiseleri olduğu gibi kabul etmelisin. Hayatta karşılaşabileceğimiz en kötü şey ölümdür. Onu bile en güzel şekilde karşılayabilmeli, hayatın olmazsa olmazlarından olduğunu kabul etmelisin. Ardında iyiler, güzeller ve doğrular için mükâfat merasimi olduğunu aklından çıkarmamalı, üzülmemeli ve ağlamamalısın. Bunu söylemek kolay, tatbik etmek zordur. Üzülmemek ve ağlamamak elde değildir ama mübalağalı olmamalı en azından.
Düşünsene Necmettin! Bir zamanlar en kötü hadiseler gibi gördüğümüz, içlerinden çıkmakta zorlandığımız meselelere baktığımızda “Ne kadar da mübalağa etmişiz! Ne lüzumu vardı sanki o kadar büyütmenin! Sanki dünya yıkılmış da altında kalmışım gibiydi! Şimdiki aklım olsaydı, şöyle yapardım, böyle yapardım…” der, o zamanlardaki halimizi dramatize ederek anlatır, kendi yaptıklarımıza kendimiz bile güleriz.”
“Benim engelim aşabileceğim kadar küçük değil. Yüce dağlar gibi duruyor önümde olanca heybetiyle…”
“O hiç de o kadar büyük değil. Onu sen büyüttün. Balon gibi şiirdin. Bir iğnelik işi var! Unutma ki dağ ne kadar yüce olsa, üstünden yol geçer. Aşılamayacak engel yoktur. Cesaretle işe başlarsan, azmedersen, sabırla çalışırsan her güçlüğü yenersin. Yolunu, yönünü tespit ettikten sonra sana duralamadan hedefe kadar yürümek düşer. Bize de o yolu bulabilmen için “Allah istikâmet versin!” diye dua etmek kalır.
“Mâni tanımayan mânidar mânicisin sen. Aslında engelleri aşmamı öğütlerken sezdirmeden nefsime hoş gelen şeye engel koyuyorsun. Biliyorum, bunu benim iyiliğim içim yapıyorsun. Karşılığında benden bir şey beklemiyorsun. Yani bir ücret… Teşekkür bile… Bu kadar yaş yaşadım, senin gibi birine rastlamadım! Ne kadar şanslıyım!”
“Bu hayat mücadeleyle güzel… Aksi halde yeknesaklaşır, çekilmez hale gelirdi. Sıkıntıdan yaşamaktan bıkanlar olur, intihara kalkarlardı. Başarı diye bir mefhum da olmazdı, ona ulaşmanın hazzı da…
Biz Adalya çocuklarıydık. Kendi oyuncaklarımızI kendimiz yapardık. Yaparken de zevk alırdık, oynarken de… Bahar gelince uçurtmalar yapardık. Kargıları yararak elde ettiğimiz çubuklarla, iplerle kasnaklar elde ederdik. Renkli ve parlak ambalaj kâğıtları alamazsak gazete kâğıtlarıyla kaplardık. Tutkal bulamazsak, sulu bir hamur ya da yumurta akı kullanırdık. Annelerimizde tire yoksa yalnız ipe para verirdik. Tamamlandığında başarının ilk etabını kat etmiş sayardık kendimizi. İkinci etap baştan sona cebelleşmeydi.
Rüzgârlı Antalya baharlarında havalandırırdık bayraklarımızı. Altıköşe, sekizköşe falan derdik onlara. Kasnaksız şeytanlılar da vardı. Onların pek şansları olmazdı. Kısa sürede yıpranır, yırtılır giderlerdi. İmanları zayıf kişilere benzerlerdi.
Tek başına zevkli olmazdı uçurtma uçurmak. Zaten havalanması için birinin tutup epey bir uzağa gitmesi ve uçuracak olan “Bırak!” deyinceye kadar onu arkasından tutarak rüzgâra karşı yükseltmesi, emri alır almaz bırakması gerekirdi. İpin ucunu tutan koşmaya başlar, rüzgâr kuvvetine ilaveten ilk itici kuvvetli sağlardı. Ona tatbik edilen ilk kuvvet onu fena halde sarsar, kendine getirir. Uçması gerektiğini bildirir ve destekler. Havalanmayı başardıktan sonra da bir başına orada kendi feyline kalamaz. Kendisini kader rüzgârına bırakır ama ipin ucu kimdeyse o kontrolü elinden bırakmaz. Daha da yükseklere çıkarak salınması için onu ara ara yavaş yavaş çeker salar.
Sen de gayet iyi bilirsin bunları. Bütün detaylarıyla hem de ama benim anlatmak istediğim farklı… Bizim birbirimizle ve her birimizin Yaratan’ımızla aramızda güçlü bağlar olmalı mutlaka.”
“Bilgi güçtür! Daha çok bilgisi olan diğerlerini onunla korumalı gözetmeli. Daha iyiye, daha güzele, daha iyiye ulaştırmaya çalışmalı. Hayvanlar bile yardımlaşıyorlar kendi aralarında. Bildiklerini bildirerek beni yeni baştan şekillendiriyorsun. Yerlerde sürünmemi değil, göklerde süzülmemi istiyorsun. İpin ucu sende oldukça korkmam için sebep olmadığını hissettiriyorsun.”
“Bu zamana kadar bilen bilmeyene bildirerek ayakta kalmış güzellikler. Birbirimizi gözeteceğiz tabii ki! Göz göre göre uçuruma yuvarlanmasına müsaade etmeyeceğiz. Mâni olacağız elbette! Bize yakışan budur! Fakat ille de ille kendine kıymakta kararlı ve ısrarcı olan varsa yapabileceğimiz bir şey kalmaz! Kendi düşen ağlamaz!”
“Bile bile kendini ateşe atan olur mu!”
“Oluyor işte! Nefsine zulmediyor! Tövbe etmiyor. Gidişatını düzeltmiyor. Ne yapalım! Kendü bülür padişah!”
“Beni o günlere götürdün Kaptan! Hay Allah senden razı olsun! İstanbul’un yedi tepesinde ne uçurtmalar uçurulmuştur kim bilir asırlarca! Çocukluğumda çok izin vermezlerdi bana ama arada ipi kırardık. Tepelere çıkardık. Ne uçurtmalar, ne uçurtma savaşları yapardık. Ardından kavgalar da olurdu. Çok sürmezdi ama dargınlıklar. Çocuk kalplerinde kin barınamazdı. Sözünü kestim senin. Özür dilerim. Lütfen devam et ağabey! Can kulağıyla ve büyük bir hazla dinliyorum.”
"İşte öyle! Bildiğin gibi Necmettin… Uçurtmayla uçuran arasında bir bağ vardı, seninle benim aramdaki gibi. Erenler rabıta demişler. Kalbi kalbe raptetme vakası yani… İpin ucu sağlam tutulmalıdır. Bırakmaya gelmez! Bayrak alır başını gider, bir yere tepetakla düşer, mahvolur yoksa! Onun nasıl uçtuğunu seyretmekten büyük bir zevk alır aşağıdaki. Yukarıdaki uçmanın, aşağıdaki uçurmanın başarısıyla sarhoştur.”
“Siz uçurtmaya bayrak diyorsunuz? Bana tuhaf biraz geliyor da… Sen her bayrak dediğinde benim gözümün önünde dünyanın en güzel bayrağı canlanıyor. Türk Bayrağı!.. Tüylerim diken diken oluyor!.. Keşke ezan okunurken de olsa! Ah! Aptal kafam! Gürül gürül akan dereye koca bir kaya koydum. Akışa engel oldum. Bu benim çok kötü bir huyum! Konuyu dağıttım!”
“Estağfurullah! Öyle deme kardeşim! Zararın neresinden dönülse kârdır! İnancın arttıkça o da olur. Tefekküre ve farz ibadetlere devam et. Namaz vakti geldi zaten. Sonra devam ederiz.”
“Ah! Aptal kafam! Yine dilimi tutamadım, sözünün önüne geçtim! Affet!”
“Mühim değil arkadaşım! Mühim değil!”
Sen de öylesin benim için Sevgili Engel! Ne iş yaparsam yapayım aniden beliriveriyorsun. Ya gözümün önündesin, ya aklımda… Ya ahenkle dans ediyorsun. Ya laf karıştırıyorsun. Benimle oynuyorsun.
Hiç rahat durmuyorsun!
Oyuncak”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 629
YORUMLAR
Oku. Emri gereğince okuyor Necmetdin, kaptanın gözlerinden eşyayı. İsabetli teşhisler yazıya hakim. Sancılı bir doğum, feryat etmekten haya eden, anne adayı İçeriden bir an önce çıkmak dışarı çıkmak isteyen Öz. Bayrakta bütünleşen kimlikte İslamın noksanlığı ve bir önceki yazıda "Öcüden korkar gibi korkutularak uzaklaştırılmış bünyenin cevherine kavuşma isteği" buram buram tütüyor yazıda. Evet her okurda ara sıra göz kırpan bir yıldıza dönüşüyor "Necmetdin" tedricen ama istikrarlı. Nuru, ışıktan ayıran
özellik gölgeleri yok etmesidir. Bu yazınızda duyumsadığım şey buydu. Eşyanın gölgesinden hakikatine doğru beliren bir gök kuşağı, rengarenk ama tek.
Ve evet Engeller. Neye engel ?
İrademize mi yoksa iradesizce gitmemize mi ?
Sanıyorum
Zaman; keşke; Keşke demeseymişim dedirtmiştirtir hepimize. :)
Bilge Hocam Merhaba !
Engeli okurken dalıp gitmişim. Bu yaz başında, Dr.Joe Dispenza ile online tanıştım. "Dehişim Zihinde Başlar" adı altında topladığı 8 haftalık kursa katıldım. Ve Dr.Joe'nun
anlattıklarının yerli versiyonunu "Engel" içinde okudum ya da dinledim.
Bu bir roman olur diyecektim ki, Finalde yazar zaten "BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 629" demiş.,ben vazgeçtim.
Kutlarım.
Saygılarımla.