- 530 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Ayak sesleri 2
Sabah saatleri, yağmur taneleri tek tek düşüyordu kerpiç duvarlı, ahşap çatılı evimin küçük camlarına.
Hep sevmişimdir, yağmuru ve sonrasında toprağın o huzur veren kokusunu. Yağmurun tek sevmediğim tarafı fırtınalı ve şimşeklerin çaktığı o andı. Hep korkmuşumdur gök gürültüsünden ve ağaçlara sımsıkı tutunan yaprakları ve hatta dalları kopan fırtınadan.
Ne zaman gök gürlese ve fırtına olsa küçük çocuklar gibi ellerimi dizlerime kenetler ve başımı dizlerime kadar yaklaştırırdım, çaresiz kalır bir an önce bitmesi için dualar ederdim. Kimi zaman da yastığı yorganı kafama geçirirdim.
Telefon çalıyor ve arayan nikâh şahidi olduğum arkadaşımdı, kahvaltıyı birlikte yapmak istediğini söyledi ve aynı yerde deyip kapattı.
Kalkıp üzerimi giyindim, hiç sabahları aramazdı beni acaba bir şey mi oldu? Yoksa gök gürültüsünden korktuğumu bildiği için mi aradı? Neyse nasıl olsa biraz sonra öğrenecektim.
Camdan dışarıya baktığımda fırtına bitmiş ve yağmurda yavaşlamıştı. Dedemden yadigâr ahşap sopalı şemsiyeyi aldım ve kapıyı açar açmaz toprağın o huzur veren kokusu ile baş başaydım.
Cadde çok sessizdi eskiden kalma birkaç bakkal ve araba seslerinden başka ne bir kimse ne de bir ses vardı. Şemsiyeyi indirip gökyüzünden damla damla düşen yağmuru bir süre izledim ve yürümeye devam ettim.
Eskiden bu kaldırımlarda yürümek neredeyse imkânsız denilebilecek kadar kalabalıktı şimdi ise sadece ben vardım.
İşte deniz, yine hırçın dalgaları ile bilinen masmavi Karadeniz…
Eskiden sahil kenarında, elinde oltası balık tutan amcalar olurdu, hani o sohbetleri çekilenlerden olan şimdi ise hiç görmediğim birkaç yeni yüz.
Yaklaşmıştım ve artık gideceğim yer de görünüyordu, en köşedeydi bizim masamız genelde hep oraya oturur gözden uzak sadece denizi seyrederdik ve yine öyle yapmış, köşe masada bir eline sigara almış bir eli ise yanağında kara kara düşünüyor.
Bir şey mi oldu acaba?
Merhaba, nasılsın?
-İyi sen nasılsın?
Şükür…
Siparişimizi verdik ve yine sigaraya uzandı.
Dur içme şu zıkkımı aç karına!
Sen sabahları aramazdın beni, bir şey mi oldu?
-Gök gürültüsü vardı sen de korkarsın, hem ondan hem de…
Hem de ne?
Konuşsana be adam!
-Uzun zamandır görüşmedik, beraber kahvaltı yapalım istedim.
Hiç tatmin olmamıştım, kahvaltı esnasında da tek kelime konuşmadık ve hatta zorla yedirdim birkaç lokma bir şey.
-Yürüyelim mi? Hem sen denizi çok seversin.
Kalktık ve sahil kenarında yürümeye başladık, dilinin altında bir şey vardı ama ne…
Nasıl olsa anlatacaktı, üstüne gitmek de istememiştim.
Sigaranın biri sönüyor biri yanıyor, ben onu tanıyalı hiç bu kadar düşünceli görmemiştim.
Yineledim, bir şey mi var?
Neden konuşmuyorsun?
-O iyi değil, uzun zamandır karım ihtiyaçlarını karşılıyor ve senden özür dileyip affetmeni bekliyor. Ben bu kadar söyleyebilirim, eğer merak edersen birazdan gelecekler kendin sorarsın.
Sadece hasta mı? Diye sordum. Ne gelsin ne de gelmesin diyemedim.
Tanıdık bir ses merhaba dedi, merhaba dedim.
Arkadaşım ve eşi geride kalmış biz ise birkaç metre önlerinde yavaş adımlarla yürüyorduk. Kafamda onlarca soru varken, bir soru daha eklendi, ayak sesini neden duymadım? Unutmuş muydum? Alışmış mıydım?
-Nasılsın?
Çok şükür, sen nasılsın?
-İyiyim.
Sesi titriyordu, üşüyor muydu?
Montumu çıkarıp omzuna mı atsam?
Yine o çocuk, ‘’ çay, içinizi ısıtacak sıcak çay’’ dedi.
Kollarını göğsünün üzerinden bir birine bağlamıştı.
Elleri ve içi ısınsın diye, bir çay söyledim ve ileride yine o çiçekçi abla, acaba bunlar hiç buradan gitmiyorlar mı? Diye düşünmedim de değil.
Adımlarımızın bile bir birine uyumlu olduğunu fark ettim.
Yineledim, neyin var?
Hasta mısın?
Sustu bir süre, gözleri yağmur bulutlarını andırıyordu, yağmur olup yaşlar düşürmekle düşürmemek arasında kalmıştı.
-Evet, son zamanlarda kendimi iyi hissetmiyorum, bir yanıyor bir üşüyorum, bir ağlıyor bir gülüyorum. Ne günüm belli ne de gecem, ben ben de değilim, kaç ay oldu senden gideli, hâlâ ilk gün ki gibi sevgim, senden gittim, sanma sakın seni unuttum, her anımı seninle yaşadım, gece düşümde gündüz hayalimde ben bir tek sana tutundum. O kadar çok özledim ki seni hiçbir şeye değişmem sesindeki ve sevgindeki o huzuru, hatta yağmurdan sonra toprağın huzur veren kokusuna bile.
Susmuştum, aslında çok kırgındım, kızgındım, öfkeliydim. Anladım ki gerçekten bana ihtiyacı vardı, kafamda, onu kırmadan, incitmeden söyleyeceklerimi kurgulamaya başladım.
Arkamdan arkadaşım ve eşi geliyorlar mı diye baktım, hem buradayız hem de kırma dercesine başını salladı.
Tekrar rahatsızlığını sordum.
-Beynimde kist var, bir süredir tedavi görüyorum yakında ameliyat olacağım, belki de son zamanlarım senden özür dileyip affetmen için geldim. Sana onca kötülük yaptım, sen beni sevdin ben ise hep kırdım, incittim, en sonunda da yalnızlığa ittim. Seni yavaş yavaş kendime alıştırdım bu esnada da her şeyden ve herkesten uzaklaştırdım, en sonunda da bir gece yarısı her şeyini alıp seni çaresizce bıraktım. Belki hakkım yok, belki etmeyeceksin, etmesen de sana kırılmıyorum, senin yerinde ben de olsam beni affetmezdim, bunları sana nasıl söyleyeceğimi o kadar düşündüm ki, kaç gecedir uykularımda görüyorum seni, gözün yaşlı, elinde beyaz bir mendil ile uğurluyordun beni.
Az önce gözlerinde beliren yağmur bulutları sağanak halinde yağmurlar yağdırmaya başlamıştı. İçten içe kendime kızıyor onu bu hale getiren sensin diyordum. Ne vardı o gün konuşsaydın, ne vardı dinleseydin, kendimi yiyip bitiriyordum.
-O gün sahilde yanına geldiğimde, tesadüf değildi her gün geliyordum saatlerce seni bekliyor seninle konuşmak istiyordum. Nihayet en sonunda dualarım kabul oldu dedim, seni gördüm, ama sen o gün tek kelime etmeden çıktın gittin. Oysa sana anlatmak istemiştim ama tahammülün yoktu, düğünü organize eden arkadaşlarımızdı, belki dediler düğünde konuşur, sen yine tahammülsüzdün ve hemen gittin. Ardından geldim o kadar çabuk karıştın ki karanlığa göremedim bile gidişini. Şimdi son defa geldim kapına, beni affet, hakkını helal et.
Adeta gözlerim eşlik eder gibiydi gözlerinden düşen yaşlara, bir süre sadece ağladık, sonra bir şeyler yiyelim açsındır dedim. Martılara simit atarken tanıştığımız ve hemen yolun karşısında olan o deniz manzaralı kafeye gittik, bir şeyler söyledik, yine konuşmuyorduk.
Gözlerimle onu süzüyordum, yedi ya da sekiz kilo zayıflamıştı. Nerede olacaksın ameliyatı?
-İstanbul’da.
Kimle gideceksin?
-Tek başıma.
Olur mu hiç öyle şey, bu büyük bir ameliyat yanında biri olmalı.
-Kimsenin haberi yok, sadece sen ve arkadaşlar biliyor.
Olsun yine de birileri gelmeli, orada yalnız olmamalısın.
-Sen gelmek ister miydin?
Geleyim mi?
-Çok isterim.
Ne zaman?
-Haftaya cumartesi.
Tamam, geleceğim. Bilet aldın mı?
-Yok almadım.
Beraber alırız.
Gözleri gülmeye başlamıştı.
Affetmiş miydim?
Neyin nesiydi birden bu ilgi?
Merhamet mi?
Vicdan mı?
Sevgi mi ?
Bal gibi de seviyordum, yoksa neden gitmek isteyeyim ki?
Arkadaşlara seslendim, geldiler bir süre daha sohbet edip kalktık.
Eve kadar birlikte yürüdük. Onu evine bıraktım, çay içelim dese de kabul etmedim. Sonra telefonla konuşmaya başladık, her gün daha sık konuşuyorduk, ameliyat sonrası için planlar yapıyorduk.
Perşembe günü yola çıktık ve İstanbul’a gidene kadar hiç uyumadan, ayrı geçirdiğimiz onca günün acısını çıkarırcasına sohbetler ettik. Ara ara başını omzuma koyuyor ve uykuya dalıyordu, birkaç dakika uyur uyumaz yine uyanıyordu.
işte karşımızda Asya ile Avrupa’yı birleştiren boğaz köprüsü…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.