- 617 Okunma
- 3 Yorum
- 3 Beğeni
623 – ATEŞ
Onur BİLGE
“Ateş,
Ben Antalya’ya geleli kaç yıl oldu ki! Nerden bileceğim eski halini! Onun için bana hep susmak ve dinlemek düştü. Kaptan anlattı da anlattı.
“Eskiden Adalya’da bazı erkekler, yünlü kumaşlardan yapılmış İngiliz usulü golf pantolon giyerlerdi. Bunların bir kısmı düz kaşe, bir kısmı da ekose idi. Renkleri, siyah ve kahverenginin çeşitli tonlarındaydı. Kahverengi veya taba rengi ekose kumaşlarda siyah çizgiler vardı. Ayaklarında siyah ya da koyu kahverengi körüklü çizmeler olurdu. Çizmelerin kalite ve güzelliklerinin teşhiri için mi, bütün kışı yağışlı geçen yörede yağmurun çamurun şerrinden mi nedendir, pantolonların paçaları içine sokulurdu. Belki de sadece şıklık içindi.
Koca şehirde, kasabalarıyla birlikte çok az vasıta vardı. Birkaç zenginden başkasında otomobil yoktu. Şarampol’den ta Karanlıksokak’a kadar faytonlarla gidilirdi. Arabacı Arafa bunların en meşhurlarıydı. Nuh Nebi’den kalma külüstür faytonunda, rakı şişesiyle dolaşırdı. Şişeyi oturdu yere, sağ ayağının yanına koyar, hem gider hem de ağır ağır demlenirdi. Dizginler elinde, eğile eğile kamburu mu çıkmıştı, yoksa yanlış oturma şeklinden mi nedendir, kambur bir duruşu vardı.. Sabah atları koşuma hazırlar, arabaya atlar, alır kamçıyı eline, yola düzülürdü. Ayık gezmezdi. Arabanın dingiline yapışan çocuklara hiç acımadan kırbacı şaklatır, acısını yüreklerine oturturdu! "Anaları bubaları ağlaycaana onlar ağlasınlar! Bi daa yapmasınlar! Sakatlancaklar, ölcekler, başıma bela olcaklar!" diye söylenirdi. İyice kafayı bulup uykuya daldığında atlar evin yolunu bilir, kapının önünde dururlardı."
Çocuk sesleri geliyor, mazinin derinliklerinden: "Arabacı! Vur kırbacı! Arkada çocuk var!" Biz iki arkadaş, Haluk’la ben, itişe kakışa asılmışız faytonun arkasına. Zıplayıp oturmuşuz dingiline... Tam keyfini çıkaracağımız sırada mahalle çocuklarından biri kıskanmış olacak ki arabacıya bağırarak bizi şikâyet ediyor. Sanki kendisi de aynısını yapmıyormuş, fırsat bulsa yapmayacakmış gibi... "Arabacı! Vur kırbacı! Arkada çocuk var!" Şırank diye iniyor arkaya kırbaç üst süte iki kere! Nereye denk geldiyse... Can acısı içinde kıvranarak: "Anam!.." "Allah!.." diyoruz. Diyoruz ki ta yüreğimizin kökünden çıkıyor seslerimiz!
"Değirmenönü Caddedi’nde, Karakaş Camisi ile Saray Sineması arasında Develik vardı. O mıntıkaya da Develik denirdi. Develik caddeden bir metre kadar yüksekti. Korkuteli’nden getirilen develer de o alana ıhtırılırdı. Lengerlere ıslatılan kepeği yiyerek, ağızlarından salyalar akıtarak geviş getirirlerdi.Alım satım ve taşımacılıkta kullanılmak üzere kiralanma işlemleri burada yapılırdı.
İskelenin daracık sokakları kocabaş hayvanlarla tıklım tıklım dolar, ineklerden sığırlardan geçilmez hale gelirdi. O büyükbaş hayvanları Giritli Süleyman Kaçar Yunanistan’a ihraç ediyordu. İri cüsseli hayvancağızlar, vapurların vinçleriyle limandan alınarak yükleniyorlar. Bu esnada canhıraş böğürmeleriyle ortalığı inletiyor, çırpına çırpına naklediliyorlardı.
Ata binenlerle arabacılar da kışın yün kumaştan siyah şalvar veya süvarilerin giydiği gibi üstleri bol, paçaları dar pantolonlar giyerlerdi. Üstlerinde uzunluğu bele kadar olan yelekleri, bellerinden sarkan saat zincirlerinin görünmesi için yer açardı. Faytoncular soğuk veya yağmurlu havalarda siyah muşambadan yapılmış bol bir yağmurluk giyerlerdi. Faytona binen çocuklar, faytoncunun yanına oturmak, dizginleri ellerine almak isterlerdi. Faytoncunun sağında ve solunda birer lamba vardı. Onlar, içlerinde karpit yakılarak ışık verir hale getirilirdi.
Atlılar atlarından indiklerinde ellerindeki atların canına okuyan kırbaçları çevire çevire inek derisinden yapılan, ses çıkaran kısımlarını sarıp toplayarak çizmelerine sokarlardı. Elleri, bellerindeki sahtiyan kemerlerin iki taraflarındaki kılıflara sokulu tabancalarında, her an çekip ateş etmeye hazır kovboylar gibi bacaklarının araları açık, kolları dirseklerinden bükülü, topuklarını yere vura vura yürürlerdi. Uzun süre hareketsiz kalmaktan olacak ki bir süre bacakları açılmazdı. Yürüyüşleri giderek canlanır ve hızlanırdı.”
Kovboy filmlerinden sahneler canlanıyordu hayalimde. Gençliğimde İstanbul’da amma da meraklısıydım onların! Filmler yetmezdi, çocukluğumdan beri bizimkilerden gizli Tommiks Teksas okurdum. En çok da tuvalette… Geceleri onlar uyuduklarında da okumak isterdim, sokak lambasının ışığının altında ama akşama kadar çalışmaktan, orada burada at gibi koşturmaktan beyhut giderdim!
“Antalya sokaklarında atlara, eşeklere, katırlara binenlerin yanı sıra develere binenler de vardı. Şimdiki Saray Sineması’nın olduğu yere eskiden Develik denirdi. Develer orada durur, alınır satılır veya nakliye işinde kullanılmak üzere hazır bekletilirdi.
Eşeklerle mahalle aralarında odun, su, sebze meyve ve kumaş satılırdı. Eşek üzerinde kumaş satan adama “Eşekli” derlerdi. İpekli, kadife gibi değerli kumaşları kadınlara satabilmek için ne diller dökerdi. Kumaşın kalitesini göstermek için kenarını tükürüğüyle ıslatır, yırtmak için çekiştirmeye başlar: “Bak! Yırtılmıyor. Ne kadar sağlam! Gördün mü?” derdi. Kalite kontrolden geçen kumaşlar rağbet görürdü. Gerçek ipek olmayanlar ıslanınca yırtılıverirdi.
Eşeklerin iki taraflarına küfeler konur, içlerine ekmekler doldurulur, kapı kapı gezilerek dağıtılırdı. Ekmek fırından, bakkaldan alınmazdı. Ekmek alanlar için çetele kesilirdi. Çeteleler hayıt ağacındandı. Çetele bitmeden ödeme yapılmazdı. Aralarında birer kuruş fark olan iki tür ekmek vardı. Has ekmek ve harcı ekmek... Has ekmek, beyaz undan olandı.
Su genellikle İskele’de akan üç kaynaktan doldurulurdu. Birisi İskele Mescidi’nin altında, diğeri biraz batısında ve daha aşağıda… Suların başı kalabalık olurdu. Su kavgaları çıkardı. Sırası gelen saka, üzerlerinde orak çekiç amblemi olan dört tane yirmişer litrelik gaz yağı tenekesi doldurur, onları eşeğin her iki tarafına yükleyerek yola koyulurdu. Zavallı merkeplere İskelenin o dik yokuşunu çıkartırlar, çeşitli yönlere doğru giderler. Girdikleri mahallelerde sokak sokak gezerek onları “Sucu geldi! Hanımlar! Sucu!..” diye bağırarak satarlardı. Her semtin sucusu belirliydi. Biri diğerine girerse çıngar çıkardı!
Yalnız bu suyun koli basili taşıdığı söylenirdi. Adalya’ya yeni gelenlerde tifoya rastlanırdı. Onun için yöre halkına okullarda her sene iki kere tifo aşısı yapılırdı.
“Su ve öteberi satanlara yetişemedim ama odun satanları biliyorum. Genellikle Zeytinköy’den gelirler. Çoğu kadın olur. Eşeklerin her iki taraflarına, Şarampol’ün kuzeyinden Mazı Dağı’na kadar olan makilik taşlık kırmızı topraklı boş arazilerden çapalarıyla baltalarıyla kazıp çıkardıkları çalı köklerinin dikenli kısımlarını tahralarıyla keserek eşeklere yüklerler “Oduncu geliyoru!..” diye bağırarak satarlar.”
“Oduncu kadınlar, büyü bozmaktan falan çok iyi anladıklarını söylerler, erkeklerin ağızları dilleri bağlansın, karılarına söylenmesinler, bağırıp çağırmasınlar diye yanlarında getirdikleri kurutulmuş eşek dili parçacıklarını, hanımlara satmaya çalışırlar. Kadınlar kocalarına ondan bir parça yedirecekler, ağızları dilleri bağlanacak. “O zaman bin sırtına taşısın!” derler. Bu susturucuların nasıl yedirileceği konusunda da etraflıca malumat verirler. İşte böyle Necmettin Kardeş! İnsan hakikati bilmezse batılı en ince ayrıntılarına kadar öğrenir. Cehalet ne yazık ki hâlâ diz boyu!”
“Tenekecilerle, kalaycılarla, diğer satıcılarla oldukça renkli, Antalya sokakları… Ayı oynatanlar da var. Onlardan İstanbul’da da vardı. Arkalarında çocuklar, ellerinde delbekler ve ayıların burunlarındaki mandallara bağlı zincirler… Meraklısını gördüler mi dururlar, oynatmaya başlarlar… Ekserisi Roman vatandaşlardır. “Adi kızım, göster bagayım, amamda kaynanalar nasıl bayılır! Bayıl bagayım! Adi oyna! Gübek at! At gübeciğini, at at! Aferim sana!” Bir taraftan komut verir bir taraftan da delbek çalar. Etraf kalabalıklaşmaya başladı mı ters çevirir delbeği, parsa toplar. Ayının önde geleni oynatır, bir veya iki ayı da ona itaat eder, oynar.”
“Doğru söylüyorsun, Necmettin. Bu hayvancağızlar bu hale gelinceye kadar kim bilir ne kadar eziyet çektiler! Ne işkenceler gördüler! Biliyorsun değil mi arka ayaklarının üstüne kalkmaya nasıl alıştırıldıklarını! O numaraları nasıl öğrendiklerini… Kızgın taşların üstünde nasıl zıplatıldıklarını, ayaklarının altlarının yana yana cicik yara olduğunu…”
“Aman ağabey! Anlatma! Hatırlatma bana şimdi onu! Zaten yaşlandıkça yüreğim yufkalaştı. Dayanamıyorum! Gözümün önüne geliyor da o masumlar… İçim parçalanıyor!.. Üç beş kuruş için… Sanki başka gelir kapısı yokmuş gibi…”
“Allah sabrediyor. Onlar sabrediyorlar... Ellerli mahkûm! Yakalanmışlar bir kere! Geçmişler zalimlerin ellerine. Fakat her şey bir yere kadar! Onlar burada susuyorlar, orada konuşacaklar! O mazlumlar, orada yapışacaklar onların yakalarına! Allah’ın huzurunda haklarını talep edecekler. Ateş üstünde nasıl dans edilirmiş, o zalimler de öğrenecekler!..”
“Senin bir sözün vardı. Nasıldı o? Hatırladım! “Zalimler için yaşasın cehennem!” diyordun. Zalimler için yaşasın cehennem!..”
“Allah adildir. Zulmü sevmez, kimseye zulmetmez! Zalimler için fiillerine uygun yer hazırlamış. “And olsun ki cenneti de cehennemi de ağzına kadar insanlarla ve cinlerle dolduracağım!..” diyor. Cehenneme sorulacak: “Doydun mu?” “Gönder!..” diye cevap verecek. İşte burada haram helal demeden ne varsa götürenler, Allah’tan korkmadan acımasızca azap edenler oraya girecekler. Kâfirler, münafıklar, zalimler derece derece yanacaklar… Oradan bir daha çıkış yok!.. Orası yarı açık cezaevi değil! Allah’tan yüce bir merci daha yok ki o kararı bozsun! Kim kime şefaat edebilirmiş, O izin vermedikçe!”
“İzin verince, kararı yine kendisi vermiş olmuyor mu ağabey?”
“Dolaylı olarak… Evet! Aslında yine O’dur affedecek olan!”
Ya ben seni nasıl affedeceğim, Ateş? Acımasızca yakışını, tek ayak üstünde bunca zaman döndürüşünü, ateş üstünde üç ayak oyun havası oynatışını düşünüyorum da ayılara acıdığımdan daha fazla acıyorum kendime!
Akkor halindeki kömürlerin üstünde ateş dansı yaptırdın bana! Hele o son sözlerin… Kor gibi yuttum, seslenmedim! Arkana bile bakmadan, saçlarını savurarak dönüp gittin! Ateşlerin en dayanılmazıydı ayrılık! O ayrılık karımdan çocuklarımdan değil, en değerlimden ayrılmaktı!
Ateşler yanardı gözbebeklerinde. Ateş parçasıydın, ele avuca sığmaz. Ateşe verdin Antalya’yı! Ateşler düşürdün içime, yerime yuvama! Çil yavrusu gibi dağıldık!
Karım nerde? Ya çocuklarım? Ya aklım? Aklım nerde?
Ben de ateş gibiydim bir zamanlar. “Hey hey hey!..” dediğim zamanlar… Her şey, bir yere kadar… Her şeyin bir bitimi var. Geldi geçti delikanlılık çağım. Gelen yaktı giden yaktı… En son sen üfledin geçmeye başladığımda. Ne kömür vardı, ne de doğru dürüst köz… Nasıl olduysa, yanacak da yakacakmış gibi bir hevesle alevlendim! Zaten son demimdeydim. Ne yazık ki kısa sürede tükendim, küle döndüm.
“Burda yanan orda yanmaz!” diyor, Kaptan. “İnşallah!..” diyorum. Sana intizar etmek geliyor içimden… Ta yüreğimin kökünden… O ateşin içinden… İçim yana yana ilenmek…
Kıyamıyorum! Kıyamıyorum!..
İki cihanda da gül!
Kül”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 623
YORUMLAR
Hayırlı sabahlar. Keyifle okunacağına inandığım yazı dizisi, can taşıyan her şeyin hak sahibi olduğunu ve haklı olarak günün birinde adaletin tecelli edeceğini bir kez daha vurgulamış. Evet .Zalimler için yaşasın Cehennem.
Zalim : Bu kavramın içini kim nasıl dolduruyor bilmem fakat. Hak gasp eden demek olup kişi kendine karşı bile zalim olabilir. Ve her zulümün mazlumu; Zalimden hakkını almadıkça cennete de cehenneme de gidemez. Bize nefsinize zulmetmeyin nasihati vardır. Kendini kendinden bile koru diyen bu Din . Elbetteki canlı cansız her şeye karşı bizi adil olmaya davet eder. Kendi elimizle ifsad ettiğimiz her şey her iki dünyada da bizden öcünü alacaktır. Taşkınlar, depremler, Erozyon, git gide azalan su rezervleri.İnsanlar arasında kopan diyaloğ. Yakın akraba arasında iletişimsizlik.Aklımıza gelen her bozulmanın altında maalesef beşeriyetin eli vardır.
Adaletin tecellisi kişinin adli ile sınırlıdır.Adil olmayanı adaletin üzeceği ise kesindir.
Gül ve Kül.......
Hâl ve Kul.............