- 521 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
619 – PARALEL
Onur BİLGE
“Paralel’im,
Ağzı açık dinliyordum aslında Kaptan Ağabeyimi ama aklıma neler neler geliyordu! O bir diyordu, beynimden bin geçiyordu. Bir kelime bir olayı hatırlatıyordu, zihnim o olaydan diğerine atlıyordu. Işık hızıyla mı çalışıyordu benim beynim!
Hangi konu açılsa içinde oluyordun. Her gördüğüm halimi hatırlatıyordu. Her nesne her iş her hareket her oluş, hal diliyle seni, beni, ikimizi ya da hikâyemizi anlatıyordu fısıl fısıl.
O şefkat yüklü, huzur veren kadife ses, Adalya’dan bahsediyordu. Beynim biri bin ediyordu anında. Bu, değişik bir transa geçiş haliydi.
“Daha sonra Kızılsaray Mahallesi’ndeki evimize taşındık. Miras yoluyla anneannemden bize kalmıştı. Babacığım, evin değerini hesaplattı, beşe taksim etti, dört kardeşinin haklarını ellerine teslim etti. Tek atlı bir tatar arabası geldi kapımıza. Bizimkilerle mahalleliler eşyalarımızı ona yüklediler yüklediler gönderdiler öbür eve.”
Olay canlanıyor gözlerimin önünde. Bir film başlıyor, tek seyircisi için. Ne de güzel aksettirilmiş perdeye! Pürdikkat seyrediyorum. Taş duvarlı iki katlı eski bir ev. Cilalı ahşap kapısının iki kanadı da ardına kadar açılmış… Önlerine birer taş konmuş. Erkekler, kadınlar kızlar ellerinde, kucaklarında, sırtlarında taşıdıkları eşyaları getirip getirip yaylı arabaya yüklüyorlar. Denkler, torbalar, tahta bavullar, sandıklar, kap kacak...
Tek atlı araba, bazı sesleri getiriyor kulağıma. “Tok toko tok tok…” “Hi hi hi!..” diye baş kaldırıyor isyankâr at. Ellerindeki dizgini çekiyor, “İs!..” diye durduruyor arabacı. Hâkim olamazsa haşin davranıyor. Bazen keyfi, etrafa gösteriş için bazen de hızını arttırmak için “Deh!..” diye yapıştırıyor kamçıyı!
At, her dönüşünde burun deliklerini aça aça, karnını şişire şişire, soluya soluya dinlenmeye geçiyor. Epey bir zorlanmış olacak ki durup da rahata erince, şarıl şarıl suluyor olduğu yeri, indiği toprağın çevresinden toz kaldıra kaldıra. İdrarı, mal bulmuş Mağribi emiyor toprak. Anında buharlaştırmaya başlıyor. Bira kokusu gibi keskin ve pis bir koku yayılıyor etrafa, toz toprak kokusuyla birlikte. At şöyle bir iki eşeleniyor, geriniyor ve dizginden tutulan boynunu dinlendirmek için yorgun başını yere indirerek doğal haline bırakıyor kendini.
Eşyalar yüklendiğinde, tütünden ortası sararan bıyıklarını büke büke etrafı seyretmekte olan Giritli arabacı, tekrar eline alıyor dizgini, şöyle bir çekiştirip bırakıyor, ”Dâh!..” diyor konuşma sesinden biraz yüksekçe bir sesle. ” “Takur tukur, tkır tıkır…” araba sesine eşlik eden “Çat çat, çat çat…” nal sesleri gittikçe azalarak bir süre devam ediyor ve duyulmaz oluyor zihnimde.
Önce uçsuz bucaksız kızgın çöller geliyor gözümün önüne… Sonra kuraklıktan bunalmış sıska develer… İnsanların Mekke’den Medine’ye deve yürüyüşüyle on üç günde varmaları… Develerin hızlı ve yavaş yürüyüşlerini seyrediyorum.
Aruz vezni geliyor aklıma… O kendilerinden emin duruşları, mağrur bakışları, incecik bacaklarıyla belli tempolarla yürüyüşlerindeki estetiğe hayran kalıyorum. “Fa i lâ tün Fa i la tün Fa i lâ tün Failün…” En basitinden başlayarak çok bilinen birkaç şiir kalıbı çıkageliyor.
“Ne alakası var?” diye soracaksın belki ama öyle işte! İsteyerek getirmiyorum ya aklıma. Kendiliğinden geliyor. Yani daha doğrusu, kendiliğinden geliyor olmalı. Artık kendiliğinden ne, nasıl oluyor, olabiliyorsa… Demek ki güçlü bir bağlantı var bir yerle veya yerlerle!
Arabanın tekerlerinin geride bıraktığı izlere bakıyorum. Birbirlerine paralel, gittikçe yakınlaşan, birbirlerinin içlerinden geçerek dans eden ama birbirlerine basmayan ayaklar gibi uzayıp giden çizgilere…
Karşılıklı duran, hayran hayran bakışan, ayrı olsalar da çok güçlü bir bağla birbirlerine bağlı olan tekerlekler, bizi hatırlatıyor bana. Aramızdaki bir zamanların kuvveti arkadaşlık ve vazgeçilmezlik bağını… Sana hayranlığımı, ulaşmak istedikçe yerimden kımıldayamayışımı, kıvranışımı… Beni ve benim gibi belli bir mesafeyi korumak zorunda olanları düşündürüyor ve çok üzüyor.
Daima beraber olan, karşılıklı duran, birlikte hareket eden tekerlekler bir bakıma mutlu olmalılar aslında. Aşkları karşılıklıysa… En azından birbirlerine dokumasalar da, kavuşamasalar da başkaları yok aralarında. Ancak o güçlü bağ var ve onlar o bağ vasıtasıyla birbirlerini her an hissedebilirler ve hep görebilirler. Bir zamanlar biz de öyleydik ya da bana öyle gelmişti. O zamanlar sen yanımdaydın, ağzım kulaklarımdaydı.
Karşılıklı duran ve her biri belli bir merkez noktasının etrafında dönen duran o tekerlekler çok şey düşündürüyor bana. Kendi eksenleri etrafında dönen, birbirlerine değemeyen arkadaşları, dostları, sevgilileri… İzleri bile kesişemeyen mesafeli kişileri... İzlerinin bile kesişmesi mümkün olmayan paralel hayatları…
Çetrefilli hayat yollarında çeşitli amaçlara ulaşmak için dolanan, defalarca çıkmaz sokaklara giren ve geri dönen, arzularını gerçekleştiremeyen, yana yana aşınan, sürüne sürüne işe yaramaz hale gelinceye kadar dönen, dönmekten nevri dönen tekerlekler gibiyim. Yakında söker atarlar yerimden. Fırlatırlar bir yere. Ya güneşte ya ateşte yanmaktan kurtulamam. Yanmak kader olmuş ya bana! Değişeceğini sanma! Çerçeveleyip duvara asacak değiller ya!
Her şey seni ve beni düşündürüyor. Paralel kurgulanan öykümüzü… Dünümüzü bugünümüzü… Yılan hikâyesine dönen serüvenimizi… Taşlı tozlu Antalya sokaklarında tozun toprağın içinde kalan, silinmeye mahkûm tekerlek izlerine bakıyorum. Niceleri gibi silinip gitmeye mahkûm olan izleri izliyorum. Topraktaki ayakkabı izleri, dünyaya gelenleri gidenleri hatırlatıyor. İzi kalmayanları, bir süreliğine de olsa iz bırakanları…
Bizi düşünüyorum. Yeryüzündeki izlerimizi… Efsaneleşen sevgimizi… İlk zamanlarımızı… İlk yürek çarpıntılarımı hatırlıyorum. Seni gördüğümde mâni olamadığım kalp atışlarımı, kanımın damarlarımdan çekilişini, rengimin balmumu gibi sararmasını… Kara sarı ve mat olmasını… Benzimin atmasını, patates sarısına dönmesini… Kanımın çekilmesini, yüzümün aniden ölü yüzü gibi bir hal almasını… Hiç de soluk renkli değilim aslında.
Ya sesimin titremesine ne demeli? Ne kadar utandım, çevremdekiler sebebini sordukları zaman!
Neydi o heyecan! Anlatamam!
Sarartma”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 619