- 640 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
612 - NANKÖR KEDİ
Onur BİLGE
“Nankör Kedi,
Geriye baktığımda yaptığım hataları görüyorum. “Keşke” diyorum, ister istemez. “Şimdiki aklım olsaydı, öyle yapmazdım, şöyle yapardım, böyle yapardım…” diye hayıflanmaktan kendimi alamıyorum. Her zaman kendi kendime söylenir dururum. Yalnızların alışkanlıklarından bu! Can sıkıntısından ne yapacaklarını şaşırırlar. Duvarlarla konuşmaya başlarlar. Bu defa sırdaşım da şahit oldu, seninle ilgili olan son pişmanlığıma ve:
“Durum ortadayken ne yapabilirdin? O zamana geri gitmen mümkün olsaydı, aynı şartlar altında yine aynı şeyleri, aynen yapacaktın. Ya hatadan saymayarak ya da hata olduğunu bile bile…” dedi bana. O farklı bakar olaylara. Belki daha çok düşündüğünden belki tecrübeli olduğundan, belki de kültür meselesi… Yine başladı anlatmaya, hiç bitirmeyecek sandım:
“Düne bakmadım hiç. Nasıl olması gerekiyorsa öyle olmuştur, ne olduysa. Büyük ve mükemmel bir plan vardır. Kesinlikle olması gerekenler belirlenmiştir. Değiştirmek mümkün değildir. Olacak olan olur, ölecek olan ölür. Nasibinse seni bulur, nasibin değilse, elin olur. Olacakla öleceğin önüne geçilemez!
Tehlikeli bir kelimedir o! Sanki “Keşke” ile başlayan olayları değiştirmek elimizdeymiş gibi… Allah’ın yazdığını değiştirme olasılığı olduğunun bir tür ifadesidir ki bize yakışmaz. “Keşke şunu şöyle yapmasaydım! Ah, niye yaptım!.. Geri dönüş mümkün olsaydı, şimdiki aklım olsaydı yapar mıydım hiç!" gibi laflar, sanki külli irade karşısında cüz’i irademiz bir anlam taşıyormuş gibi, bizi günaha sokmaktan başka bir işe yaramaz.
O zaman, onun öyle olması uygun görülmüş, emredilmiş, bir sınav sorusu olarak gelmiş önümüze. Kimseye zarar vermeden atlatabildiysek, ne mutlu bize! Kendimize zarar vermişizdir mutlaka. Şayet öyle olmasaydı, başkalarına zarar vermiş olacaktık. O zaman o günahın altından kalkamazdık!”
“Keşke karşıma çıkmasaydı o Nankör Kedi! Görmeseydim, bilmeseydim! Sevmeseydim keşke!..”
“Neden öyle söylüyorsun? Kendiliğinden mi çıktı? Hayatının o döneminde onu oraya sevk eden biri vardı. O tanışma kaçınılmazdı. Sonrasında kimin ne yapacağı aklınızla, ruhunuzla, nefsinizle ilgili şeylerdi. İnsan sadece madde bedenden ibaret bir varlık değil. Ondan çok daha donanımlı, çok daha mükemmel bir manevi bedeni de var. Ruh, yokmuş gibi görünen, aslında yok olması mümkün olmayan bir varlık. Bedeni idare eden de o! Beden, ruha tabi!”
“Neler yaşanıp bitiyor. Güzel şeyler çabuk yitiyor. Sevgi gibi, yakınlık gibi… Mutlu olunan süre azmış gibi geliyor, geriye baktığımda. Nasıl geçtiğinin farkında olmadığımdandır. Zaman görecelidir. Ağrı sızı, ıstırap çekilirken geçmek bilmez, sevinç içindeyken hemen bitiverir. Bitmesini istemediğimiz birliktelik ne kadar kısa gelir! Halbuki ayrılık… Uzar da uzar…”
“Her şey geçici, her şey geçer. Koca bir ömür göz açıp kapayıncaya kadar geçer de şaşar kalır insan! “Daha dün çocuktum!” der. “Daha dün gibi evlendim, ne çabuk torun sahibi oldum!” Onun için hayatın akışını fark ederek yaşamak, her anının değerini bilmek lazım. Çok şey ummamalı insan, bir şeylerin gerçekleşmesini beklerken günleri iple çekmemeli. Ummak ve beklemek yorar kişiyi, hayat değil. İstekleri aza indirgemeyi, gerektiğinde feragat etmeyi bilmeliyiz.”
“Nasıl feragat Kaptan? Hazmedilir gibi değil! En değerli varlığımdan seve seve vazgeçmeliyim, öyle mi? Elin adamı alsın gitsin, ben de mutluluklar dileyeyim onlara! Bu mümkün değil! Ancak mecbur kaldığım, elimden bir şey gelmediği, her şeyden önce haddimi bildiğim için bu durumdayım. İçinde bulunduğum hale alışmaya çalışıyorum. Ben ondan vazgeçmedim! Feragat etmedim. Mecbur oldum! Başka bir ihtimal yoktu ki!”
“İşte, o başka bir ihtimal kalmamış oluşu, cemiyet içindeki insan ilişkilerinin, yakınlık nispetinde birbirlerine bağlı olarak şekillenme mecburiyetindendir. Fertler de fiilleri de birbirlerine bağlıdır. Herkes kendi kararını vermekte serbesttir ama tatbikat için kâfi değildir. Tek başına alınan kararların tatbiki, vakaya dahil olacak fertlerin muvafakatıyla mümkündür. Herkes kendi durumuna ve arzusuna göre iştirak eder ya da etmez. Arzu edilen hadisenin vuku bulabilmesi için bir başkasının veya yakınlık derecesine göre başkalarının da durumlarının müsait olması icap eder. Her vaka diğer vakalara bağlıdır. Âlemde her şey öyledir. Hadiseler, hisler, yaratılanlar iç içedir. Başımıza gelenlerin biri diğerine sebep de olabilir engel de… Kanla süt bile iç içedir. Kandan süt olur, sütten kan… Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan? İşte öyle bir şey! Yaratılış da birbirine bağlı, biri diğerinin içinden… Birinin kalıntısı, diğerine gıda…” Soluklanmasını fırsat bilerek söze girdim. Aklımı karıştırmada üstüne yok! Aklımın kepçesi mübarek! Bir de hiçbir şey yapmıyormuş gibi sakin sakin oturmuyor mu! Deli oluyorum!..
“Anlayamadım. Dedim ya, benim kafam kalındır. Öyle çetrefilli laflardan anlamam ki ben. Şöyle anlayacağım gibi anlatır mısın ne demek istediğini.”
“Hayat seli içindeyiz. Bahsi geçen selin aslı zamandır. Biz de o akmıyormuş gibi görünen, sele kapılmışız. O sel, külli iradedir ve debisi çok yüksektir. Akıntı o kadar kuvvetlidir ki sınırlı gücümüzle karşı koymamız mümkün değildir. O akarsuyun içinde herkes her istediğini istediği gibi yapamaz. Suya kapılan çer çöp gibiyiz. Her birimiz bir başkasıyla ya da başkalarıyla birlikte ilerler, sonra ayrılır, bir başına kalır ya da başkalarına takılarak meçhul bir yere doğru sürükleniriz. Ne akıntıya yön verebilir, ne de hızına veya hareketine müdahale edebiliriz. Sona kadar, kararlaştırılan şekilde dalgalana savrula, yıprana yıprana gitmek zorundayız. Gidişata dilediğimiz zaman son vermek de elimizde değil. Ancak bahşedilen imkânla yapabildiğimiz kadar hareket edebiliriz. Akıntının tersine doğru kulaç atmanın ne faydası var! En iyisi kendimizi akıntıya bırakmak… Nasıl olsa yapacak pek fazla bir şey yok. Buna da teslimiyet diyorlar.”
“Yani Kaptan, sen şimdi bana kısaca: “Akıntıya karşı yüzülmez” mi demek istiyorsun. Akıntı dediğin nedir?”
“Akıntı hayattır. Zaman hep akar... Diyelim içinde yongalar var. Tahta parçaları yani… Onlar da o akışa bağlı hareket etmek zorundadırlar. Durduran olmazsa duramazlar. İstediklerinin yanına gidemezler. Her biri tek başına ya da birbirlerine takılı vaziyette giderler. Akıntıya kapılmışlardır bir kere. Hareketleri, suyun hareketine bağlıdır. Buna da kader diyorlar.”
“Bu koyu bir kadercilik değil mi Kaptan? Yongalar yerine sele kapılan insanlar elbette bir şeyler yapabilirler. Yüzebilirler, kıyıya çıkabilirler. Küreksiz kayık gibi sürüklenip gidecek değiller ya!”
“Haydi, öyle olsun! Deli bir ırmaktayız hepimiz. Yüzme de biliyoruz ama gücümüz belli… Diyelim ki yorulmak nedir bilmeyiz. Yine de kuvvetimiz yeter mi akıntıya karşı yüzmeye veya o hengâmede dilediğimiz yere doğru yüzüp, istediğimiz kişiye ulaşmaya?”
“Verdiğin örnek, gözümün önünde canlandı da film gibi seyrettim. İnsanın, hayatın akışına karşı koyması mümkün değil. O nehrin debisi az olsa da önden gidenler de arkadan gelenler de var. O sürüklenişte insan aciz.”
“Anlatmaya çalıştığım tam da buydu! Kat’i surette olması gerekenler, kader. Bize verilen sınırlı akıl ve kuvvet. Onu alt etmek mümkün mü!”
“Hiç de değil!”
“O zaman, telsim olmaktan başka bir şey gelir mi elimizden!”
“Yanı o, o soysuz şair bozuntusuyla evlenecekti. Bu kaderde vardı. Kadere karşı koyamadığım için mücadele edemedim. Buna tevessül bile etmedim.”
“Etseydin elinden ne gelirdi? Engelleyebilir miydin?”
“Hayır. Olaylar bana bağlı gelişmedi. O da bir başına karar almadı. Annesine ve anneannesine bağlıydı. Onların ortak kararları neticesinde gerçekleşti o evlilik. Ya bu ayrılık?”
“Denize kadar beraber gidebilenler de vardır, bir süreliğine bir araya gelip, ayrılanlar da… Girdaplara kapılanlar da az değildir. İnsanlar bazen ister istemez yol arkadaşlarını bir yerde bırakabilirler. Arzu ettikleri kişilerle de aralarında kat edilmesi mümkün olmayan mesafeler ya diskalifiye edilemeyecek kişiler vardır. İnsan güçsüz yaratılmıştır.”
Bugünlük bu kadar yazabildim. Devam edeceğim. Kaptan’ı anlamaya başladığım için sevinçli ve huzurluyum. Sana çok kızıyorum Nankör Kedi ama yine de lanet okumaya dilim varmıyor.
Kiminle olursan ol, mutlu olmanı diliyorum.
Yonga”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 612
YORUMLAR
Pasaj pasaj, irdelenmesi gereken bir yazı olmuş. Güya yorum yapmadan, geciktiğim yazıları tek tek okuyacaktım. Beceremedim.
Kalem kendi savlarını o kadar güçlü savunuyor ki. Gerçek ile hakikat sık sık yer değişiyor yazıda. İtikat ezbere yenilmiş. Tahkik taklide.
İnşallah bunları yazışacak bir zemin ve zaman olur. Ümidiyle, yazının işlevini bihakkın yerine getirdiğini söylemem de gerekiyor. İşlevden muradım; Yazının sürükleyici olup sıkıcı olmadığıdır.