- 442 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
İstiklal Marşı (Açıklama, tahlil)
İSTİKLAL MARŞI (İlk iki kıta; açıklama, tahlil)
19. asrın ikinci yarısında Avrupa’daki birçok ülkenin bayrak törenlerinde, bando eşliğinde millî marş okunuyordu. Oysa Osmanlılarda böyle bir gelenek yoktu. Yönetim sistemini, devlet kurumlarını, insan hak ve hürriyetlerini 20. asır Avrupa devletleri gibi oluşturmaya çalışan TBMM bu eksiği kapamak amacıyla millî marş yarışması düzenledi ve Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı şiirini 12 Mart 1921’de birinci seçerek bestelenmesini ve ilk iki kıtasının bayrak törenlerinde okunması sağladı.
Şüphesiz ki bu şiir, sanat değeri yüksek bir edebî eserdir, ayrıca yedi yüz yıldır üç kıtada hüküm süren devletinin çöküşüne tanıklık eden o devir insanımızın çektiği ıstırapları yansıtır. Aynı zamanda bu şiirde o devirlerde yaşayan Türk milletinin ruhu; vatan, millet, bayrak ve hürriyet sevgisi lirik ve epik bir üslupla ifade edilir.
Kurtuluş Savaşı yıllarındaki memleketimizin durumunu, yıllardır süregelen savaşlar nedeniyle ümitsiz ve hayalsiz kalmış milletimizin yılgın ve bıkkın ruh hâlini ve ayrıca Akif’in bu şiiriyle ne yapmak istediğini layıkıyla anlayamayanlar, bir sanat abidesi kabul ettiğim İstiklâl Marşı’nı “Millî marş ‘korkma’ gibi bir kelimeyle başlamaz.” diyerek eleştirme cüretini göstermişlerdir.
Şunu unutmamalıyız ki bu şiirin yazıldığı günlerde memleketimiz İngilizler, Yunanlılar, Fransızlar ve İtalyanlar tarafından işgal edilmişti. Halkımız İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında tercih yapma ikilemi nedeniyle kararsız ve moralsizdi. Ordumuz ise istilâcı güçlere karşı henüz büyük ve önemli bir zafer kazanmamıştı. 26 Ağustos 1922 Büyük Taarruz’un milletimize kazandırdığı o muhteşem moral ve heyecana bir yıldan fazla zaman vardı.
İşte bu kargaşa ve belirsizlik ortamında Akif, İstiklâl Marşı’yla millî duyguları pekiştirmeyi, halkımızın milliyetçilik duygularını uyandırmayı ve en önemlisi de Türk insanına özgüven kazandırarak onların moralini yüksek tutmayı amaçlamıştır. Akif’in, şiire ‘korkma’ ünlemesiyle başlamasının sebebi budur.
Cumhuriyet dönemine damgasını vuran ve halkımız tarafından çok sevilen bu şiirin edebî başarısı hiç şüphesiz ki Akif’in sanat dehasından ve o felaket günlerini bilfiil yaşamasından kaynaklanmaktadır. 1873’te doğan Akif, Balkan Harbi faciasına, Çanakkale’de yüz binlerce gencimiz şehadetine, başta İstanbul olmak üzere birçok şehrimizin işgal edilmesine tanık olmuştur. Gafilleri ve hainleri tanımış, katliamı, zulmü ve vahşeti görmüş, Türk milletiyle birlikte fakirliği ve sefaleti yaşamıştır. Felaketlerin mazlum bedenlere açtığı onulmaz yaraların acısını ve asil ruhlardaki derin tahribatın ıstırabını halkıyla birlikte hissetmiştir.
Bu durumda biçim yönünden kusursuz ve içerik yönünden dopdolu böylesine mükemmel bir şiiri Akif’ten başka kim yazabilirdi?
Bu girişten sonra âdet olduğu üzere İstiklâl Marşı’nın ilk kıtasını yazalım ve şiir hakkındaki görüşlerimizi, tespitlerimizi ve yorumlarımızı ifade edelim.
İSTİKLAL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak.
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Bir şiir tahlil edilirken dıştan içe gidilmelidir. Yani önce o şiirin biçim özellikleri üzerinde durulmalı, daha sonra içeriğe geçilmelidir. Biz de bu ilkeye uyarak şiirin şekil özellikleri hakkındaki tespitlerimizi kısa iki paragrafla vurguluyoruz.
İstiklâl Marşı, Divan şiirindeki “murabba” nazım şeklinden esinlenerek oluşturulan 10 kıtalık bir şiirdir. Dokuz kıtası, yukarıya aldığımız ilk kıta gibi dörtlükler hâlindedir ve dizeler “a,a,a,a” şeklindeki düz diziliş dediğimiz tarzda kafiyelenmiştir. Son kıta “a,a,a,b,a” kafiye dizilişiyle yazılan beşliktir. Son kıtanın beş dizelik oluşu elbette ki tesadüf değildir. Akif bu seçimi 41 dizeye ulaşmak, dolayısıyla ‘kırk bir kere maşallah’ deyişini anımsatmak amacıyla yapmıştır.
Akif şekil yönünden Divan şiiri geleneklerine bağlıdır. Şiirin tamamında yarım kafiye hiç kullanılmamış, ağırlıklı olarak tam, bazen de zengin kafiye kullanmıştır. Yine Divan edebiyatında kullanılan aruz ölçüsünü tercih etmiş ve şiiri aruzun “fâilâtün (feilâtün) feilâtün, feilâtün, fa’lün (feilün)” kalıbıyla kaleme almıştır.
Şimdi şiirin içerik özelliklerine geçelim:
Bana göre ilk dörtlükte, üzerinde durulup yorumlanması gereken beş sözcük vardır: “Korkmak, şafak, sönmek, sancak ve yıldız”
Önceden belirttiğimiz gibi şair, eserine milletinin endişe etmemesi gerektiğini vurgulayan “korkma” sözüyle başlıyor. Böylece Akif milletine ümit, özgüven, inanç telkin ediyor.
Önce şunu belirtelim: Bayrak, milletin simgesidir; sancak ise genellikle askerî birliklere verilerek o birliğin simgesi olan bayraktır. Akif ilk dizede “bayrak” kelimesini kullansaydı kafiyeleniş ve ölçü bozulmazdı, fakat “sancak” kelimesini kullanıyor. Sebebi ise ordu-millet olarak nitelenen Türk milletinin İstiklal Savaşı’nda yediden yetmişe asker ruhuyla hareket ettiğini, ay-yıldızlı bayrağımızın bu asker milletin sancağı hâline dönüştüğünü vurgulamaktır.
Şiirin temel malzemesi kelimeler olduğu için şiir anlam ve ses sanatıdır. Anlam sanatıdır çünkü kelimeler somut veya soyut varlıkların dildeki karşılıklarıdır. Şair duygu ve düşüncelerini ifade ederken öyle kelimeler seçmeli ve onları öylesine yerli yerinde kullanmalıdır ki okuyucunun zihninde birden fazla çağrışım, hayal, telkin ve ima yaratabilmeli, ayrıca gözler önüne değişik ve özgün tablolar serebilmelidir. Bu fikrimizin doğruluğunu İstiklâl Marşı’nda iki defa kullanılan bir kelimeyle kanıtlamaya çalışalım.
“Şafak” kelimesi Arapça asıllıdır; Arapçadaki temel anlamı “güneş kavuştuktan sonra batı ufkunda oluşan kızıllıktır.” Oysa biz bu kelimeyi tam karşıt anlamda “güneş doğmadan önce doğu ufkunda beliren aydınlık” anlamında kullanıyoruz. Akif bu sözcüğü ilk dörtlükte Arapçadaki, son dörtlükte ise Türkçedeki anlamıyla kullanarak iki farklı manzara çiziyor.
İlk dörtlükte “şafaklarda yüzen sancak” sözleriyle resmedilen tablo şudur: Güneş yeni kavuşmuştur, batı ufkunda oluşan kızıllık içinde dalgalanan ay-yıldızlı bayrağımız rengi ve biçimiyle tam olarak seçilmektedir. Fakat herkesçe malumdur ki zaman geçtikçe şafak kızıllığı kaybolup yerini gecenin koyu siyahı alacak ve bayrağımız görünmez olacaktır. Akif bu doğal tabiat olayı ile o devirde yaşayan insanımızın istikballe ilgili endişeleri arasında paralellik kurmaktadır. Öyle ya, Osmanlının üç kıtaya hükmettiği o şaşalı günler geride kalmış, koca imparatorluk çökmüş, payitaht işgal edilmiştir. Böyle bir ortamda devletin yok oluşu kaçınılmaz bir sondur. Zaman geçtikçe şafakta görüntüsü kaybolan bayrak gibi devletimiz de bağımsızlığını kaybedecektir.
Son kıtada geçen “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl” dizesindeki tablo ise çok farklıdır. Güneş henüz doğmamıştır ama gecenin koyu siyahı şafakla birlikte sona ermiş ve sarı, pembe, turuncu, kırmızı gibi şafak renkleri doğu ufkunu dalga dalga aydınlatmaya başlamıştır. Bu renkli aydınlık içinde şanlı bayrağımız da doğal olarak rengi ve biçimiyle belirmeye başlamıştır. İşte o anda, dalga dalga oluşu ve renginden dolayı şafaklara benzeyen bayrağı gören herkesçe malumdur ki karanlık az sonra tamamen sona erecektir. Böylece aydınlık zamanlar başlayacak, Türk milleti bağımsızlığının ve hürriyetinin sembolü olan bayrağının gölgesinde hür ve mesut yaşayacaktır.
Daha önce şiirin aynı zamanda ses sanatı olduğunu söylemiştik. Evet, şiir ses sanatıdır çünkü kelimeler seslerden oluşan ses gruplarıdır. Şair kelimeleri seçerken bu özelliğe de dikkat etmeli; sesleri, anlamı pekiştiren öğeler olarak kullanmalıdır. “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl” dizesinde “l” sesiyle aliterasyon yapılırken sözcüklerde kalın ve ince ünlü öbekleri ahenk yaratacak şekilde ve bayrağın dalgalanmasını hissettirecek biçimde “aaa e e aaa ii e aı ia” sıralamasıyla kullanılmıştır. Ayrıca bu dizede rahatlama, sevinç, mutluluk ve kendine güven sezilmektedir.
Şimdi “sönmek” sözcüğüne geçebiliriz.
Dostlarımıza “Kırmızı, sana neyi çağrıştırıyor?” diye sorsak “elma, nar, yanak, bayrak, karanfil, gül…” gibi çok farklı cevaplar alırız. Fakat “bayrak ve kırmızı” sözcüklerini birlikte kullandığımızda Türk insanının zihnindeki tek çağrışım “şehit kanı” olur.
Yetenekli ve büyük şairler boyun serviye, kaşın hilale, dişin inciye benzetilmesi gibi basmakalıp ve demode benzetmelerden kaçınırlar. Akif de herkesçe bilinen ve sıkça kullanılan “bayrak-kan” çağrışımını kullanmıyor, aksine çok farklı ve özgün bir benzetmeden yararlanıyor. Diyeceksiniz ki nedir bu benzetme? Elbette ki bayrağın aleve benzetilmesi… Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “İlk dörtlükte “alev” sözcüğü geçmiyor; bunu da nereden çıkardın?”
Tabii ki “sönmek ve ocak” sözcüklerinden…
Biz bu konulardaki duygu ve düşüncelerimizi genellikle “Şanlı bayrağımız daima göklerde dalgalanacak”, “Ay-yıldızlı bayrağımız asla gönderden indirilemez” gibi şiirsellikten uzak ve imge yoksunu cümlelerle ifade ederiz. Akif ise şafak sökerken gönderde dalgalanan bayrağı dalga dalga yüzen aleve benzetmiş ve bu alevin asla sönmeyeceğini vurgulamıştır. Peki bu alev niçin sönmez? Sönmez çünkü alevin kaynağı Türk ailesinin ocağıdır. Bu benzetme ve mantıktan hareketle şair “Yurdumun üstünde tüten en son ocak sönmeden bu şafaklarda yüzen al sancak sönmez,”, başka bir deyişle “Yurdumda tek bir Türk ailesi kalsa bile bayrağımız gönderde dalgalanacak,” diyor.
İlk dörtlüğün üçüncü dizesini anlamak için Doğu mitolojisindeki “yıldız” inancından söz etmemiz gerekir. Rivayetlere göre, bir yerde bir insan doğduğunda gökte de bir yıldız doğarmış; gökteki yıldızla yerdeki insanın talihi ve kaderi aynı olurmuş. Yerdeki insan öldüğü an gökteki yıldız da yok olurmuş. Bu inancı yansıtan “Bir yıldız daha kaydı,” gibi sözleri işitmişsinizdir. Bir de Yunustan örnek vereyim:
“Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğerki gökte yıldızım
Şöyle garip bencileyin”
Son iki dizede ne diyor şair? “Meğerki gökteki yıldızım da benim gibi kimsesiz bir garipmiş,” diyor. Kısaca şair gökte kendisine ait bir yıldız olduğunu ve bu yıldızla kendi kaderinin benzeştiğini ifade ediyor.
Şair, İstiklal Marşı’nın 3. dizesinde bayrağımızdaki yıldızı işaret edip bayrağın tamamını kastederek “O yıldız, Türk milletine aittir, Türk milletinin talihini ve kaderini temsil eder, o yıldız asla yok olmayacak, daima göklerde parlayacaktır,” diyor.
Burada şöyle bir tasavvur da düşünülebilir. Diyelim gökte Türk milletine ait bir yıldız var. Hangi el uzanıp da o yıldızı tutabilir? Hiçbir el… Hangi silahlı güç veya hangi silah o yıldıza zarar verebilir? Hiçbiri zarar veremez… Bu imgeden hareketle ne diyor şair? “Bayrağa uzanan kötü niyetli el kesilir,” diyor. Hatırlarsınız; fi tarihinde Kıbrıs’ta sarhoş bir Rum, bayrağımızı gönderden indirmek için bayrak direğine tırmanmaya kalkmıştı da alnına kurşunu yemişti.
3 ve 4. dizelerdeki tekrir sanatından da söz etmeliyim. Akif bayrak sevgisini ve bayrağımızın sadece bize ait olduğunu, sadece bizi temsil ettiğini vurgulamak için tekrir (yineleme) sanatından yararlanarak “O benim milletimin yıldızıdır, o benimdir, o benim milletimindir” diyor.
Şimdi ikinci kıtaya geçebiliriz.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.
Bu kıtayı tahlil ederken “hilal ve hak” kelimelerinden söz etmemiz gerekir. Eski edebiyatımızda hilal ile kastedilen sevgilidir. Hem Halk hem de Divan edebiyatında sevgilinin kaşı hilale benzetilmiştir. Bu tespitlerden hareketle şunları söyleyebiliriz. Şair kişileştirme sanatı yaparak bayrağa hitap ediyor: “Ey nazlı sevgili, sana kurban olayım çehreni çatma; kahraman ırkıma bir kez olsun gül; bu şiddet ve öfke niçin?” diyor. Anlaşılıyor ki şair bayrağımızı kaşları çatık öfkeli bir sevgili olarak tasavvur etmiştir. Evet, sevgili öfkelidir çünkü uğruna binlerce şehit verilen topraklarımız düşman çizmeleriyle kirletilmiş, bazı yerlerde bayrak gönderden indirilmiş ve yerine İngiliz, Yunan, Fransız bayrakları çekilmiştir. Kısaca bağımsızlığımız tehlikeye düşmüştür. Fakat şair inançlıdır, istilacı güçlerin bir gün mutlaka defedileceğine inanmaktadır; bu sebeple sevgiliye “Tarih boyunca senin uğrunda binlerce şehit verdik, yine vereceğiz; öfkeli ve çatık kaşlı hâlin devam ederse senin uğruna döktüğümüz kanlar helal olmaz,” diyor.
Burada son kıtanın ilk iki dizesinden de söz etmek gerekir:
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal”
Bu dizeler coşkun ve mutlu bir ruh hâliyle yazılmıştır. 30 Ağustos Büyük Taarruz zaferi ve Yunan’ın denize dökülmesi sanki içine doğmuştur Akif’in. Şair coşkun bir sevinçle bayrağın şafaklar gibi dalgalandığını, onun uğrunda dökülen kanların helal olduğunu vurguluyor.
Şiirin tamamını okuduğumuzda görüyoruz ki Akif, İstiklal Savaşı’nın kazanılacağına, yurdumuza musallat olan tek dişli canavarın yok edileceğine canıgönülden inanmaktadır; inancının gerekçesini hem bu dörtlüğün son dizesinde, hem de onuncu kıtanın sonunda “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal.” diyerek belirtiyor.
Peki nedir bu gerekçe? Hak kelimesinin bu dizedeki anlamlarını belirterek cevap verelim. Hak, iki anlamda kullanılmıştır: Birincisi Allah, ikincisi ise “insan hakları, ana hakkı” tamlamalarındaki anlamı. Bu durumda şair tevriye sanatı yaparak iki gerekçe öne sürüyor: “Bağımsızlık, Allah’a ibadet eden milletimin hakkıdır.” , “Bağımsızlık, tapar derecesinde insanların hak ve hukukuna riayet eden milletimin hakkıdır.”
YORUMLAR
Kurtuluş savaşını hatırlayan mı var?
Kuvva_i milliye ruhunu yüreğinde yaşayan,yaşatan mı kaldı!!
Erzurum,sıvas kongrelerini,Amasya tahminini,19 Mayıs 1919 Samsun'da doğan kurtuluş savaşı meşalesini yakan kuvva_i milliye ve başkomutan gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını hatırlayan mı kaldı
Kurtuluş Savaşı'nda cephede ordusu ile savaşan döne bacı onbaşı kara Fatma,yiğit kezban bacını kaldı
Büyük atanın kurduğu meclis_i mebusan başına övünerek Koyduğu TC ibaresinin hükmü mü kaldı çoğu devleti devlet yapan kurumların başından kaldırıldı Türklüğü kimseye bırakmayan karda buna seyirci kaldı halen Türk kelimesi olan sivil toplum ötgütlerden çeşitli bahanelerle türk kelimesini bazılarının gözününún içine baka baka kaldırıyorlar Türk tabibler,Türk mühendisler mimarlar Türk ziraat odalar gibi utanmadılar TBMM başındaki Türk kelimesini kaldıracaklar
Kişileri tavsiye etmek ellerinde iken burada hedefte olan bazılarını rahatsız eden Türklük kelimesi
23 Nisan egemenlik ve çocuk bayramını,19 Mayıs gençlik ve Spor bayramını 30 Ağustos Atayı anma ve zafer bayramı,29 ekim Cumhuriyet Bayramı yani milli bayramlara kibir bahanesi ile kısıtlama getirmeleri 15 temmuz ve alparlanın 730 yıl dönümü ahlatta görkemli katılımlarla kutlanması Ayasofya'nın büyük kitlelerle açılması 30 Ağustos yasaklanırken pandemi var diye 31 ağustosta yani bir gün sonra Giresun çay dağıtma mitinginin yapılması size TC devleti,Türk demokrasisi hakkında geleceğinin bekası hakkında gizli ajandalardaki bilgileri tahmin etmemek gözü kör olmayı ,aptal olmayı gerektirmiyor mu?
Oysa türk tarihi TC tarihi milli eğitim müfredatı dan kaldırılmış kısa başlıklar halinde işlenirken Osmanlı tarihinin geniş yer alması sizce manidar değil mi!!!
Andımızın müfredatta kaldırılması manidar değil mi?
TBMM işlevsizleştirilmesi bakanların miili iradeyle gelen millet vekillerden seçilmesi dışarıdan atanması sizce manidar değil mi?
Kuvva-milliye ruhu yok olmuş Türklük ayaklar altına alınmış,Türklüğü düne kadar ateşli savunanların vicdanları,izanları satın alınmış göz göre Türk düşmanı Barzani kırmızı halılarla üst düzeyde bayrakları Ankara ve İstanbul'da gönlere çekilirken bebek katilinin kırmızı bültenle TRT 1 de seçim yatırımı için ekranlara çıkartılırken milliyetciyiz diye nutuk atanların sesiz kalmaları düzene biat etmeleri manidar değil mi
Ben il okulda ilk andımızı okurken ağlayarak okumuştum ve öğretmenlerinden öğrencilerden büyük alkış almıştım o günkü vatan bayrak Türklük sevgisinden bu güne bakıyorum eser kalmamış
Süleyman śah vatan toprağının terk edilmesi,Sakarya ordunun namusu tank palet fabrikasının kuruş almadan karara sırları ile devri Yunanistan'ın 18 adayı göz göre göre işgali içimizi acıtmıyormu nerede istiklâl marşımız nerede kaldı bekamız
Saygı ile efendim