- 778 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Çizgilere Basmadan Yürüyenler 5. Bölüm
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İnsanlar yığınla yanımdan geçip gidiyorlar ve beni fark etmiyorlardı. Bense süratle düşündüğüm ve hayal ettiğim bir yol bulmak için yönümü değiştirmiştim. Kanaryam kafesindeydi ve durumu gayet iyidi. Varlığı bana güç katıyordu. İyice yorulmuştum ve açtım. İstemeden ölüme gidiyordum. Ne olurdu bir kişi bana merhaba deseydi. Omuzuma çarpan birini bile kabul ederdim.
24 bin adımı geçmiştim. Kalbim hızla çarpıyordu. Telefonumdan en sevdiğim şarkıları son kez dinliyordum. Yaşantıma dair umudum kalmamıştı. Hiç kimse benimle tek kelime etmemişti. İnsanın daha büyük beklentileri olmalıydı bu hayatta. Daha büyük umutları olmalıydı.
Tamda düşündüğüm gibi bir yola girmiştim. Her iki tarafta da devasa ağaçlar vardı. Dalları sanki bütün gökyüzünü kapatmıştı. Havayı derin derin içime çekiyordum. Farkında olmadan daha yavaş yürüdüğümü fark ettim. Ölmekten korktuğum yavaşlamadığımı biliyorum. Yaşamak istiyordum ama bu haliyle asla.
Çok pahalı bir şarkı çalıyordu şimdi kulaklığımda. Dinlemek, hissetmek için çok şey verilmesi gereken türden. Hayatı kolay yaşayanların bileceği bir şarkı değildi bu.
Ekimin sonuydu. Yürüdüğüm caddede bulunan ağaçlar sanki ölümüme güzel bir şey katabilmek için yolumu yapraklarıyla süslemişlerdi. Her şey sessizdi. Gelen giden yoktu. Telefonuma umutsuzca baktığımda 100 adım kaldığını fark ettim. Ölmeye 100 adım. Hayatıma ve varlığıma dair ne varsa bitmesine sadece 100 adım kalmıştı.
Kanaryam için planladığım şeyi yapamamıştım. Onu kimseye vermek gelmemişti içimden. Ölsem de biri onu mutlaka alacak ve sahiplenecekti. Hayır, öyle olmayacak. Kafesi açtım ve kanaryamı ellerime aldım. Onu son defa öptüm ve kokladım. Öylece ellerimi açtım ve gidişini seyrettim. Büyük bir hüzün sardı her yanımı. Dibe vurmuşluğumu iyice derinden hissediyordum şimdi.
Son elli adımım. Gözlerim dolmuştu. Artık her şey pusluydu. Pastel boya tablo gibi fluydu gördüklerim. Gözlerimi kırpmadım. Gözyaşlarım akarsa gördüğüm flu görüntüden yoksun ölmek istemiyordum.
Öylece bir banka oturdum. 25.000. adımı atmıştım. Yapraklara bakıyordum. Ölmek için çıktığım yolculuğum sona ermişti. Her şeye rağmen gururluydum. İçimde tek bir pişmanlığım yoktu. Elimi sabahtan beri cebimde taşıdığım zehire götürdüm. Suyumu açtım. Ölüm tam karşımdaydı ve ben çaresizdim. Artık her şey bitmişti. Elimi ağzıma doğru götürmeye başlamıştım. Artık her şey bitmek üzereydi. Ellerim titriyordu. Nefes alış verişim hızlanmıştı. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.
‘’Merhaba’’
Biri bana merhaba dedi sandım. Öyle haller içindeydi ki halim birinin bana merhaba dediğini duyduğumu sandığımı düşündüm. Çünkü hiçbir şeye dikkat etmemiştim. Başımı yavaşça kaldırınca karşı yolda bankta oturan birini gördüm. Elinde mimoza çiçekleri vardı.
Kendimde büyük bir güç buldum. Evet, biri bana merhaba demişti. Gözlerimi kırptım ve artık daha net görebiliyordum. Artık o buğulu gözlerle bakmıyordum. Karşımda bir bayan vardı. Öylece bana bakıyordu.
Elinde mimoza çiçekleri vardı. Çizgilere basmadan yürümüştük onunla. Her şeyiyle karşımdaydı. Diğer yarım oradaydı. Dünyadaki cennetim her şeyim oradaydı. Tesadüfle ya da her hangi bir mucizeyle açıklanamayacak bir şeydi bu.
Çizgilere basmadan yürümüştük oysa. Tesadüfen mektuplaşmıştık sadece. Dahası yoktu, ötesi olmamıştı. Ama fazlası vardı bizde, hissedebiliyordum. Şimdi kulaklığında hangi şarkıyı dinlediğini biliyordum adım gibi biliyordum. Benim ne dinlediğimi eminim o da biliyordu. İşte böylesi ilahi bir haldeydik. Konuşmadan hissederek anlaşıyorduk. Bir birimize gülümsüyorduk.
İşte böylece bakıştık. Ağlıyorduk ama mutluyduk.
Elinde mimoza çiçekleri vardı. Ne o gelmeye teşebbüs etti ne de ben gitmek istedim. Eğer konuşursak hissettiğimiz her şeyin bir daha asla yaşanamayacağını düşünüyorduk. Konuşursak büyüsü bozulacaktı. Birbirimize dokunmamalıydık. Dokunursak her şey değişebilirdi. Böylesi bir şeyi belki hiç kimse kabul edemezdi. Biz bunu böyle kabullenecek miydik? Konuşmadık, tekrar görüşmek için telefon numaralarımızı almadık. Bizimkisi ilahi bir tesadüftü ve böyle de kalmalıydı belki de. Yoksa her şey kirlenirdi, yok olurdu, mahvolurdu.
Yazgımızın böyle olmaması gerekirdi. Ne olacaksa olsun noktasındaydım.
Hayır, böyle olmayacaktı. Yerimden kalktım. Ürkek ve aksak adımlarla yürüdüm. Titriyordum. Korkuyordum. Kalbim ağzımda atıyordu, hissediyordum. Beynimde ritmini hissediyordum.
‘’İki yol var önümüzde.’’ Diyebildim.
‘’Sus’’ dedi kadifemsi bir tonla. Sonra ayağı kalktı.
‘’Bir şarkı aç. İlk ve son kez dans et benimle.’’
Benim sunduğum iki yolu da istemediğini anlamıştım.
O da ölmek için gelmişti. Sessiz ve sakin bir yer istemişti.
Ben ona ilk yol olarak konuşup, içimizde ne varsa döküp, nefretlerimizden, hayal ettiklerimizden ne varsa her şeyden doya doya konuşup bir daha görüşmemek üzere ayrılmayı teklif edecektim.
İkinci bir yol olarak, hayatlarımızı sonsuza kadar birleştirecektik. Ölüm bize gelene kadar.
Ama o sadece bir yol sundu. Umurumda bile değildi. Onunla dans edip ölmek benim için sadece başka bir mucize olabilirdi.
İkimizin şarkısını açtım. Bir kulaklığı onun kulağına diğerini kendi kulağıma taktım. Avucundaki ilaçlardan içtik. Gözümüzü dahi kırpmadan içtik ilaçları. Adımızı dahi bilmiyorduk.
Sonra o mimoza çiçeklerini bıraktı banka. Etraf mis gibi kokuyordu.
Hiç konuşmadık. Bu yüzden bir daha asla dans etmeyeceğimiz şekilde dans ettik birbirimizle.
Yağmur da başlamıştı. Böylesi bir an için kaç fani yaşantısından vazgeçmezdi ki. Böylesi tesadüflerle dolu bir hayatı bu son yaşattıklarıyla kim kabul etmezdi ki.
Şarkımız çalıyordu. Biz dans ediyorduk. Sırılsıklam. Umursamadan. Korkmadan. Umut dolu. Özgürce. Severek. Âşık olarak. Ağlaşarak. Sarılarak. Sımsıkı sarılarak. Gözlerimizde eriyip biterek… Şarkımız bitiyordu. Gözlerimiz kararıyordu. Ölüyorduk. Ölmek… Böylesi ölmek ne güzel.
Dizlerimizin üzerindeydik. Kanaryam gözüme ilişti. Mimoza çiçeklerinin üzerindeydi. Islanmıştı.