- 701 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
584 - VEFASIZ
Onur BİLGE
"Vefasız,
Çok eskiden beri ailecek görüştüğümüz, çocukluğumdan beri tanıdığım, kanser olduğunu duyduğum komşumuz Ziynet’i ziyarete son gittiğimde bir sonbahar ikindisiydi. Eylül sonu veya ekimin başı falan olmalıydı. Yağmur çiseliyordu. Galiba yine günlerden cumaydı. Hasta ziyareti için daha çok o mübarek günü tercih ederdi analığım, bana da tavsiye ederdi. Bütün iyilikler o gün çok daha makbulmüş.
Hemen hemen her hafta elime bir kilo meyve, birkaç poğaça, simit falan alarak ona giderdim, analığımla. On beş yirmi dakika kadar kalır, teselli eder, moral verirdim ona. Bir hafta gidemesem, kendimi suçlu gibi hissederdim.
Aslında bir ara aramızda nahoş bir olay geçmişti ve içten içe ona kırgındım ama yine de böyle bir durumda kin gütmek hiç de doğru olmazdı. Hastalandığını duyduğumda, içimde kin ve nefrete dair ne varsa bir çırpıda söküp atmaya çalıştım. Artık ne kadar başarabildiysem, o kadar temizleyebildim kalbimi. Aynı olay benim de başıma gelebilirdi. Belki ben de ondan aynı hoşgörü, ilgi ve yakınlığı beklerdim. Eski dost düşman olmazdı.
İçeride bunaltıcı bir hava vardı. Çok üşümekte olduğu için hava o kadar soğuk olmamasına rağmen soba yanıyordu. İlaç kokularına limon kolonyası ve baskın bir yemek kokusu karışıyordu. Galiba mutfakta et haşlanıyordu.
O bize geldiğinde bir bahar rüzgarı esmiş gibi olurdu. Ya sabun kokusu gelirdi saçlarını savurduğunda ya kolonya kokusu gelirdi üzerinden. Yanımıza geldiği belli olurdu, başımı kaldırıp bakmamış, görmemiş olsam dahi o güzel kokusundan.
Yakın zamanda öleceğini düşünmek bana çok acı geliyordu. Kurbanlık koyun gibi orada öyle yatıyor olması içimi burkuyordu. Her gidişimde, olduğumdan başka bir hal almaya gayret ediyor, neşeli, hayat dolu bir vaziyette, hastalığının geçeceğine, eski sağlığına kavuşacağına dair teselli edici sözler arayıp buluyor, yalan da olsa güzel şeyler söyleyerek onu ümitlendirmeye çalışıyordum. Aslında, rahatsızlığının ne olduğunu biliyordu. Acı gerçekle başından beri yüzleşmek zorunda kalmıştı. Ölümü dahi kanıksamış, onunla karşılaşmaya hazır gibiydi. Aile fertleri de oldukça metin görünüyordu.
Ona belli etmemeye çalışarak her gidişimde genel durumuna, yüzüne gözüne, eline ayağına bakarak bedensel ve ruhsal durumunu kestirmeye çalışıyordum. Günden güne daha cansız, dermansız olduğunu görüyor, içtenlikle üzülüyordum. Yüz ifadesi donuklaşıyor, gözlerinin feri sönüyor, avurtları çöküyordu Öyle bir safhadaydı ki genç yaşında, yaşlı bir kadın gibi görünüyordu. Muhtemelen yakında ölecekti.
Oysa çocukluğumda ve ilk gençliğimde ne kadar güzel bir kadındı! Kayınvalidesi, kocası öldükten sonra kızı ve oğluyla birlikte yaşamakta olduğu için onu aynı eve gelin getirmişti. İki belik yapardı saçlarını, başının üstünde toplardı. O örgüler parlak siyahtı ve taç gibi duruyordu. Yanaklarından hayat fışkırıyordu. Anlatıldığına göre teliyle duvağıyla eve getirildiğinde, gelin görmeye gelen orta yaşlı bir hanım: "Gelin nerde?" diye sormuş. "İşte burada! Görmüyor musun? Karşında ya!" dediklerinde: "Manken değil mi o?" diye hayretler içinde kalmış.
O zamanlar ben henüz on on bir yaşlarındaydım. Arada sırada bize gelir, başımı okşar, cebinden çıkardığı sütlü şekerleri ya da elinde getirdiği mevsim meyvelerini verir, birkaç sözle gönlümü alır, gözlerimin ışıltısını seyrederek mutlu olurdu. Onun için geliş gidişleri benim için önemli bir olaysı. Karşısına oturur, onu seyrederdim. Yüzüne bakmaya doyamazdım. Hele elleri... Elleri ne kadar zarifti! Parmakları düzgün, ince ve uzundu. Tırnak uzatmasına gerek yoktu.
Hayallere dalardım onu seyrederken ve düşünürken. Ben de büyüyünce onun kocası gibi yakışıklı ve şık giyimli bir delikanlı olacaktım. O zaman ben de Ziynet gibi bir kız alacaktım. O da onun kadar sevgi dolu ve cömert olacak, bana değer verecek, onun gibi sevecekti. Çok çalışacak çok zengin olacaktım. O kızı otomobillerde gezdirecektim. Ayağını yere değdirmeyecek, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacaktım. Öyle analığıma falan da ezdirmeyecek, kaynana derdi çektirtmeyecektim. Her cumartesi sinemaya, her pazar parka götürecektim, koluma takıp. Güzelliğinden kıvanç duyacaktım.
Ziynet’in bileziklerini alıp satmışlar ve düğün borçlarını kapatmışlar. Ben alacağım kıza taktığım bilezikleri asla geri almayacak, her ay bir bilezik daha takacaktım bileğine. O kadar sevecektim ve o kadar kıymet verecektim ki ona, o da beni el üstünde tutacak, yerlere koymayacaktı.
Gelip gittikçe analığıma dert yanardı. Birkaç sır vermişti kaynanası ve kocası hakkında, analığım ifşa etmediği için ona güvenmiş, her olup biteni anında iletmeye başlamış, onu dert ortağı etmişti. Güvenmekte de haklıydı. Bizim evde konuşulan bizde kalır, asla dışarıya çıkmazdı. Bir o değil, mahallede herkes birbirini bizim evde çekiştirirdi. Analığım dışarıya çok çıkamazdı. Vakit bulamazdı gezmeye. Ev işlerinden fırsat buldukça tezgâha girerdi çünkü. Onun için nerde ne olmuş, çok merak eder, olanı biteni komşulardan öğrenirdi. Birinin dediğini diğerine demediği için herkes ona her şeyi anlatır, dolayısıyla nerde ne var, ne olmuş, kim kime ne demiş, ne yapmış etmiş o bilirdi. Şayet sır saklayamayan biri olsaydı, kimse ona güvenemeyecek, o da hiçbir şeyden haberdar olamayacaktı. Belki de ahlaken doğru olduğu için ya da Allah öyle emrettiği için değil de sırf seyyar gazeteleri rahatça okuyabilmek için sır saklamayı adet edinmişti.
Ben de analığımdan öğrenmiştim sır saklamayı. Onun için küçük büyük, yaşlı genç, çoluk çocuk herkes daha ilk görüşte yüzümden mi anlar, alnımda mı yazar nedendir, hemen kendisini anlatmaya, olandan bitenden bahsetmeye başlar. Hafızasını ters yüz eder, mazisini önüme döker.
Ziynet de rahatça bahsederdi kendisinden. Geçmişinden, ev halinden... Ne sırrı varsa derdi. "Ya çocuk?" demişti ilkin kuşkuyla analığıma. O da: "O bir şey demez. Yanında deveyi kessen söylemez! Sır küpüdür o da... Biz dedikoduyu sevmeyiz." demişti. O öyle demişti. Demek ki ben öyleymişim. Öyle değilsem de öyle olmalıymışım. O yakışırmış bana. Belki de onun için, o öyle dediği için öyle oldum.
Sen de onun için sırdaş ettin beni kendine. Ben de sana yazdığım bu adressiz mektupları sırdaş ettim kendime. Bu mektuplar da dilsiz. Dedikodu bilmezler. Ben istemedikçe sırrımı ifşa etmezler. Laf götürmezler. Bunların dilleri, pullardır.
Ziynet de çocuk denecek yaştaydı. On altı mıydı on yedi miydi evlendiğinde... Bir keresinde nikâh için babasının imza attığını söylemişti, laf arasında. Demek ki henüz rüştünü ispatlamamıştı, reşit bile değildi.
Bilmediği şeyleri sorar, öğrenmeye çalışırdı. Kaynanası kınamasın diye ona bilgisiz beceriksiz görünmek istemez, analığıma sorar, ondan öğrenir, gider yapar, biliyormuş gibi kurum satardı. İşkembe nasıl temizlenirmiş, bumbar nasıl yapılırmış, hangi balık ne şekilde pişirilirmiş yavaşça sokulur, usulca sorar öğrenir, uygulardı. Sonra da ne yaptığını, nasıl caka sattığını analığıma ballandıra ballandıra anlatırdı. Anlatırken de inci dizisi otuz iki dişi dışarıda olur, keyfinden ağzı kulaklarına varırdı.
Ziynet’li zamanlarımız arttıkça Ziynet’li hayallerim ve düşüncelerim de artıyor, hayallerim ve düşüncelerim arttıkça ona hayranlığım da artıyordu. Hayranlığımla beraber sevgim ve bağlılığım da tabii ki! Ben de büyüyordum, o da benimle beraber büyüyordu. O kadar çok ve o kadar sık aklıma geliyordu ki ben de şaşırıyordum. Aylardır da şeker, kurabiye, bisküvi falan vermez olmuştu bana. Saçlarımı da okşamıyordu.
Kadınlar aralarında konuşuyorlardı "Büluğa ermek..." falan diye bir şeyler diyorlardı lafın ortasında fısıldaşıyorlar, kaş altından göz ucuyla bana bakıyorlardı. Benden mi bahsediyorlardı? Boyum sırık gibi olmuştu. Kollarım bacaklarım haddinden fazla uzamıştı. Bıyıklarım yeni terlemeye başlamıştı. Mutaassıp hanımlar ben içeriye girince yaşmaklarını düzeltiyor, babalığım gelmiş gibi sakınıyorlardı.
Ziynet başını örtmüyordu. Onun için "Asri" diyorlardı.Bir de tuvalet için kullanılıyordu bu kelime. Öğretmenler böyle kelimelere "Sıfat" diyorlardı.
Benim karım da asri olacaktı. Ziynet gibi olacaktı. Keşke Ziynet daha küçük ya da ben daha büyük olsaydım da Ziynet’i kurtlar kapacağına ben alsaydım! "Armudun iyisini ayı yer!" diyordu analığım.
Ben onu hayallerimin gelininin canlanmış hali olarak seviyordum. Anlayamadığım biçimde, içim titreyerek... Nedenini bilmeden seviyordum hem de... Ne olduğunu bilmeden... Belki Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Abla’sında anlattığı gibi... Büyük bir hayranlık... İlk sevgi, ilk uyanış...
Ben onu o kadar severken, sevgimin ibresi gayriihtiyari sağa sola kaymış olsa da saf bir kalple... Ne isterse yaparken, nereye gönderirse koşa koşa giderken... Her zaman şeytana yüklenir ya anlaşmazlık denenleri, tartışmaların sebebi, hep o olur ya kırgınlıkların, dargınlıkların müsebbibi... Şeytan girdi aramıza bir ara... Sudan bir sebeple... İncir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük bir nedenle... Aramız limoni olmuştu o ara. O zaman çok kızmıştım ama yıllarca da sürmemişti. Yalnız onunla benim aramdaydı. Analığımla yine kuzu sarmasıydı. Yine bize aboneydi her zamanki gibi.
Aradan yıllar geçti. Hastalandığında üç çocuk anasıydı. Ben daha askerden yeni gelmiştim o zaman. Henüz bu kadar artmamıştı rahatsızlığı. Yatalak olmamıştı. Birkaç sene sonra o hale geldi. O güzel kız eriyip aktı, o muhteşem güzellik harap oldu. Çektiği ağrı sızı, kusması... Uykusuzluğu yorgunluğu... Hastaneye gitmesi gelmesi... Elim erdikçe yardıma koştum daha çağrılmadan. Her ihtiyaç duyduklarında yanlarındaydım.
En son ziyaretimizde yatağında kımıldandı, tüm gücüyle doğrulmaya çalıştı. Hemen elini tuttum, sırtından destekleyerek yardımcı oldum, birkaç yastık koydum arkasına, sağına soluna. Güçlükle oturdu. Nefesi tükenerek gözlerimin içine dikti, yarı açık gözlerini ve güçlükle şöyle dedi: "Necmettin, beni ziyarete her cuma geliyorsun ya... Bundan sonra gelme artık. Hakkını helal et bana! Hakkım varsa helal olsun sana. Arkamdan ağlama ha!"
İşte o ana kadardı metanetim! Hıçkırıklarımı tutamadım, on yaşında çocuk gibi ağlamaya başladım. Hemen elini öptüm, saygıyla. "Helal olsun! Canı gönülden!" dedim de: "Sen iyileşeceksin! Ölmeyeceksin ki!.. Neyin vedası, elvedası bu?" demeliydim belki de... Dilim tutuldu, diyemedim. Son defa baktım sönmek üzere ışığını kaybeden puslu gözlerine. Büktüm boynumu, geri geri çekildim, kapıdan çıkıp gittim. Analığım ne hale geldi, ne dedi, ne etti, farkında değilim.
Cumaya çıkamadı zaten. Biliyormuş öleceğini demek ki! Onun için bana: "Artık gelme!" dedi.
Senden o kadar haber bekledim. Hemen hemen her gün telefonda dakikalarca konuştuk, umdum, sabrettim, o daveti hiç işitmedim. O kadar telefon faturası ödedim, yemedim içmedim, postaneye yatırdım tüm kazancımı. İzmir’e gitme ümidiyle, aniden çağırırsan diye var gücümle çalıştım, birkaç kuruş biriktirmeye uğraştım. Kılığımı kıyafetimi düzeltmeye gayret ettim, karşına çıkacağım diye. Hiç davet etmedin.
Ne olurdu çağırsaydın? Ne olurdu gitseydim, seni görseydim, hasretimi dindirseydim! Çıkamaz mıydın, bir bahaneyle dışarıya? O kadar mı esirdin? Yalnız hasret gidermek, yüzünü görmek için de değildi... Bana güvendiğini görmek, senin için güvenilecek tek kişi olduğuma inanmak içindi.
Hani sana: "Kimin kimsen var mı?" diye sormuştum da hiç düşünmeden: "Sen varsın!" demiştin. Ben vardım, öyle mi? Ne kadar sevinmiştim! Dünyada belki hiçbir şey beni bu iki kelimelik cevap kadar mutlu edemezdi!
Sen var mıydın benim için? Hem de nasıl! Seninle beraber başka hiçbir şey yoktu hem de ama senin için ben var mıydım? Ben olsaydım kuzenin olmazdı belki de. Bana sorardın, danışırdın kuzeninle anlaşmadan önce. Ne zaman o kadar samimi oldun onunla, bunca zaman durdun durdun da... Bu zamana kadar kuzen nerdeydi? O kart adam seni alıp giderken telli duvaklı... Kurbanlık koyun gibi yüzü gözü boyalı, eli kınalı... O zaman o nerdeydi?
"Sen varsın!" yazmıştım ben sen yokken sokaklara, duvarlara... Kumsalda "Sen varsın!" yazmıştım, ıslak kumlara. Odamın tavanına kırmızı yağlıboyayla, kocaman harflerle... Süslü püslü, majiskül hem de...
Antalya’ya döneli kaç gün geçti! Daha aklına gelmedi mi ziyaret etmek beni? Kuzenin izin vermedi mi? Yoksa ayrılamadın mı dizinin dibinden? Ayıramadın mı can alıcı lacimavi gözlerini onun gözlerinden?
Haydi öyle olsun bakalım! Ne güzeller gördü bu gözler! Ne güzel gözler gördü! Onlar ki bakmaya doyulamazlardı, dokunmaya kıyılamazlardı! Ben de böyle değildim ki bir zamanlar. Sırım gibi delikanlıydım. Yakışıklıydım da kendime göre... Bak, ne hale getirdi beni seneler! Gözlerine inanamazlar o gençliğimi bilenler, bu halimi görseler!
Nasıl ki herkesin içinde bir çocuk varsa ve hiç büyümek istemiyorsa, benim içimde de var. İçimde bir de delikanlı var ki hep askerden yeni gelmiş. Evlenme çağında ama sanki hiç evlenmemiş.
İhtiyar Delikanlı"
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 584
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.