- 432 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den utanılır mı?
Efendim, ahirzamandır, ne görsek şaşırmamak gerekir. Fakat ben yine de şaşırıyorum. Neye şaşırıyorum efendim? Bazı nur talebelerinden işittiklerime. Evet. Yine kendi mahallemizden çıkan seslere şaşırıyorum. Ötekilere değil. Berikilere. En yakınımdakilere. Bu defa şaşırdığım ise şu: Diyorlar ki: Bediüzzaman’ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî’deki gibi ’spesifik’ metinlerle uğraşması arzulamadan düştüğü bir yanlışmış. Normalde külliyatı boyunca üzerine titrediği ’burhan mesleğine’ aykırıymış. Mevzular aşırı ’göreceli’ymiş. Üstelik bu metinler eserlerinin daha fazla yayılmasını da engellemişler. Neden efendim? Çünkü spesifikliği sorun olarak sabitleyenler mesleğinden kaçmışlar. O metinler yüzünden genele hitap eden metinler de genele hitap edememişler. Vah, vah, vah. Neler etmiş bize şu Sikke-i Tasdik-i Gaybî meğerse! Acaba yaksak mı? Yok. Yakmayalım. O kadar değil. Fakat "Risale-i Nur külliyatındandır..." gözüyle de bakmayalım. Arızanın özeti böyle. Ahmed’in itirazı ise şöyle:
Sakın bu Sikke-i Tasdik-i Gaybî veya sizin tabirinizle ’spesifik metinler’ mesleğin tamamlayıcı öğesi olmasın? Yani mürşidimiz onları, bir galat eseri olarak değil de, özel bir kasıtla tasarlamasın? Bunları ince ince yazmakla da içimizde tuğla tuğla bir hassasiyet inşa etmesin? Ben bunun mümkün olduğunu düşünüyorum. Ve bunu bana en çok da, yine mezkûr eserde geçen, şu cümle düşündürüyor: "Kur’an ise, sair kelâmlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususî ve cüz’î değildir. Belki Kur’an, umum işârâtıyla ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzulî, lüzumsuz maddeleri yoktur."
Bu cümle neden önemli? Allahu’l-a’lem şu sebepten: Kur’an’ın vahiy olduğuna takliden değil tahkiken iman etmek ona ancak böylesi bir uyanıklıkla bakmakla mümkündür gibime geliyor. Yani, insan sözü değil herşeyi bilen el-Alîm’in kelamı olduğuna, sınırlı bir görüşten değil ezel makamından buyrulduğuna, belli bir döneme/kişiye değil bütün zamanları/kişileri kuşatır bir el-Muhît’ten ferman geldiğine iman etmek, Furkan’ın böylesi ’işarî manalara sahip olduğuna da’ iman etmeyi gerekli kılıyor. Çünkü onun ’hidayet’ ve ’şifa’sından istifade etmek ancak kendini ona muhatap almakla oluyor. Kendini muhatap almak ise metinde yaralarının da kastedildiğine, zikredildiğine ve görüldüğüne inanmakla mümkün görünüyor. Yani Kur’an hidayeti için teşrif ettiği âlemin herşeyini biliyor. Her ferdini sarıyor. Her kalp sahibine sesleniyor. En azından müslümanlar olarak iddiamız bu. Halbuki herşeyi bilmese herkese şifa olamazdı. Herkese şifa olamasa Rabbü’l-Âlemîn’in kelamı sayılamazdı. Sözün sınırlanması dolayısıyla sahibinin de sınırlandırılmasıydı. Sahibi ise sonsuzdu. Sınırlanamazdı.
Zannıma göre Bediüzzaman Sikke-i Tasdik-i Gaybî’yle talebelerine en zor/üst dersini veriyor. Hakikatin sadece 2x2=4 gibi formüllerle elde edilemeyeceğini; işin sezgiye, keşfe ve işaretlere bakan tarafları da olduğunu hissettiriyor. Tabir-i caizse: Bir yanıyla ’hava gibi, su gibi, nur gibi’ olanın aktığı avucunu açıkta bırakıyor. Genele hitap eder delillerin yanında bireysel alınganlıkların da ıskalanmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Huzur-u daimî dediğimiz makamın ancak böylesi bir uyanıklıkla girilebilir/kalınabilir olduğunu sezdiriyor. Evet. Metinler boyunca gösterilen karinelere somutçu kafanız pek yatmamış olabilir. Tamam. Fen bilimlerinin ’gör-bil’ tekdüzeliğine alışmaktan bu tarz ’sez-bil’ okumalardan fehminize acı tatlar gelebilir. Ama kalbiniz en azından şunu derketmiştir: Bilginin böyle bir alanı da var. İslam denilen daire-i âzime bilgiyi (yahut da daha doğru bir tabirle marifetullahı) kalbî duyuşların, özel okuyuşların, detay sezişlerin veya zamanüstü işaretlerin ötesinde tanımlamıyor. Onları asla eteğinden kovmuyor. Ya? Belli şartlar/usûller içinde dergâhına kabul ediyor.
Şahsen, Sikke-i Tasdik-i Gaybî’yi tekrar tekrar okuduğum şu yıllar boyunca, onu burhan mesleğinin ötesinde görmedim. Bir halkanın tamamlanışı gibi içime sindirdim. 14 asrı kuşatmış bütün bir İslam mirasının ahirzaman mirasçısı olmaya niyetliysek bilginin bu türüne de sinemizde bir yer olmalıydı. Yoksa eksik kalınırdı. Emanet tam anlamıyla kuşatılamazdı. Elbette Risale-i Nur’u çevreme anlamaya/anlatmaya o metinlerle başlamadım. Fakat mesleğimi savunurken de böylesi metinleri bir cüzzam yarası gibi saklamadım. Nihayetinde bazı süzgeçlerin de lazım olduğunu düşündüm. Nitekim, Miraç hâdisesi gibi gayet spesifik(!) bir mucize de, Ebu Bekir radyallahu anh gibi elmasların Ebu Cehil-i lâin gibi kömürlerden ayrılmasını sağlamıştı. Birisini sıddıkiyet arşına çıkarmış, ötekini cahiliyet kuyusuna indirmişti, demek hikmetliydi. Belki böylesi metinler de Risale-i Nur’a talip olanlar için bir ağ görevi görüyordu. Takılanlar takılıyor, aşanlarsa yeni bir bahçeye kavuşuyordu, işaretler bahçesine...
YORUMLAR
Tespitlerinize katılmamak elde değil...
Haci Bektas Veli'nin "derya ne kadar engin olursa olsun, herkes kendi kabı kadar su alır"
sözleri sanırım durumu izahın bir başka betimleyicisi olacaktır.
Bir küçük yapıcı eleştiri: her ne kadar doğru ve yerinde tespitler olsa da değindiğiniz konu ne kadar önem arz etse de naçizane kanaatim; ilhamınızı aldığınız kaynağın prizmasından daha müeccel daha elzem bir paylaşım yapmanızı arzu eder (im)/dim... Ve sizce de mümkünse Dinin misyonu ile Misyonerlerin(sadece islam coğgrafyası temelinde ...) Din algısının ve bunların yanında Din algılarımıza en büyük darbeyi vuran Din- dindarlık sömürüsü yapanların oluşturdukları yanlış temsil ve bu kusurlu temsillerin oluşturduğu tahrifata dair bir makale ya da bir makale serisi kaleme almanız hem çok hayırlı bir hizmet hem de çok muteber bir katkı olacaktır.
Saygılarımla,
Sahir Neva tarafından 9/16/2020 9:03:38 PM zamanında düzenlenmiştir.
belkibirharfimben
anlasam diyeceğim olacaktır lakin,
anlamadım...
anlamayana yazmak " nafile" der bizim eskiler...
belkibirharfimben
himmet aygüt
ve derler ki
o kedi ne güzel kedidir...
tanıdık gelmiştir sanırım 30. harf bey...