- 761 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
'anakronizma'
‘Yaz sıcakları bitti’ derken çarşafı kırıştırıyordu. Yağmurun yağmasını nasıl da arzuluyordu. Şimdi ise üşüyor, önce ayaklarını, sonra sırayla diz kapaklarını, baldırlarını, leğen kemiğini, göğüslerini ve parmak uçlarına kadar yüzü hariç her bir yerini yorgan altında saklamakla meşguldü. ‘Tıpkı bu serinlik gibi ülkenin ve hatta dünyanın yoluna, izanına bir serinlik lazım’ dedim. ‘Ya… Tabii, ne demezsin’ derken saçlarıyla yüzünü kapamış yastığa sarılmıştı. ‘Her hafta’ dedim, ‘hatta kimi zaman her gün farklı bir atraksiyonla insanların iyice vurdumduymaz kılındığı bir dünyada yaşamaktan ne hale geldik!’ Devam etmeden önce yorganın altında onu okşayan elimi çekmem gerekliydi. ‘Bana diyorlar ki çok takıyorsun. O şu bu... Meselenin ne olduğundan önemsiz olarak bana takıyorsun diyorlar. Bunu bana sende kimi zaman diyorsun. Ben sadece temeli sağlam, gerçeğe de doğruya da yarayan bir iyi hayal etmek için çabalıyorum. Bu neden kötü olsun ki? Bu takmak ya da takılmak meselesi değil. Aksine yine de, tıpkı kendi ülkemden yediğim kazıklar gibi ‘bir güne’ inanıyorum.’
‘Sigara içelim mi’ diye sordu. Peşinden beni sürükleyecekti. ‘Bir de kahve mi yapsak derken anatomisinin kronolojik olarak imgelemesini tekrardan seyretmekten keyifliydim. İşaret parmağımla saçlarını tarıyor gibi yapmaya bayılıyordum. Bu zevkten beni mahrum bırakmayacak kadar da merhametliydi! Hemen arkasındaydım. Tek şekerli iki büyük porselen bardağa yapacağı kahvenin demir cezvede pişmesini beklerken, bir taraftan da külü düşmek üzere olan sigarasını lavaboya doğru uzatıp sigarasını silkeledikten sonra ‘ya’ dedi, ‘temennilere inanmak insanı hayal kırıklığına uğratır. Şimdi arada ince bir çizgi var hayal kırıklığı yaşamamak için. Misal, gerçeklerin var, görüyorsun bunları ve belki de bunu ciddi bir şekilde bekliyorsun. Veya…’
‘Hayır’ dedim tişörtünden çekiştirirken. Saçını avucumda birleştirip hafifçe yukarı doğru kaldırıp boynuna sarılan yüzümün perde arkasında ‘yok işte, bu dediğin gibi değil benim demek istediğim.’ Onu öperken ürperiyordu. Burnumu sızlatan bir hadisenin birkaç yüzyıldır tekrarlanmayışı gibi tekrar onu öpüp, az biraz gerisinde durdum. Saçlarını çoktan geri bırakmıştım. ‘Sen acaba temennilerin var ve bunlar gelmiyor da, sen gelsin diye temennilerini daha başka boyutta arttırmaya devam mı ediyorsun’ diye sordu. ‘Yani’ dedim, ‘kendimi kandırıyorum gibi dursa da öyle değil. Temenni mekanizmamla inancın arasındaki o ince çizgiden bahsediyorum. İşte bana haz veren şey o; nedir o? Tereddüt… Olamamak… Kaos!’ Arkasını dönmeden önce porselen iki bardağa kahvelerimizi döküyordu. ‘Temennilerine inanıyorsan hayal kuruyorsun. Realist bilgiler neticesinde hayal kurmanda pekâlâ mümkün.’ Bunları dedikten sonra balkona geçebilecektik. ‘Sen tepsiyi ve şu acı çikolataları götür’ dedim. Siyah renkte ince ancak ona fazlasıyla uzun gelecek hırkayla yanına dönerken, kahvesinden çoktan ilk yudumunu almıştı.
Bende kahvemden ilk yudumu alıyordum.
‘’Temenniye inanmak demek, bir takım sebepler bulmayı ya da bahane üretmeyi gerektiriyor. Senin de dediğin gibi realist bilgiler neticesinde bekliyorum o günü.’’
‘’O zaman hayal kırıklığı yaşamamalısın.’’ Büyük gözleriyle sokağa bakıyordu.
‘’Yok, işte o yüzden yaşamam. Asla gerçekten kaçamıyorum. Ama yine de o bir gün inancını diyorum ki, sessiz sedasız da olsa içimde koruyorum.’’
‘’Gerçekçi beklentiler üzerine o bir gün inancına çizdiğin yol var mı? Yani yapabildiğin sadece benim de görebildiğim gibi yaşamak mı? Bence yok gibi duruyor sende. Bu yüzden içinde ve yüzünden de anlaşılabilir olduğu kadar kırıklıklar oluşuyor.’’
Onun gibi sokağa dönüp ‘kendimden şu an bahsetmiyorum. Bir ülkeden, bir ülküden bahsediyorum’ dedim.
Sağ ayak başparmağımı önce ayaklarının, sonra da bacaklarının üzerinde gezindirmeye başlamıştım. Sigarasını yakıp, acı acı çekerek kısılsa bile yine de güzel o büyük gözleriyle bana baktı. Kahvesinden de yudum alması gerekebilirdi.
‘’Fark etmez yine de, bu söylediklerin evrim geçirebilir. Aynı şeyi bir ülküye inananlar olarak da ele alabiliriz. Bu tıpkı şeye benziyor. Hım… Ya da bu düzen değişmiyor ve dünya kötüye gidiyor. Bu yüzden Tanrı’dan beklentin doğuyor. Çünkü sen yapamayacağına inanıyorsun. Örneğin insanların bir mehdi bekleyip durması; sadece istiyoruz. Fakat eyleme geldiğimizde elde avuçta hiçbir şey olmuyor. Hayal dünyasında bir güzellik ve bunu ben yapacağım diyemiyorum. Yani biz bunu yaparız demiyoruz, yine ondan bekliyoruz.’’
‘’İşi söz sanatlarıyla çok farklı yerlere çekmek elbette mümkün! Ateş var diyorum; yakıyor, eziyor her bir yeri mahvediyor. Benim yüreğimde ise bir mum ışığı kadar o ateşten emare olduğundan bahsediyorum. Bu sessiz, çok sessiz bir ilinti benimle beraber... Bu yüzden senin söylemeye çalıştığın tarz da kurtarıcı vs. ile bir dayanağı olmayan, daha soyut bir durumdan bahsediyorum.’’
‘’O zaman netleştirelim. Biraz karmaşa oldu, ben tam olarak anlayamadım. Sen burada kendinden mi bahsediyorsun yoksa bir genelleme mi yapıyorsun?’’
Aynı anda ikimizde kahvemizden yudum almıştık. Aklımın metodolojisiyle asıl yapmak istediğim şey arasında uçurum vardı. Başının arkasına avucumu yaslayıp, duvara doğru onu ittirip dakikalarca onu öpmek istiyordum. Arsız biri değilimdir. İkimizin de zevk aldığını bilmenin onurlu bir hali sonrası bu uçurumdan atlayabilme cesaretini gösterebilirdim. Yine de aklına, düşüncelerine inanılmaz saygı besliyordum. Onunla yapıcı bir eleştiri yapabilmenin hazzı sonrası ağzının içindeki tada tekrardan erişmek için uçurumdan atlayabilirdim. Biraz daha anlatmak istediğim şeyi netleştirmem gerekiyordu.
‘’Kimi tanrıya yönelik der, kimi iyi düşünce der, kimi motivasyon der, kimi insanlık sevgisi der… Kavramın açıklamasının önemli bir tarafı yok. Ben adlandıralım demiyorum, böyle bir isteğim de yok. Çok özel, bana ait, asla kibir ve ego kaynaklı olmayan, salt bir kaynak gibi düşünmeni istiyorum.’’
‘’Ne işte, bunu anlayamıyorum? Senin temenninin dünle, bugünle ya da gelecekle bir alakası mı var? Sen hangisindesin? Olmayan bir şey mi istiyorsun yoksa var olanı mı?’’
‘’Üçü birden de önemsiz kalır yaşamı tek kalemde değerlendirmek istediğinde. Bir kompozisyon çalışması değil bu. Anlatmaya çalıştığım şey ya da daha doğrusu ifade etmeye çalıştığım şey bir temenni değil! Sadece senin geçen gün söylediğin gibi, arızalı süreçlerin belli bir süre içerisinde anca düzeleceğine dair beklentine karşılık, ben bir zaman ifade de etmeden içimdeki o kaynağın yaşamak adına motive edici olduğundan bahsediyorum. Kesinlikle beklentisiz şekilde hem de!’’
‘’O zaman sen inancının seni motive ettiğinden bahsediyorsun?’’
‘’Bir inanç olgusuna değinmedim. Bir kaynak diyorum. Kişisel olarak düşünebilirsin. ‘’
‘’Ne farkı var ki? O zaman olgu diyelim, bu olgu da güzelleşmeye, iyileşmeye dair olsun. İnanç demeyeyim.’’
‘’Çünkü inanç dediğimiz an itibariyle bunu ister istemez akıl din ile bağdaştırıyor.’’
‘’Hayır, ben bağdaştırmadım.’’
‘’Sonuç olarak ben dibi görmediğimizi düşünüyorum.’’
‘’Yine anlayamıyorum. Belki de sen yanlış anlatıyorsun. Sen bunun senin için motivasyon kaynağı olduğundan mı bahsediyorsun? Ya da olmasını mı kastediyorsun? Biraz kafam karıştı.’’
İpek gibi saçlarını geriye elleriyle taramakla meşguldü.
‘’Bir tür kaostan, yıkımdan da beslenen demeyelim de, onlara karşın ayakta duran inatçı bir şey diyebiliriz. Fakat kaostan, yıkımdan korkmayan bir şey…’’
‘’Ya iyi de o zaman düzen ve kaosun birbirinden bağımsız olması lazım ama bunlar bağımsız değil.’’
‘’Kaostan, yıkımdan korkmayan bir şey demiştim ya; işte olmadığı için bu korku olmamalı! Çünkü daha sonrasında da kaosun başka etkileri olacak.’’
‘’Farkında değiliz belki ama bir süredir biz kaostan bahsediyoruz.’’
‘’İşte bunu demek istiyordum. İkimizin de kesiştiği yer; kaos!’’
‘’Ben de düzen diye bir şeyin olmadığına inanıyorum. Tek bir şey var, bu da kaostur.’’
‘’Tıpkı kimyasal bir tepkime gibi bu çatışma hali devam edecek zaten.’’
‘’Bunu evre evre bölüp de değerlendirebilirsin. Kelime manasından da bağımsız olarak olgu olarak benim düşünceme göre olmayan bir şey.’’
‘’Durgun gördüğümüz su altında ya da baktığımız feza içinde bile bilumum çatışma, kaos parçacıkları yer almıyor mu?’’
‘’Ben şunu öğrendim: Kaos benim için başlangıç demektir.’’
‘’Devamında da etkileri diyorsun o zaman?’’
‘’Tertipli kaos, bağımsız kaos, hükmedilemeyen kaos diye çeşitlendirebiliriz belki ama tüm varoluşları incelemeye aldığında başlangıç eşittir kaos oluyor. Kaos her daim var. Tıpkı içtiğimiz kahvenin üretimi ve balkonda bardak içinde içişimiz gibi.’’
‘’Sana bakarken bile her bir şey kaos…’’
‘Ne dedin anlamadım?’’
‘’Hiç. Şey diyordum, mesela günümüzde yıllardır iktidarını var etmeye çalışanlar da var olmak adına kaosa ihtiyaç duyuyorlar. Buna göre de hareket ediyorlar.’’
‘Hükmedilemez bir hal aldığından tertipli kaosa her zaman geçiş olur.’’
‘’İşte burada o kaynağın söylediği bir şey var: Evrenin kaos mekanizması. İnsanların ya da toplumların bilinçli kaosundan daha etkilidir. Bu yüzden tertipli kaos da kendi içinde yıkıma muhtaçtır.’’
‘’Tabii ki bizden güçlü olan her şeyin sebep olduğu kaos daha etkilidir. Tertipli kaos yıkımı getiriyor zaten. Bağımsız veya hükmedilmeyen kaos kendi rutininde ilerledikçe farkında olmadan bunun adına düzen diyoruz.’’
‘’Aslında bakarsan bu bir tür yaradılış kodu gibi; hücrelerimizi düşün, her gün ölen hücreler yanında diğerleri bölünüp işlerin devamı için bir tür kaosa yardımcı oluyorlar. Sonuçta tamamen bedenin öleceğini bilemeden buna hizmet eden bilinçsiz hücreler var. İşte biat eden insanların durumu da bundan farksız olmasa gerek.’’
‘’İnsanlar bunun farkına varamıyor ki!’’
‘’Peki, vardığını düşün? O zaman neye sebep oluyor, olabilir ya da?’’
‘’Biz bu kaosa teslim olmak için değil, dokunuşlar yapmak için varız.’’
‘’Bu söylediğin çok mantıklı! Her ne kadar bilinç sahibi, gelişim sahibi de olsak dokunuşlar harici yepyeni bir kaos sıfırdan oluşturamayız. ‘’
‘’Oluşturamıyoruz çünkü kaos dediğimiz şeye zaten başlangıçtır dedik. Yani biz başlangıçları ya devam ettireceğiz ya da bitişine seyirci kalıp birlikte yok olacağız. Tabii bunun bitişi derken de her şeyin bitişi manasında söylemiyorum. Bizim için bitişinden bahsediyorum. Genel anlamda her şeyin yok oluşundan bahsetmiyorum. Biz biteceğiz ama kaos bizden sonra da devam edecek.’’
‘’O zaman canım, bilmeye mi yoksa yaşamaya mı ya da dayanmaya mı cesaretli olmak için kendimizi adamalıyız? Sapere aude!’’
‘’Bileceksin canım elbette, bilerek yaşayacaksın, yaşarken dayanacaksın ve dayanacak kadar da cesaretli olacaksın. Onun dışında hiçbir şekilde söz hakkımız olmuyor. Zaten sözü olanlarda bunu yapabilenlerdir.’’
‘’Kant aklını kullanma meselesi adına şöyle bir şeyden bahsediyordu: Bir insanın aydınlanması, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir olgunlaşamama durumundan kurtulmasıdır. Bu olgun olamama durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu olgun olamayışa insan kendi suçu ile düşmüştür. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Özetle Kant bunları zamanında söylemişti.’’
‘’Çok insan var canım bizim söylediklerimizi söyleyen ve benim seninle ortak paydada buluştuğumuz gibi konuşan, anlaşan birçokları var.’’
‘’Peki, senin de bu konuda istediğin şey hareket mi?’’
‘’Tabii ki eylem! Eylemsizlik bizim için gerçekleştirme olgusu olamaz ki!’’
‘’Sana bir şey diyeyim mi canım, eski zamanlardan bugüne değişmeyen şey nedir biliyor musun? Eylem, hareket noktasında bizim penceremizde çevremiz dolayısıyla kısıtlanıyor. Aslında olması gereken insanın kendi aydınlanmaları için eylemleridir. Bu olursa işte asıl eylem de, hareket de o zaman olur. ‘’
‘’Zaten her şey bireyde başlamıyor mu? Sen inanmadıkça, benim inancım eylemi sürdürmeye yeter mi sanıyorsun?’’
‘’Ve tabii başkalarının aydınlanması için uğraş da bu eylemin parçası. Bunun için her bir şeye ek bağımsız argümanlar sunulur. Medya, teknoloji, iktidar organları vs. Ancak o bağımsızlığın temsil özelliği, asla vukuu bulmayacak kadar da özgür bir ruha sahiptir. O yüzden birilerini bir şeye inandırmakta en zor olanı.’’
‘’Yine de şöyle bir şey de var canım…’’
Kahvelerimiz bitmişti. Aynı anda bitirdiğimizi söyleyebilirdim ama bunu kanıtlayamazdım. Sigarasını yaktıktan sonra konuşmasına devam etti.
‘’İnsan pek çok yöntem geliştirebilir. Bize bugüne kadar gelen doğrularda değişerek, geliştiğini iddia ederek gelmedi mi? Kendinden önceki doğrulardan daha doğru bir şeyler bulmamız lazım gelecek için.’’
‘’Aynı yanlışı bilerek, farkında olarak hatta arzulayarak seçmek, doğrunun da yanında olmamak gibi duruyor. Elbette…’’
‘’Yok, ben tam olarak ondan bahsetmiyorum. Doğruyu daha da doğru kılmaktan bahsediyorum.’’
‘’Ama insanın yalnızca mantığı çalışmıyor ki? Affection denilen, bir tür etki modellemesi, duyguların yükleri de mevcut bu duruma dâhil edilebilir. Bu yüzden de doğruyu doğru kılmayı geç, doğruyu seçme konusunda bile insanlığın seçim konusunda karmaşası var oluyor.’’
‘’Eğer insan mantık yönünde hareketleri için kullanıyorsa, duyguları da onu doğruya ulaştırabilir.’’
‘’Bu da bir beceri değil mi?’’
‘’Duygularımızı da mantığımız gibi geliştirebiliriz. Etkileşim halindedir onlarda. ‘’
‘’Öğrenilebilir de tabii…’’
‘’Duygular eğer bağımsız olsaydı bir engel olarak durabilirdi ancak onlar da çevresel etkileşim sonucu değişebiliyor.’’
‘’Yine de benim aklıma şu an gelen bir şey var. Kaos içerisinde yeni bir kaos yerine, ara geçiş formlarını hazır edebilmek, bunları mümkün kılabilmek gerekiyor en başta.’’
‘’Yeni kaos olmadığından bahsetmemiş miydim sana canım? Yalnızca dokunuşlar, dokunuşlarımız var. Mevcut kaosu kendin için hizmet etsin diye yapılandırmak, çaba sarf etmek gerekiyor. Hükmedilmeyecek hiçbir şey yoktur, yeter ki yolu bulunabilsin!’’
‘’Az evvel senin anlatmaya çalıştığın gibi gerçek zihnimizde yatıyor. Asıl keşfin yeri çok yakınlarda iken, hep bir başka şeyin ihtiyacı içerisinde olmak insanı zayıf kılıyor.’’
‘’Hah işte, bende bundan bahsediyorum baştan beri. Zayıf olmalısın ki seni kolayca hükmedebilsinler. Olay burada zaten; insan düşünce gücüyle doğrularına ulaşabiliyor. Bunu elde edebiliyor ama canım bu nasıl bir lükstür ki insanlar buna ihtiyaç duymuyor?’’
‘’Ben duyuyorum şu an.’’
‘’Nasıl yani, anlamadım canım?’’
‘’Şu an düşünce gücümle neye ihtiyacım olduğunu çok iyi biliyorum. Sana yakınlaşmak ve seni öpmek istiyorum tüm düşüncelerini, nefesini içime çeker gibi.’’
‘’Öldürmek mi istiyorsun yoksa faydalanmak mı bu?’’
‘’Ne dersen de, belki de insan severken öldürür sevdiğini. Klişe olsa da güzeldir. Faydalanmak dersen çok ama çok eksik kalır. Sana ihtiyacım var. Sana yakınlaşmak, yaklaşmak; çok yakınında olmak istiyorum.’’
‘’Şapşal! Şapşalsın, şapşal! Yaklaş…’’
Gözlerimi açtığımda üşümekten yorganın altında büzüşmüş halde kendimi buldum. Yanımda boylu boyunca dizkapaklarıma değin uzanmış siyah bir hırka duruyordu. Yastık kenarına doğru hırkayla bir bağ oluşturmuş gibi duran birkaç saç telini fark ettim. Hırkanın kenarını yastığa bağlayan bu tellerin sahibi neredeydi? İyice gerilip esneyerek ayağa kalktım. Yarı açık pencereyi tamamen açıp tekrar yastığa yaklaştığım. İtinayla o birkaç saç telini ve hırkayı kucakladım. Lavabo, kırmızı koridor, odalar boştu. Mutfağa geçtim. Lavaboda hâlâ sigarasından silkelediği kül parçacıkları duruyordu. Demir cezvenin içerisinde yarıya kadar su doluydu. Kahve yapışmasın diye su koymuş olmalıydı. Balkon kapısının kolu üzerinde siyah bir leke vardı. Parmak ucuyla dokununca bunun acı çikolata olduğunu anladım. Kuşların dışkılarıyla modern bir kitsch nesnesi haline dönüşmüş terliği birkaç gün önce yıkamıştım. Balkonda onunla beraberken ayağımda tertemiz duruyordu fakat şimdi üzeri onu yıkamadan önceki halinden beter hale dönmüştü. Bu birkaç saatte olacak işe benzemiyordu. Yine de ayağım huylana huylana terlikleri sürterek balkonda yürümeye başladım. Balkonunda sonunda, sokakla birleşen en dipte birbirine yakın iki sandalye, hemen yan taraflarında pencere eşiği üzerinde iki porselen bardak ve yarısı yenmiş çikolata duruyordu. Hırkayı saç telleri içinde kalacak şekilde katlayıp kucağıma koyup, iki bardağı da elime aldım. Telveleri hâlâ nemli gözüküyordu. Parmağımın ucuyla bardakların içine dokunduğumda, gördüğüm zaman zihnimde beliren hafif ıslaklığı hissetmiştim. Bunların nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? Kapı kilitliydi ve anahtar üzerinde duruyordu. Çıkmış olamazdı ama evin hiçbir yerinde değildi. Aklımı yitirmemek için her şeyi en baştan düşünmeye karar verdim. Hırkayı o üşümesin diye kapının arkasındaki askılıktan çıkarıp ona getirmiştim. Bu onun hırkasıydı. Göğsün, kemiklerin kadar bacakların da üşümemeli diye ona uzun hırka alalım demiştim. Evet, bu onun hırkasıydı. Bu bordo bardak onun en sevdiği porselen bardaktı. Kahve telveleri bardak içinde hâlâ nemliydi. Bir yere gitmiş olsaydı, eğer gerçekten gidecektiyse, bana mutlaka haber ederdi. Tişörtü, onun içindeki dokunuşlarım, yüzünü, nefesini, boynunu aralıksız öpüşlerimde onunla gitmişti. Elimde saçma bir şekilde katladığım hırka ve birkaç saç telinden başka ne kalmıştı ki? Hırka, incecik narin bedenini nasıl da sarıyordu fakat şimdi kucağımda onun da üzgün olduğuna bahçedeki kedileri bile inandırabilirdim.
Yüzümü musluktan akan suyun altında kaç kere yıkadığımı bilmiyorum. Aynaya baktığımda yine de kendime tam geldiğim söylenemezdi. Hava serin olmasın karşın içim yanıyordu. Buzdolabından pet şişeyi çıkarıp avuçladığımda bir anlık rahatladım. Balkona çıkıp oturduğumda hırkayı omuzlarımdan sırtıma doğru uzatmış, birkaç saç telini de önündeki küçük cebe sığdırmayı başarmıştım. İki kol kısmını tek avucumda birleştirip ara ara burnuma götürürken, bir yandan da dolgun ve ak göğüsleriyle göğü dolduran bulutları, Güneş’in akıttığı kızıllıkta titreşirken buldum. Kızıl bir gerdandı bu mevsim elleri hâlâ avucumda. İğrenç bir tat dişlerimden başlayıp tüm vücudumu sararken, içtiğim su yalnızca boğazıma kadar bir serinlik verebiliyordu. Vücudum üşütük bir cadının saçlarını yaktığı ahırın kenarında duran samanlar arasında kendisine sarılmayı bekleyen yılanı aranıyordu. Böylesine anakronizmayı ilk defa tadıyordum. İnanılmaz derecede aptalca bir duyguydu. Kötülük cesaretimi zayıflatmıştı. Güneş gözlerimden akıyordu parmaklarımın ucuna. Sangue de la Madonna! Acıdan ve yaştan başka hiçbir şey göremeyecek haldeydim. Siren sesleri bitene kadar buradan çıkmayacaktım.