- 447 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GARELİNİNEN İÇ EMMİM
GARELİNİNEN İÇ EMMİM !
Yıllar önce köylerde yaşam çiftçilik ve hayvancılık üzerine endekslenmiş, hayat da bu çizgide uzun yıllar devam etmiştir. Zaman şartları, gelişen teknoloji bu geleneği bozmuştur.
Köylerde hayat şehre göre en az iki iki buçuk saat önce başlardı. Ahır, samanlık gibi vs. işler bittikten sonra çocuklar okuluna; gençler de “mezarın başı” denilen yere giderlerdi. Gençler burada o günün gözde oyunlarından biri olan ‘aşşık’ oynarlar vaktin nasıl geçtiğini bilmezlerdi.
Orta yaş ve daha üzeri olanlar ise köyde bulunan birkaç kahveye gider vakit geçirmek için çaylığına veya ortaya iddia girerse (yedirme, içirme vs.) bunu çıkışmaya ‘üçlü, bülüm, atmış altı, pişti’ gibi kağıt oyunları bazıları da tavla, domino, kağıt çekişme gibi oyunlar oynarlardı.
Kağıt oyunları karşılıklı dört kişi arasında eşli oynanacak olursa bu işe en hevesli Cingi oğlu Cemal’le kimse masaya oturup ortak oyun oynamaya yanaşmazdı. Çünkü Cemal ortağına kaş-göz işareti yapar, bu da yetmezmiş gibi masanın altında olan ayağının topuğuyla ortağının ayak parmaklarını ezercesine “şunu at, bunu atma” gibi ikazlar yapar, eğer oyunda ola ki yenilirlerse ”hep senin yüzünden yenildik, dediğimi yapmadın” diyerek mızıkçılık yapar, hesabı ödemekten kaytarmaya çalışır, bu yüzden de ortağıyla hır çıkarırdı.
Köyün ’torun torbaya’ karışmış yaşlıları da kahveye gitmeye utandıkları için köy odalarına, buldukları gölgelik yerlerde, ya da namaz vaktinden önce gittikleri cami duvarı diplerinde kendi aralarında gelmişten-geçmişten ezan okununcaya kadar sohbet ederler, şaka yaparlar, namazdan sonra da ara-sıra ‘Gogu Halil’in küllemeç oyunlarına maruz kalırlardı.
Akşam olunca da evlerine en yakın köy odalarına ajans dinlemek için akın ederlerdi. Köye dışarıdan (başka yerlerden) gelenler deşirici, çerçi, yolcu, celepçi, düvenci, çelikçi gibileri köy odalarında misafir olurlar, duyduklarını, bildiklerini orada anlatırlar, orada anlatılanları da can kulağıyla dinleyip dağarcığında toparlarlar gittikleri başka yerlerde bu duyduklarını anlatırlardı. Motorlu araçların çoğalmasıyla oda geleneği zamanla son buldu.
Oda açmak öyle her babayiğidin harcı değildi, gelen misafirlerin ağırlanması, yedirilip-içirilmesi, yatak-yorgan, yastık tedarik etmek, bu da yetmezmiş gibi bir de yanında getirdikleri hayvanlarının ahırı, yemi, samanı, bir de bunlara bakacak oda sahibinin oğlu, gelini, kızı, hanımı; yetmezse bunlara yardım edecek yardımcılar. Oda sahibi demek ‘Ağa’ demekti. Şimdi bu ağaların esamesi kalmadı. Sadece dilden dile dolanan rivayetleri kaldı.
Etem ahır, samanlık işlerini bitirdikten sonra köpeği zor zor’la beraber usulen bahçesine gider, orada yalancıktan biraz çalışır, yoldan gelip geçenlerin selamını alır, yanına gelen olursa şuradan-buradan, gelmişten - geçmişten laf eder, eğer geleni kafası sarmaz ise ”Eften-püften” bir bahaneyle başından sepetler, hemen evine yakın olan emmioğlu Hacı Nuru’nun Halil’in odasında soluğu alırdı. Halil ile hem emmi uşağı, hem de arkadaş oldukları için odaya girip çıkmaya bir yabancı gibi çekinmez, bu yüzden de rahat hareket ederdi.
Halil odayı genelde hep açık bulundurur eğer bir işi çıkarsa ya da köyünde veya başka köylerde kırık-çıkık gibi insan yaralanmalarına tedaviye giderse o zaman odasını güvendiği Etem’e emanet ederdi.
Halil sınıkçılığının yanında odasında boşu boşuna oturup sıkılmaktansa tedariklediği sülüksyonla akraba ve komşularının o yıllarda birinci sınıf ayak giyeceği olan mest ve onun lastikten ayakkabısını kimseden para, pul almadan tamir ederdi.
Hele çocukların patlayan lastik toplarını tamir ederken onların keyif almalarına çok sevinirdi. Bu yüzden oğlu Mehmet’in arkadaşı hiç eksik olmazdı.
Mehmet Halil’in üçüncü oğluydu. Daha henüz yedi-sekiz yaşlarındaydı. Top yapıştırmaya gelen arkadaşlarıyla odada oyun oynar onlar gidince de o odadan ayrılmazdı.
Babasının ya da misafirlerin bir yumuşu olursa üşenmeden hemen koşar, onu yerine getirir, orada konuşulanları hayalinde canlandırır, bundan da büyük zevk alırdı.
Oda iki katlıydı. Mehmet yine her günkü gibi sırtını sedirdeki yastığa dayamış, ayaklarını da minderden boşluğa taşacak şekilde uzatmış, hem elindeki keçeden yapılma topla duvardan duvara vurarak yada elden-ele atarak oynuyor, bir yandan da can kulağı ile konuşulanları dinliyordu.
Odaya ikindi güneşi vurmuş, gerek o gün cemaatin fazla oluşundan, ya da Mehmet’in de haliyle pencere kenarında oturduğundan, bir yandan da topla oynayıp hareket ettiğinden olsa gerek terlemiş, bu yüzden dolayı da ağzı, dili kurumuştu. O an ki susuzluğu deyim yerindeyse diz boyu idi.
Mehmet’in oturduğu yerin bir iki metre uzağında giriş kapsının hemen bir metre ilerisindeki boşlukta boz bir testi ve onun ağzını kapatmış vaziyette duran aliminyum kulplu su bardağı (tas) ışıl ışıl parlıyordu.
O gün için her nedense eringeçliği tutan Mehmet yerinden kalkıp ta bir bardak su içmeye üşeniyordu. Birden gözleri, karşısında oturan Etem emmi’sine takıldı. Emmisi sanki o an için kendisine Hızır Aleyhselam kesilmişti. Bütün cesaretini toplayarak ”Emmi, galk ta bana bir bardak su ver” diyebildi.
Yılların Etem’i bu emir karşısında şaşırıp kaldı. Ne diyeceğini bilmez bir haldeydi. Şimdi şu koca adam yerinden kalkacak ve el kadar çocuğa hizmet edecekti. Yok, yook Etem bunu kaldıramazdı. Yarın bu durum ileride orada bulunanlarca başına kakınç edilir, işin doğrusu el aleme ”madara” olurdu.
Birden kendisini toparladı. Hazır cevaplılığı imdadına yetişmişti.”EMMİM, BEN SENİN GARELİNİ BİLEMEM, GAK GARELİNİNEN İÇ, İYİCE GANDIKTAN SONA DA BANA Bİ TAS DOLDUR VER EMİ YAVRUM…”dediğinde orada bulunanların gülmekten mecali kalmamıştı.
Erdoğan Çalışkan 18 06 2017 Kırşehir Karacaören Gerçek yaşanmışlıklardan
Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.