BABASINA ŞANTAJ YAPAN OĞUL
12 Eylül öncesi sol hareket içinde biri olarak, genç biri, potansiyel suçlu idi. Her aramada taramada göz önünde ve gözaltına idik. İşim bir dernek olduğu için kapatıldı. Artık işsiz biri idim. Ortalıkta dolaşıp, göze batmamak için bir işe girip çalışmalıydım. Ayrıca maddi olarak da buna ihtiyacım vardı. Askerin her şey egemen olduğu bir dönemdi. İş sahipleri askerliği gelip, geçmiş birini çalıştırmak istemiyordu. Bir kaç kez işportacılık yaptım. Bu da hoşuma gitmedi. Askere gitmek ve her yerde önüme çıkan bu engeli aşmak fikri, o dönemde birçok arkadaşın başvurduğu bir yoldu…
Askerlikten hiç bahsetmeyeyim, iyi gitmedi diyeyim siz anlayın...
Asker dönüşü ailem semt değiştirmişti. Alibeyköy’den Feriköy gelmişlerdi. Bu yeni semtte yabancı idim. Ailemin maddi durumu iyi değildi. Acilen iş bulmalı idim. Bu semtin iyi tarafı, şehir merkezi sayılmasıydı. Taksim, Beyoğlu, Karaköy, Kasımpaşa, Nişantaşı gibi semtler yürüyüş mesafesinde gidip gelinebiliyordu. Bütün bu semtlerde iş aradım.
Bu iş aramalar sırasında yan komşumuz Rıza Amca ile tanıştım. Rıza Amca, Erzincan’lı idi. Altmışını aşmış bu adam, daha yaşlı gösteriyordu. Emekli olmuş, emekliden sonra da, balıkçı hemşerileri yanında çalışıyordu. Eli hiç boş dönmedi. Taşıdığı ise bozulmasın diye, konu komşuya balık taşırdı. Adı balıkçı Rıza Amcaya çıkmıştı. Ben her rastladığımda yüküne yardım edip evlerine kadar getirirdim. Annem, “oğlum çok iyi yapmışsın, sevaptır, sonra bize az balık vermediler” diyince, bu adama yardımı hep borç bildim.
Bu yakınlaşmada, Rıza Amca, “demek sen bizim Kadir beyin oğlusun” dedi. Çaya davet ettiler. Rıza Amca, “gel hem seni oğlum İlyas’la tanıştırayım” dedi. İlyas’la tanıştık, İlyas ben yaşta, kirli sakalı ile pekte sevimli birine benzemiyordu. Ama çok iyi saz çalıyor, iş bulursa civarda yeni moda olan türkü barlarda çalıp, söylüyormuş. Rıza Amcanın bir de İlyas’ın küçüğü kızı vardı. Kız da ilk bakışta hemen dikkati çeken özelliği burnu idi. Adeta Karadenizliler özgü bir burun yapısı vardı. Sanırım bu özelliği ile annesine benziyor. Liseden terk biri olarak bir doktorun muayene hanesinde çalışıyor.
Bir süre sonra Rıza Amca ve eşinin bu kız bana uygun gördüklerini sezdim. Onlar tarafından sevilmek güzel bir şeydi. Ama bu kız hiç tipim değildi. Kız da beni sevmişti. Ama ben, farklı düşündüğümden hep bir kardeş gözüyle baktım.
Yıllarca bir müzik aleti öğrenme isteğim vardı. Hayat şartları nedeniyle bir türlü fırsat olmadı. İşte bu nedenle, artık çok sık Rıza Amcalara gidiyorum. İlyas saz çalıyor, bende türkülerle eşlik ediyorum.
Bu arada Nişantaşı da bir inşaat girdim. Tek amacım bir saz alıp, İlyas’tan saz çalmasını öğrenecektim. İyi bir saz almaya karar verdim. Ortaköy gezerken, cadde üzerinde Şemsi Yansıman müzik evi gibi yer gördüm. Bu isim bana hiç yabancı gelmiyordu. Sonra bunun bir halk ozanı olduğu anımsadım. Oradan bir saz ve birde, Kılavuz kitapçık aldım. İlyas sazı beğendi. Artık, bütün boş zamanlarında İlyas’lardan çıkmıyorum. “Tren gelir, hoş gelir”den başladık. Sürekli çalışıyoruz, bir arpa boyu yol yok. Çünkü kara düzen, nota yok. İlyas’da da nota yok.
Rıza Amca ve eşi bu durumdan çok hoşnutlar. Beni seviyorlar ve damat adayı gibi görüyorlar. Kızları Safiye de bu durumdan hoşnut, sürekli, çay, kahve ve yemeklerle âdete kur yapıyor. Annesi bu durumu izleyince, kendi yaptığı yemekleri bile Safiye yapmış gibi sunmaya başladı. İlyas ise umunda değildi. Nasıl olsa Safiye bir gün biri ile evlenecekti.
İlyas’la arkadaşlığımız dışarı taştı. Zaman zaman iş bulduğu mekânlara gidiyor. Onun icraatlarını izliyor, oradan da tanış olduğu evlere, mekânlara gidiyorduk. Bu sevimsiz adam, elindeki sazla her kapıyı açıyor ve bayağı da çevre ediniyordu. Arkadaş çevresi ile bende tanışıyor, onun bir vokali gibi türkü söylüyor idim. Aslında sesim de fena sayılmazdı. Belki de beni müziğe çeken sesimin türkülere yakışması idi. Hatta İlyas bir ikili oluşturma hayali vardı.
Benim İlyas’la arkadaş olmama Rıza Amca ve eşi çok seviniyordu. Bunun Safiye için olduğunu sandım.
Gerçi bir ölçüde öyle idi. Ama bunun daha sonra bu hiçbir şeyde tutunamamış, oğulları içinde olduğunu gördüm. İlyas, arada bir barlarda üç beş kuruş yanında bir kazancı yoktu. Ama müthiş savurgan ve müsrifti. Gittiği her yere taksi ile gidiyor. Sigarası, içkisi en pahalılardandı. Babasının, annesinin ve kardeşinin elinde avucunda ne varsa alıyordu. Almadığı da cinnet numarası ve intiharı tehdit unsuru olarak kullanıyordu. Bütün bunlara biraz olsun, ben kalkan olmuştum. Yaramaz bir çocuğun, misafir yanında yaramazlığına ara vermiş gibi idi…
Bu arada inşaat, doğulu olmam nedeni ile doğulu olan bizim Erzurumlu işçileri yola getirmekteki başarım. Beni şef gibi bir konuma soktu. Bu işçiler zaman zaman çevrede geçen kadına kızı rahatsız ettikleri gibi, geceleri de çevreyi rahatsız ediyorlardı. Bazı geceleri onlarla kalıp, İlyas’ı çağırıp, müzik ziyafeti yapıyorduk. Bir gün İlyas’a iş bulamadığından gel, inşaat çalış. Dediğimde. Alaylı bir şekilde, “ben senin gibi amele miyim? Ben sanatçı bir adamım” demişti.
İşçilerin kaldığı baraka tahtakurusu ve bit, pire kaynıyordu. Bu da onların barakayı çok pis bir şekilde kullandıkların kaynaklanıyordu. O dönemde inşaat konteynerleri pek yoktu ya da yaygın değildi. Temizlik ve ilaçlama gibi bir sürü sorunla uğraşıyordum. Yediği, içtiği yerde bir hayvan gibi yaşayan bu insanları adata gündüz inşaat işinde çalışan, gece evine temiz pak gelen insanlar durumuna getirmem zor oldu ise de başardım. Hele bu durum, inşaat içinde büyükçe bir mekân oluşturunca, daha da gözle görülür oldu. Barakaları bina içinde küçük daireye taşıyınca, işçilerde sevindi. Hiç birine çalıştıkları inşaatlarda geçici de olsa böyle bir dairede kalmalarına müsaade edilmemişti. Aslında bütün mesele işçilerin ağır şartlarda çalışıp, yorulması idi. Birde bu sürenin geçici olması ve olanak sağlanmamasından kaynaklanıyordu. Bütün bu sorunlar aşıldı ve o it bağlasan durulmayan mekanlar, temiz pak bekar evlerine dönüşmüştü. Bütün bunlar işçilerin daha verimli çalışması ve inşaatın aksamaması, patronun gözünden kaçmadığı gibi hoşuna gidiyordu.
Bütün bunların içinde bizimle kaynaşmaya ve bizden uzakta bir adam vardı. Bu adam buradaki işçiler gibi inşaat kalmıyordu. Gerçi inşaat bulunanların yarısının evi barkı vardı. Akşam olunca birçoğu evine giderken bu gariban işçiler inşaata kalıyordu. Sözünü ettiğim bu bize katılmayan ve bir yabani gibi duran bu adam, oldukça da dindardı. Namazları kaçırmadığı gibi, dışarı da cuma namazı kılıyordu. Bir gün işçiler “Taylan ağabey bu adam sürekli seni takip ediyor niye ki,” dediler. Acaba polis mi, patronun adam mı diye, sıkıştırdık. Adam bir tarikatın mensubu olduğunu, benim hareketlerimi beğendiğin söyledi. Eğer istersem, şeyh’i ile tanıştıracağını söyledi. Buna şeyh’inin çok sevineceğim de ekledi. Ama “ben buna pek sevinmem” dediğimdi, adam bozum oldu ve bir tartışmaya da girmedi. Bizim kumaşın farklı olduğu anlamıştı. Daha sonra aklıma geldi. Bize yaşam hakkı tanımayan bu cunta, tarikatların önünü açmıştı…
İlyas’la arkadaşlığımız devam ediyor. İlyas bu kez de beni söğüşlemeye başladı. Bunun hem bana saz öğretisine hem de ara da bir inşaat da işçilere verdiğimiz müzik şölenine saymaya başladığını anladım. Evlerine gittiğimde hem çevrenin bakışı rahatsız etti. Hem de Safiye’nin bir umut beslediğini gördüm. Buna bir son vermek istedim. Kuyumcudan ucuz yollu bir söz yüzüğü aldım ve parmağıma taktım. Sözleşmemiş rolü oynayacaktım. Büyük bir şaşkınlık yarattı. Bütün ailede bana bağlanan umutları kırdım. Rıza Amca ve eşi doğal karşıladı. Safiye adeta küsmüş gibi idi. Bu rol beraberinde birçok soruyu da birlikte getirdi. Kimdi, nereliydi vs. vs. Böyle bir role soyunduğuma pişman oldum. Çünkü bir yalan zincirine neden oluyordu. Yanıt vermemekse, ayıp gibi oluyordu…
Neyse ki, inşaat şirketi, beni Bursa da bulunan diğer bir inşaatta görevlendirdi. Orada bulunan şantiyeyi fareler basmış. Bu inşaat işçileri her yerde aynı şekilde yaşıyor. İşin kötüsü bu pislik içindeki yaşama karışana düşman oluyorlardı. Hele de dışarıdan geldiysen, dağdan, gelip bağdakini konmuş gibi oluyorsun. Neyse sinema, piknik, tiyatro gibi etkinliklerle ortamı yumuşattık. Aslında bütün aklı başında insanın özlemi böylesi temiz ve düzenli bir yaşam. Aradan beş altı ay geçti. Bursa’dan İstanbul’a döndüm.
Aslında on gün izinli idim ve Mudanya da tatil yapacaktım. Tek başına tatili gözüm kesmedi. Annem babamı ve kardeşlerimi özlemiştim. Özlemi giderdikten sonra İlyas’a uğradım, evde yokmuş. Rıza Amca ve eşi evde idiler. Hal hatır sordum. Eski güleç halleri yoktu. Bunu benim sözlüğüme yordum. Bir süre ortalığı toplayan Saniye teyze, “Ooo Taylan oğlum, bize kestane şekeri getirmiş” dedi. İçini çekerek, “Safiye de çok severdi” dedi. Öyle bir dedi ki, kızı öldü sandım. “Safiye işten gelmedi mi daha” dedim. Kadın yine derinden içini çekti. “Ah oğlum, Safiye gitti” dedi. Yine içime kurt düştü. Kızı bir kere daha öldü sandım. “Nereye gitti ki”, demiştim. Kadın, kızını her andığında acıyla içini çekiyordu. “Evlendi gitti oğlum” dedi. Gayri ihtiyari “iyi” demiştim. Rahatlamıştım, Rıza Amca ise sessiz, sözü eşine vermiş bizi dinliyor ve eminim ki, kızını düşünüyordur. Çalıştığı muayenehane stajyer bir doktor gelmiş. Safiye’yi beğenmiş, staj bitiminde, ailesiyle gelip, Safiye’yi istemişler. Uzun bir sessizlik oldu…
Sonra Saniye teyze anlatmaya kaldığı yerden başladı. “Gelinlik yerine bir kara çarşafla geldiler. Kanınız dondu, bunlar Gümüşhane’nin en yobazları imiş. Bizim kızında kafası bozuk, beklentisi vardı. Olmayınca” dedi. Bana taş vurur gibi baktı. “Olmayınca bozuk moralle he” dedi. “Bir şey diyemedik”. Dinlediğimi ve ilgimi belirtmek için, “Peki, bu kara çarşaf ne oluyor” dedim. Sakine teyze derin bir içini çekti. “Biz gelinimizi böyle gezdirmeyiz” dediler. Bizimde tepemiz attı. Bunlarla ne düğün ne nişan yapılır. Madem gelinimiz razı alın gidin” dedik. “Peki, abisi bir şey demedi mi?” Dedim. “Abisinin boyu devrilsin, tutturmuş bir dükkân işidir gidiyor.” Yine bir sessizlik ortalığı kapladı.
“Ne dükkânı dedim ve lafa girdim. Müzik dükkânı mı neymiş dediler. İçimden eyvah İlyas denen zibidi, yükünü tutmuş, dükkân açacak parayı koparmış. Belli ki, Safiye’yi götüren aile zengin, tıp fakültesi öğrenci yetiştirdiklerine göre. Aklıma ilk gelen, babası yerine İlyas’ın başlık parası alması oldu. Yapar mı? Yapar. Çünkü İlyas öyle biri idi. Kendinden başkasını düşünmeyen, çalışmayı sevmeyen, acımasız, düşüncesiz biri… Karşılaştığı tanışığı herkesi bir şekilde dolandıran, parası olanın parasını, parası olmayanın elinde göz koyduğu eşyasını bir şekilde alırdı…
Çay, çorba derken, kapı çalındı. Gelen İlyas’tı. Ağzı kulaklarında, “ana kurt gibi açım” dedi. Kadın tamam oğlum dedi. Biliyor ki, İlyas’tan kendine laf kalmayacak, konuyu noktalamaya başladı. “Yani anlayacağın Taylan yavrum, Safiye gitti. Ama yerinde rahatı, değil mi orası belli değil. O karaçarsaf, Kara talih olmasa bari.” İlyas lafa atıldı. “Olmaz olmaz, yeri alamandan iyi”. Babasını sert sert baktı. İlyas hem annesinin hazırladı yemeği yiyor, hem bana anlatıyor. “Bir lavuk müzik dershanesi açmış, beceremedi, bana devir etti. Ben de orayı adam etmeye çalışıyorum. Kırk sekiz öğrenci var. Onlardan gelen aidatlarla döndürmeye çabalıyorum.” Gerçekten de bir aç kurt gibi yemek yiyor. “Bir de piyasadan topladığım enstrümanları okutursam işler ayna’ İnsan bu, biraz palazlanınca ağzı bile bozulmuş, kendine güven gelmiş, argo argo konuşuyor. “Kaç liraya devir aldın” dedim. “Sonra anlatırım, sen anlat, Bursa nasıl, sen nasılsın, sözlün ne yapıyor. Sazı orada ilerletti mi? İlerlet de, sana müzik işi vereyim.” Pis bir kahkaha attı. Anne baba bu kez bir işe tutundu diye biraz mutlu…
İlyas’ın annesinden söz edecektim, bir türlü fırsat olmadı. Zavallı annesi ne kadar fedakâr, birçok anne gibi, saçını süpürge eden cinsten… Altmış yaşında hala hem dışarıda hem evde saçını süpürge ediyor. Gençliğin beri evlere temizliğe gidiyor. Evine gittiği aile sevmişler, sigortası yapıp, emekli etmişler. Saniye teyze hala o eve temizliğe ve yemek yapmaya gidiyor. Üstelik evin çocuklarına da bakıyormuş. Biriktirdiği, kefen parası diye sakladığı parayı, İlyas elinden alıyor. Bunları Rıza Amca, dertlenircesine anlatıyordu…
Şişli gezerken, biri önümü kesti. Yakama yapıştı, “ulan sen o İlyas ibnesinin arkadaş değil misin?” Dedi. Adamı, hatırladım, Asmalımescit de evine davet edildiğimiz mülteci bir kişi idi. Öyle efendi biri idi ki, ağzından böyle laf çıkınca şaşırdım kaldım. Bir Arap ülkesinde iltica etmiş, bu mülteci idi. İlyas, değerli sazını alıp, “şurasını yaptırayım” diyerek almış, ortadan kayıp olmuştu. Aynı şeyi bana da yapmıştı. Elimdeki sazı alıp, “ben sana daha iyisini özel olarak yaptıracağım” dedi. Durumu adama anlatınca, ortak noktamız biraz sohbet ettik. Adam, müzik aşığı, “müzikle uğraşan biri böyle pislikler yapmaz, bu nasıl bir yaratık” demişti. Sadece saz değil, birçok kişiyi dolandırmış. Öyle bir huy edinmiş ki, yolabildiğini yoluyor, yolamadığını dolandırıyor. Bu Arap mülteciden sonra birçok kişi onun arkadaşı olduğum için yakama yapıştı. Önüne her geleni soymuş, dolandırmış. Kimseye de adresini ve yerini söylemedim. Bazı kişiler, “lanet olsun”, derken, bazıları ise peşinde idi. Tilki gibi kurnazlıkla delikten deliğe kaçıyordu…
Beraber takıldığımız bir mekâna gittim. Şöyle bir iki tek atıp, müzik dinleyip, kafa dinlemek niyeti ile gittim. Mekân sahibi “Arkadaşın İlyas nerede bana şu kadar borcu var” demez mi? Tadım tuzum kaçtı…
Sözünü ettiği dershane de yakaladım. Gittiğimde dershane sahibi olan kişi ile tartışıyordu. Adam “buranın sahibi benim” diyor, “o benim” diyor. “İkimizin” diyen yoktu. Adam, “katil olacağım, sen adamı katil edersin” diyerek, sinirleniyor. İlyas ondan daha kötü sinirlenerek, masaya sandalye tekmeler atıyor, bir cinnet geçiriyor gibi. Bu halinden babası da söz etmişti. Evdekileri de böyle sindirmişti. Baktım ortalık çok kötü karışacak, İlyas’ın koluna girip, dışarı çıkarmak istedim. Baktım çıkmıyor, dershane sahibi adamı dışarı çıkardım. Adam dışarıda olayın gerçek yüzünü anlattı. Bir barda tanışmışlar, çoğu zamanı işsiz olduğu için, İlyas’a acımış. Ben dışarıda müzik dersleri veriyorum. Sen, ben yok iken, boş derslere gir, bir öğretmen gibi idare et. Ayrıca dershanenin idari işleri yürüt demiş. İlyas hemen kendini müdür ilan etmiş. Dershanenin bir köşesini de müzik aletleri doldurmuş. Piyasayı dolandırarak, birçok müzik aleti getirmiş. Anlattığına göre, Taa Ankara, Saman pazarı müzik evlerinden getirmiş. Yüze yakın saz, gitar, ut, kanun gibi estürmanlar. Bu duruma, adı Serdar olan iş sahibinin sevinmiş, estürmanlarla, dershane tam bir müzik okulu olmuş. Bu arada iki müzik, öğretmeni, bu psikopat nereden buldun diyerek, işten ayrılmış. İşler bundan sonra iyice sarpa sarmış. Senet sepet gelip, Serdar’ı bulmuş. Müzik piyasasından topladığı aletlerin yanında çeşitli şekilde dolandırıp, topladığı estürmanlar da vardı. Çaktırmadan baktım, benim saz da orada idi. Serdar çok iyi bir piyanist ve müzik öğretmeni idi. Dışarıda elit bir müşteri vardı. Dershane kazandığı paranın üç beş mislini kazanıyordu. Dershane, adres olsun, diye açılmıştı. Lanet olsun diyerek, İlyas’a bırakıp gitti. Yoksa senet sepet, üzerine kalacakmış…
Bu arada ayrılan, öğretmen Olcay hanım iki hamalla kuyruklu piyangosu götürdü. Piyano gidince dershane, dershanelikten çıktı gibi. Bunları görünce İlyas’a karşı bende bir nefret uyandı. Bende veda bile etmeden ayrıldım. Aradan iki ay geçmedi. Bir baktım, bir araba dolusu müzik aletini eve getirmiş. Arada bir evden tek tek müzik aleti götürüp satıyordu. Babasının anlattığına göre kirayı ödeyememiş, öğretmenleri giden, öğrenciler de dershane terk etmiş. “Yazık, adam dişimle tırnaklarım kurdum burayı” demişti. Ayrıca “iki de öğretmen arkadaş ekmek yiyor” demişti. Masa sandalye, müzik sehpalarını da, ölü fiyata hurdacı ya satmış.
Rıza Amca’dan haberleri alıyordum. Rıza Amca "bu oğlan ömrümü yedi" gözünü öyle çok söylemişti ki, dayanamayıp sordum. "Ya Rıza Amca, tek erkek çocuğu diye çok şımartmışsın" Sıkıntıdan dertleşmek ister hali olan, Rıza Amca döktü içini. Anlattığına göre; Üç dört düşükten sonra İlyas olmuş, yani şimdilerde kıymetli bebek dedikleri gibi. Üstüne titremişler, o sıraları memleketten iş için gelen dayısı Süleyman’ın tek uğraşı sazı ve İlyas olmuş. "İlyas’a sazı belleten de odur" diyor. Ve devam ediyor "Babadan çok dayıyla beraber, dayı evlenip, barklanıp çekip gidince, bizim oğlan yoz oldu" Adamın İlyas’tan çok çektiği her halinden belli idi. “Sokaklarda o gittiği düğünlerde içkiyi, sıçkıyı her bişeyi öğrendi." Beni kendine çok yakın buluyordu. Ayrıca annem babamı çok seviyordu. Ne zaman ayrılsak, "annene babana çok selam söyle" demeyi unutmadı. “Kimseye söyleme ben bu iti çok karakollarda topladım" dediğimde, İlyas’dan uzaklaştığım iyi olduğunu düşündüm.
Rıza Amca onun maceralarını dinliyorum. “Bir ara benim çalıştığım balıkçı ofisine geldi. Her geldiğinde bir şeyler kayboluyordu. Oğlumdur, diye bir şey kondurmadım. Ama Hakan beyin zarf açacağı kayıp olmuş. Hakan bey bu zarf açacağına çok önem veriyordu, söylediğine göre antika ve altından da değerli. Ve dede yadigârı, eşi benzeri olmayan bir şeymiş. Öyle diyince bizim sıpanın aldığına bu kez, düşündüm. Hakan beye "rüyama sizi o zarf açacağı ile adam öldürüyordunuz, korkumdan sakladım yarın veririm.” Dedim. “Geldim, İlyas’ı sıkıştırdım, “beni işten çıkaracaklar, üstelik adım hırsıza çıkacak” dedim. Çaldığını ve antikacıya sattığını söyledi. Ulan it, insan Babasının çalıştığı yerde böyle yapar mı? Antikacıya gittik. Adam anasının nikâhını istiyor. Üstelik bizi bir iyi fırçaladı. Burası “antikacı, emanet değil, Amca bey” demez mi? Bizim oğlan bir pislik yapacak. Onu gönderdim, “sen git, ben hallederim.” Diyerek, adama yalvardım. “Adama onun çalınmış bir eşya olduğunu ve polisle bu işi çözelim” diyince, adam da çözüldü. Sattığı paranın yanında, iyiliği için biraz da fazla para ile çözdüm.
Ertesi gün Hakan Bey, masa üstünde görünce çok sevindi. Antikacı, pazarlamak için bir güzel patlatmış. O günden sonra dikkat ettim. Hakan bey, işten çıktığında, zarf açacağını, çekmeceye kilitliyor. Bir kaç kez sordu. “Demek rüyanda bununla adam öldürüyordum. Anlat hele bir nasıl öldürüyordum.” Bense. “Hakan Bey, ben gördüğüm rüyayı unuturum, tek hatırladığım, bu aletin kanlar içinde olması. Baksana nasıl patlatmışım" Ah Taylan ah bunlar ufak tefek şeyler. Ve en büyük sırrını verdi. Bu kez kulağıma eğilerek, “kimse duymasın bunun bir de yıllarca kanımı, iliğini sömürdüğünü anlatayım. Yine bir ah çekti. Beni bir merak sardı. “Saniye ile çocukluğumuzdan beri birbirimizi severiz. Köyün zengin çocuklarına yüz vermedi. Beni seçti, benimle evlendi. Bütün köy başının etini yedi. Buraya geldikte kurtuldu.” O sırada bir kulağım Rıza Amca da, bir yandan da gördüklerimi gözden geçiriyorum. Bu adam hala karısına deli gibi âşıktı. Onun gibi doğu adamı, karısının elinden tutmaz, çok çok koluna takar. Ama Rıza Amca, bir sevgili gibi elinden tutuyor. Hitap şekli bile başka, “sevdiğim” diyor. Konu komşu da kılıbık diyor. Ben bu kılıbıklığı ev işlerinde yardıma yordum. Ama ilgisi yok, eşi rahatsız olduğunda, rahatsızlığı kendinde duyumsayan bir insan. Rıza Amca bir ah çekti koyuldu anlatmaya. Köyden kurtulduk, İstanbul’da hayat çok zor. Köylülerimiz olmasa daha da zor…
Neyse uzatmayayım. “Bu İlyas, on yaşında idi. O zaman hanım yine hamile, bu zamanlar biz erkekler için çok zor oluyor. Komşu dul bir kadın vardı. Onu ayarladım, evine girdim. Ateş bacayı sarmış, o halimle kapıyı kapatmayı unutmuşuz. İlyas arkamızdan gelip, bizi iş üzerinde yakaladı. O günden sonra bana şantaj yapar, “anneme söyleyeceğim deyi" elimde avucumda ne var ne yok, sömürür alır. Belki de görmesi iyi oldu. Devam ettirsem içim rahat olmazdı. Zaten hiç aklımdan çıkmıyor. Saniye duyarsa ölürüm. Ya Taylan’ım durum böyle, o gün bugün bu şerefsizden çekerim." O sözünü bitirince aklıma İlyas’la olan bir anım geldi. Bir gün Şişli’den Elmadağ yürüyoruz. Haa Şan Sineması da bir etkinliğe gidiyoruz. Bir tiyatro oyunu, o zamanlar Şan kimi zaman tiyatro, kimi zaman sinema. Yolda bir genç kadın ile adam yürüyor. İlyas takıldı peşlerine, onlar Harbiye içlerine, girdi. İlyas peşlerinde, benden ayrıldı. “İş buldum iş” diye sevinçli. Zaten ne sinemada ne de tiyatro gözü var. Demek yine şantaj peşinde… “Ertesi gün ne oldu” dedim. “Bir eve girdiler, kadın kocasını boynuzluyor.” Dedi. Bende gerisini sormadım. Şimdi aklıma geliyor. Kim bilir nasıl bir şantaj kumpası kurdu.
Babasına bile şantaj yapan, diğerlerine acımaz ki…
Rıza Amca ondan uzaklaştığımı biliyor. “İki de bir seni de dolandırdı mı?” Diyordu. Bense yok diyordum. Oysa epeyi para vermiştim, borçtu, çalışmayan asalak bir adam nasıl ödeyecekse. Gerçi Rıza Amca, “para pul verdiysen, ben öderim” dedi. Ama ben ses çıkarmadım. İyi de oldu. Bir daha da isteyemedi. Rıza Amca, dolandırdığı üç beş kişiye, taksitle ödeme yapıyormuş. İlyas’ın haberi yokmuş. “Niye” dedim. Haberi olsa, daha pervazsızca dolandırır. Nasıl olsa ödeyen var. Ödemezsem adamlar mahkemeye gidecek, ya da bunu iyi bir dövecekler. ‘İçimden dövsünler ya ne olacak’ diyorum. Bir yerde okumuştum. Böylesi kişilik bozukluğu olanların, psikologlar, çocukluğuna inerler. Rıza Amca’ya nasıl bir çocukluk geçirdiğini sordum. “Oğlum, biz köyden geldik. Bu büyük şehirde bu evi edinmek için karı koca anamız ağladı. Bir bu ev parası kadar, belki daha fazlasının da İlyas yedi. Onunla pek ilgilenemedik, ondan olsa gerek”
Aradan aylar geçti. Görüşmüyoruz, bir baktım, karşıdan geliyor. Müthiş bir dayak yemiş. Taa uzaktan bile belli oluyor. Beni görür görmez, başka bir sokakta saptı.
Rıza Amca ziyaret ettim. Artık evde değil, Perşembe pazarı da çalıştığı işyerine uğruyorum. Koca adamın bana çay kahve getirmesi hoşuma gitmiyor. Ama o ısrarlı, içmesem de o rahat etmeyecek. Bu kez çok merak ettiğim kızı Safiye’yi sormuyorum. Bir ah çekiyor derinde. Safiye’yi “sen alsaydın, gözüm arkada olmayacaktı”. Ben suçlu gibi kızartıyorum. O da aldırmıyor. Nasıl olsa geçmişte kaldı. “Gül gibi kızımı çarşafa soktular. Benim de başımı belaya sokacaklardı. Kestirip attım, o kılıkla benim evime adımını atma. Bu da o deyus damat olacağını işine geldi galiba. Kızı ne getiriyor, ne de bi haber var” Aklıma takılıyor. “Ya Rıza Amca, bu senin damat olacak adam nasıl doktor olmuş. Oranın insanı çok bağnaz” “Vallah ne bilem, her al, anası benim oğlan “Kuran’ı hatim etti” dediğine göre, kafası kurandan bulanınca, kendini tahsile vermiş, öyle bişe.” Geçende İlyas ortadan kayıp oldu. Meğer bacısına gitmiş. Meraktan değil de, yolmaya gitmiştir. Hele bir de o eniştesi olacağı kafaya almışsa yükünü tutmuştur. Araya bir telefon girdi…
“Bayburt’ta gitmiş. “Müjdemi isterim, kızından haber getirdim, hediye getirdim.” Dedi. Hediye dediği de ufak tefek şeyler. Nasıl oldu da satmamışta getirmiş. Adam çift başlı çalışıyor, hem orayı yolmuş, hem bende müjde istiyor. Bunun çalışması da böyle. Tez zamanda iki torunum olmuş. Resimlerini getirmiş, aynı Safiye. O deyus benzemiler. Damat muayenehane açmış, Safiye de yanında çalışıyormuş. Bakmışlar, karaçarşaf olmuyor, çıkarmış, teseddürlü olmuş. Burnun da yaptırmış, eyle artisler gibi" Bir de kızının resmini gösteriyor. “İt oğlusun müjdesini, aldığı gibi bu resimleri bile bana sattı" diyince ikimizde güldük.
Aradan yıllar geçti. Görmedim, görmekte istemiyorum. Evlendim, düğüme Rıza Amca çağırdım, onu çağırmadım. Bugün olmuş, onun dolandırdığı insanlardan kaçıyorum. Oysa tanıştığımız insanlar içinde çok iyi insanlar vardı. Ama İlyas yüzünden, bu kez de ben uzaklaştım. Geçenlere bir miting vardı. Aklıma geldi. Bu namussuz “ben filan örgüttenim” diyordu. Hiçbir mitingde, yürüyüşte, sanatsal etkinliklerde, panellerde ve eylemlerde yok, bunu görmüyordum. Öyle her önüne geleni dolandıran biri bölesi topluluklarda işi olmaz. Eee ne yaparsın atasözü dağarcığı da "bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" diyen bir ülkenin insaniyiz.
Öyle bir soğudum ki, sazı bıraktığım gibi, bir daha elime almadım. Sevdalı olduğum türküleri bile söylemez oldum. Sesim bana küstü. Oysa ne zaman güzel bir müzik dinlesem, güzel bir ses dinlesem, müthiş hayıflanırım…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.