- 562 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİ BİR PANDEMİ HİKÂYESİ
ESKİ BİR PANDEMİ HİKÂYESİ
Farkında mıydık bilmiyorum, kardeşimin hanımı; biz kardeşlerin bir araya geldiğimizde mutlaka tavuktan bahsettiğimize dikkat çekmişti. Haklıydı, çocukken hepimizin ortak meşgalesiydi, sonraki yıllarda da bir şekilde hep hayatımızın parçası olmuştur. Küçük bir bahçe, açık bir alan bulunca hemen tavuk yetiştirmenin yolları aramışızdır. Kolaydır çünkü gerekli ortamı sağlamak. Elma sandığını ters çevirip, üzerine ağırlık yapsın, köpek, tilki vb.den muhafaza etsin için bir taş koymanız yeterli olur bir tavuk sahibi olmak için. Biraz da sevgi eklerseniz, o sizden pek bir şey istemez zaten.
Bir tavuk kuluçkaya yattığında, civcivler bir iki ay içinde epeyce bir boya gelir dört aydan sonra da yumurta vermelerini beklersiniz. Yumurtalarını bırakmaları için folluk denilen özel yerler hazırlar, oraya alıştırmaya çalışırsınız. Bir de yumurta koymanız gerekir, işâreten. Gel buraya bırak diye. Her tavuk için farklı bir folluk hazırlarsınız ama onların tercihi farklı olabilir. Kafalarına göre takılıp, başka yerlere bıraktıkları da olur yumurtalarını, belki sizden korumak isterler. Bulmak için telaşeniz yoktur aslında, nasıl olsa bir yerden çıkar ama ya yılan vb. sizden önce bulursa diyedir endişeniz. Gün boyu uzaktan takip edersiniz. Onun da gözü sizin üzerinizdedir, yan yan bakar durur. Gözden kaybolduğunuza emin olmak ister, gizli köşesine çekilmek için. Stratejinizi doğru çizer ve uygularsanız nereye girdiğini, çıktığını tespit eder, sadece o günkü yumurtaya değil öncekilere de kavuşursunuz. Eh küçük çaplı bir hazineye kavuşmuş olmanın sevinci de az değildir hani…
Folluk değiştirme işinin sosyolojik, psikolojik vs. sebepleri olabilir. Veya paşa gönlü öyle istemiştir, kim bilir? Ama genellikle kuluçka yatacağı zamanlar yapar bunu. Endişelerinizin nesnesi artık yumurtalar değil çıkacak civcivlerdir. Bir iki denersiniz sizin tayin ettiğiniz yere dönmesini, baktınız vazgeçmiyor teslim olursunuz. Küstürmeye gelmez, yumurtadan kesilir… Bazen de bakarsınız sorun yok, hiç görmemiş gibi yapar, beklersiniz. Tavuk kuluçkaya yatınca götürür yemini suyunu önüne bırakırsınız. Göz göze gelirsiniz. “Seni gidi seni! Saklandığını mı zannediyordun? Benden kaçar mı?” O ise “Ne var, ne olmuş?” kimseden kaçtığım filan yok havalarında. Hayır, öyle değil, gayet duygusal anlayış içinde, endişelerine saygılı bir iletişim yaşanır. Ara ara etrafını kolaçan eder, güven içinde olduğundan emin olmak istersiniz.
Bir dönem yaşadığımız kasabada yine bir iki tavuk edinmişiz. Oturduğumuz lojmanın bodrumu iç içe iki oda şeklindeydi. Odunluk, kömürlük ve belki kullanılmayan eşyalar için depo olarak düşünülmüş olmalı. Peynir, turşu vb. için de uygun bir ortamdı doğrusu. Bir dönem içinde bir aile de yaşamış bizden önce. Odalardan birini yine odun kömüre ayırıp diğerine tavukları koymuşuz. Kışın en soğuk vakti biri kuluçkaya yatacak. Olacak iş değil ama ya paşa gönlü öyle istemiş. Normalde birbirlerini ısıtmaları beklenir ama beton bina soğuğu iliklerinize kadar hissettiriyor. Şimdiki çift cam çerçeve veya mantolama sistemi de yok… Odunları duvar şeklinde dizerek, odayı daha küçük ve korunaklı hale getirmiş, yere mukavvalar sererek hem sıcak olsun hem temizlik kolay olur demişiz. Eski kilim vs. ile de örtmüşüz ama kuluçka tavuğa lohusa ihtimamı gerek. Kuluçka dönemini bir şekilde atlattık diyelim, civcivler çıkmaya başlayınca ne olacak?
Büyükler tavuğu vazgeçirmek istiyorlar ama biz çocuklar kıyamet koparıyoruz. Ne yapalım? Bir elma sandığına yer hazırlayıp kendi odamıza aldık. Kendilerini toparlayıncaya kadar idare edelim, sonra bakarız çaresine. İlk civcivler çıkmaya başladı. Dışarı çıkmasınlar diye üzerlerine bir de örtü koymuşuz. Bir yandan da başkaları görsün istemiyoruz. Neyse ki konu komşu biraz bizi yabancı gördüklerinden, biraz da daire ile lojman aynı bina da olduğu için babamın her an eve gelebilme ihtimalinden olsa gerek en sevdiğimiz komşularımız bile bilhassa kış aylarında pek gelmezlerdi. Kendi telaşeleri de var tabii. Ama az da olsa gelen giden var şükür, en azından biz çocukların arkadaşları. Birisi geleceği zaman sandık hoop diğer odaya, misafirden sonra tekrar içeri. Sandığı saklıyoruz ama sese engel olamıyoruz. Aaa… civciv sesi geliyor… Yok gelmiyor… Oda da hayvan bulundurmanın ayıp kaçacağından çekiniyor, kaynatmaya çalışıyoruz ama nafile.
Kış geçti, ilkbahar, yaz derken… Başka tavuklar da kuluçkaya yatmış, sonbaharda anneler ve yavruları ile birlikte seksen, yüz civarında bir sayıya ulaşmışlardı. Hepimize günlük yumurta olsun diye başlayan serüven birden bire kontrolden çıkmıştı. O bölge de her yıl sonbaharda bir hastalık gelip tavukların ölümüne sebep olduğunu duymuştuk. Galiba kuş gribinin insana zarar vermeyen ilk formatlarındandı. O yıldan önce tavuklarımız fazla olmadığı veya bahçe geniş olup başkaları ile karışmadıkları için mi bilinmez, bizimkilerde görülmemişti bu hastalık. Belki de daha önce yeni civcivlerimiz olmamıştı. Çünkü hastalık sadece o sene çıkan yavruların ölümüne sebep oluyor, bir yıldan büyük olanları etkilemiyordu.
Bizim kış civcivleri olsa olsa altı yedi aylık… Kimi yumurta vermeye başlamış, küçük küçük yumurtalarını sevinçle toplayacağız… Ki o da ayrı bir sevinç vesilesi… Okuldan gelince havadisleri alıyoruz, bu gün şu kafası çilli olan yumurtladı, Siyah benekli hafiften dip köşede sanki yer arıyor?... Derken, hastalık baş gösterdi, bizim yavrular birer ikişer gitmeye başladı. Bakıyoruz gözler süzülüyor, hareketler yavaşlıyor, kafa sağa sola gidecek hemen kesiyoruz. Birkaç gün içinde hastalık iyice etkisini gösterdi. Yapacak bir şey yok.
Sosyal mesafe, karantina filan aklımıza gelmemiş. Babam yıllık izin için memlekete gidecek, giderken yol üstünde, eski mesai arkadaşlarını ziyaret ederken, ziraat mühendislerine durumu anlatıyorlar. Onlar da, yaraların temizliği için kullanılan ve eczanelerde satılan, bir antiseptiği, bir kilo suya bir iki damla damlatarak içirmemizi önermişler. Babam arayıp haber verdi. Hemen alıp karışımı hazırladık, içiriyoruz ama pek bir değişiklik yok. Beklemeye mecal de yok. Yarısı gitmiş yavruların. Çare yok… Annem rahmetli bir radikal bir kadındı. Öyle bir iki damla, bir litre suya… I ıhh.. uğraşamazdı… Baktı ki hayvan gidiyor… Başladı çay kaşığı ile döküyor ağzına. Hayvan bir iki kafasını sallıyor, bir iki kanatlarını çırpıyor üzerinden tozları silkercesine… Bir iki hafiften göğe doğru uçacakmış gibi yapıp ayaklarının üstüne kalkıyor, bildiğiniz gerilme hareketleri… Aa.. bir şey mi vardı? Hiç bir şey olmamış gibi seğirtip yoluna devam…
O vakte kadar gidenler hariç kalan yavruların hepsi kurtuldular böylece. Tavuk hikâyeleri çoktur bizde. Ama bunca yaşanmışlık arasında görmediğimiz bir şeyle son yıllarda karşılaşır oldum. Bu öyle gez dünyayı gör Konya’yı cinsinden bir şey değil. Çevremizde amatör olarak tavuk yetiştiren komşular var. Aaa… Ne güzel doğal yumurta deyip alıyoruz, kırdığımızda içinde sarı renk olmasını beklediğiniz kısım siyah çıkıyor. Bildiğiniz siyah. Koyu renk filan değil. Karşımızda hem tavuk hem koyun besleyen bir aile var. Bahçe de epeyce büyük. Göz kararı alan hesaplamada iyi değilim ama dört dönüm kadar var. Tavuklar daima dışarıda. Yan tarafta ki tarla da etrafına tel örgü çekilmiş olsa bile bu sadece koyunlar için engel teşkil ediyor. Arkalar zaten meyve bahçesi. Oradan da aldık yumurta. O an ellerinde fazla kalmadığı için on tane vermişlerdi. Ben diyeyim dört, siz deyin beş tanesinin sarısı yine siyah çıktı. Başkalarından da duyuyorum, “Kadın kendisi yetiştiriyor, doğal yumurta alıyorum, sarısı neden siyah çıkıyor?” diye merak ediyorlar.
Nedenini bilmiyorum ama bir teorim var. İnsanlarımız ekmeksiz kalmayalım diye fazla fazla alıp, tüketmedikleri ve vicdanlarını rahatlatmak için, tavuklar yesin diye bahçe parmaklıklarına astıkları ekmekler yüzünden oluyor. Nereden mi bu yargıya vardım? Anlatayım. Bir dönem bilhassa sıcak havalarda eve gelinceye kadar kesildiği için süt yerine yoğurt almaya karar vermiştik. Sizin de başınıza gelmiştir. Aldığımız yoğurdun, dondurma gibi uzadığını gördüm. Süt alıp kendim yapınca da benzer olayla karşılaştım. Bir iki denemeden sonra vazgeçtik. Bir yerde mi okudum tecrübeli birisinden mi duydum hatırlamıyorum, ekmek verilen hayvanların sütünde bu durumun olduğunu öğrenmiştim. Bilhassa ekmeklerin üzerindeki küfün buna neden olduğu düşünülmekteydi.
Bazen gördüğümde söylüyorum, vermeyin ekmekleri, tavuğa yazık… Ama malum sakal yok. Hem ne diye dinlesin ki beni? Bir de hiç açık alana sahip olmaksızın sırf lokanta artıkları ile beslenenler var… Tavuk et yiyici değildir ve o artıklarda doğal olarak et de vardır. Onlar ne oluyor hiç bilemiyorum. Biz tavuk beslerken bazen sofradaki kırıntıları onların yiyeceği şekilde silkelerdik o kadar. Diyet listelerinde ekmek yoktu. Yedi dönüm bahçenin içinde dolaşır, gönüllerince eşelenirlerdi. Zahireciden aldığımız buğday, arpa, mısır türünden katkılar dışında ek besin yoktu. Bir de babam ilkbaharda ağaçların diplerini, dallarının ulaştığı yerlere kadar kazıyarak çapalarken, çıkan börtü böceği tavukların yemesini temin etmesi vardı. Bazıları açıkgözlük yapıp güçlerinin pozitif ayrımcılığından istifadeye kalkıştıklarında babam müdahale eder, geride kalanların önüne küreğin ucuyla kendisi fırlatırdı.
Biz mi ekmeği bozduk, ekmek mi bizi bilmiyorum ama galiba tavuğu biz bozduk, tavuk da yumurtayı. İçinizden sadece bunlar mı, diyorsunuz. Haklısınız. Tatil köylerinin civarında ki martılar bile kilo sorunu yaşıyor, kedilerin her biri Garfield büyüklüğünde. Virüsler bile artık tüm dünyayı kontrol etme gücüne sahip.
Ekmek taze değilse yumurtayla kızartırsınız. Olmadı küçük bir tencereye yine küçük bir tabak ve altına bir bardak kadar su ekler, üzerine kurumuş ekmekleri koyup kaynatırsınız. Tencerenin kapağını kapatır ve altındaki ateş kısarsınız, iki dakika sonra ekmekler pamuk gibi ve sıcacık olur. Tazesinden daha lezzetli gelir bize. Üstelik şimdi buzluklar da var. Bizim nesil ekmeği israf eden nesile tekabül etmiyor biliyorum ve pek çoğumuzun daha farklı teknikleri de vardır eminim. Ama etrafımızda ki gençlere aldığımız ekmekleri eve gelir gelmez poşetlere bölerek buzluğa koymayı ve yemekten yarım saat kadar önce çıkarıp masaya koymamızın çözülmesi için yeterli olacağını söylememiz bilhassa bugünler de iyi olacaktır gibi geldi. Hatta bayatlamış ekmek bile buzluğa girip çıkınca tazelenmiş oluyor. Sokağa çıkma yasağının sebep olduğu endişe ile fırınların önünde ki kuyruklar düşünülecek olursa sağlık açısından da yararımıza olacaktır. Her gün fırına gitmek mecburiyeti de kalmaz, bir kere de birkaç günlük ekmek alınıp dolaba konulabilir, evde ekmek var mı telaşesi koronasız zamanlarda bile tarih olur. Ve bu illetin çaresi de belki eczanedeki antiseptik kadar yakınımızda ki bir şeydir, kim bilir? Yeter ki Yaradan’dan ötürü yaratılana saygı duyulsun.
YORUMLAR
'Yeter ki Yaradan’dan ötürü yaratılana saygı duyulsun.'
KALEMİNİZDEN DÖKÜLEN BU SATIRLARCA YARATANA VE YARATILANA SAYGI DUYULMAZSA YARATANIN EMRİNDE OLAN CANLI VE CANSIZ ASKERLER İMTİHAN OLARAK BİZE SAYGI DUYMAYI ÖĞRETECEKLERİ KESİNDİR.
UMARIM FATURA KABARIK OLMAZ..........
.YÜREĞİNİZ İLHAMLARA AÇIK KALEMİNİZ DAİM OLSUN......