- 429 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yirmi Birinci Gün
Stunsted Havaalanı’ndan çıkmak üzereyiz. Yaz olmasına rağmen hava çok kapalı. Londra, yaz mevsiminde de bol yağış alan bir şehir.
Dönüş için yoldayız. Adeta bizleri yağmur yolcu ediyor. Tottenham’dan beri şiddetli yağış var. Bardaktan boşanırcasına yağıyor yağmur.
Londra’yı böyle bir havada terk ediyoruz.
Gümrüğe giriyoruz. Kontrol memuru bir şeyler soruyor. Çok hızlı konuştuğundan anlamıyoruz. Yanımızdaki genç, bize yardımcı oluyor:
“Gümrüğe tabii eşyanız var mı diye soruyor” diyor.
“Olmadığını” söylüyoruz.
Kartlarımıza çıkış mührünü vurup teşekkür ediyorlar. Salona geçiyoruz.
Tahir ile beraberiz. Londra’ya, tam 21 gün önce gelmiştik. Gelene kadar da müthiş planlar kurmuştuk kafamızda. Bu 21 günü en iyi şekilde değerlendirecek ve çok güzel bir tatil yapacaktık.
Benim ikinci gelişimdi bu rüya şehre. Tahir ilk defa geliyordu. O da benim ısrarlarım üzerine kabul etmişti gelmeyi:
“Ege sahilleri” diyordu da başka bir şey demiyordu.
“Ege sahilleri elimizin altında. Ne zaman istersek geliriz. Londra öyle mi ya? Belki bir daha nasip olmaz. Gel, iyisi mi biz Londra’ya gidelim” demiştim.
Bu düşünce yatmıştı aklına. Atlayıp uçağa gelmiştik işte.
Beş dakika sonra koskoca dev şehir, ayaklarımızın altında olacaktı.
Tahir heyecanlanıyor, O’nun heyecanına ben de ortak oluyordum:
“Gümrükte bir problem çıkmaz inşallah” demişti Tahir.
Ben, kendimden emin, önceki tecrübeme dayanarak:
“Kesinlikle bir şey olmaz. Sen hiç merak etme” demiştim.
Gümrüğe girdiğimizde hiç de öyle olmadı. Bizleri ayrı ayrı odacıklara çekmişler, soru yağmuruna tutmuşlardı:
“Niye geldiniz?”,
“Amacınız ne?”,
“Burada kalmayı düşünüyor musunuz?”, “Çalışacak mısınız?”… usandırıcı, bıktırıcı sorular, sorular…
Anlatıyoruz. Her sorulana tek tek cevap veriyoruz:
“Tatil için geldik.”,
“Kendi ülkemizde iyi bir işimiz var.”
“Ülkemizi seviyoruz.”
“ Tatil biter bitmez döneceğiz.” .
“Ne kadar kalacaksınız?”
“21 gün kalıp döneceğiz. İstesek de fazla kalamayız.”
“Neden 21 gün? Önemi ne?”
“İkimiz de devlet memuruyuz. İznimiz bu kadar.”
“Ne kadar parayla geldiniz?”
“Yeteri kadar paramız var.”
Paralarımızı tek tek sayıyorlar. Bu konuda bir itiraz yok.
Saatler geçiyor:
“Bitti bitecek” derken, memurlar değişiyor. Her yeni gelen memur aynı şekilde, aynı soruları tekrar edip duruyor.
Aynı sorular, aynı cevaplar bizi hayli yoruyor. Artık gına geldi. Ben, bir sandalyeye yığılıp kalıyorum. Tahir, başka bir köşede kravatını gevşetmiş; ha bire bağırıp çağırıyor. Türkçesi çok iyi olan bir tercüman:
“Biraz medeni olun. Bağırmayın” diyor. Bunun üzerine Tahir hiddetleniyor:
“Sizin medeniyet anlayışınız bu mu? Altı saattir bizleri burada zorla alıkoydunuz. Bize psikolojik işkence yapıyorsunuz. Sizin yüzünüzden tatilim heder oldu. Bir günümüz boş yere gitti.” diye bağırıyor.
Ben de O’nu desteklemek için:
“ Saatlerdir buradayız. Aç mısınız, susuz musunuz? diye sorduğunuz yok. Bir ihtiyacınız, bir isteğiniz var mı? diye sorduğunuz yok. Bizim ülkemizde olsaydınız en azından çayınız, kahveniz getirilmişti. Bir de medeniyetten söz ediyorsunuz. Asıl medeni olması gereken sizsiniz.” diyorum.
Görevli memur, tercümana neler söylediğimi soruyor. Tercüman söylediklerimi kendisine tercüme ediyor.
Memur:
“Ahh sorry!” diyerek kalkıyor.
Biraz sonra elinde küçük bir tepsiyle portakal suyu, kek, bisküvi türünden şeyler getiriyor. “Sorry” diye özür diliyordu.
Karnımızı iyice doyurduktan sonra görevli memur bana dönüp:
“Are you good?” diyor, ben de kendi diliyle teşekkür ediyorum.
Görevli memur sorulara tekrar başladı. Tercüman, aramızda köprü vazifesi görüyor, bütün söylenilenleri anında tercüme ediyordu.
“Burada kalmayı düşünüyor musunuz?”
“Kesinlikle hayır!”
“Neden?”
“Ülkeniz bize ne verebilecek? Biz ülkemizi çok seviyoruz. Ve ülkemizden de ayrılmayı hiç düşünmüyoruz.”
“O halde neden buraya geldiniz?”
“Gezmek, tatil yapmak bir insanlık hakkı değil mi? Buna bizim hakkımız yok mu? Bu hakkı nasıl elimizden alabilirsiniz? Bizi almayacaksanız ilk uçakla ülkemize geri gönderin.”
“Understand, understand!”
Görevli memur, evraklarımızı eline alarak ayrıldı. Beklemeye başladık.
Ben:
“Bilader, çok etkili konuştuk. Bu sefer kesin bizi bırakırlar” dedim.
Tahir:
“ Aman memleketleri kendilerinin olsun! Nereden geldiydik şu uğursuz yere? Ah Türkiye’m ah! Ben bu hatayı nasıl yaptım? Senin dağların, bayırların, cennet köşelerin dururken bu cehennem yeri nasıl tercih ettim” diye karşılık verdi.
On dakika sonra giden memur, evraklarla birlikte geri döndü. Güler yüzle bize bakıyordu: “Çok özür dileriz. Böyle davranmak zorundaydık. Buraya kaçak işçi olarak gelmediğinizden emin olmamız gerekiyordu. Sizlere inanıyoruz. Tekrar özür dileriz. İstediğiniz 21 günlük vizeyi veriyoruz. Tatil için ülkemizi seçtiğinizden dolayı teşekkür ediyoruz.” dedi.
Pasaportlarımızı, biletlerimizi almıştık. Yaklaşık sekiz saat süren bir bekleyişten sonra girişimize izin verilmişti. Özgürlüğüne yeni kavuşan insanlar gibiydik. Valizlerimizi almış çıkış kapısına yönelmiştik.
Tahir:
“Bunlar aptal! Memuruz diyoruz, kimliklerimizi gösteriyoruz, paramız var, gezmeye geldik, diyoruz hâlâ da bize inanmıyorlar” diyordu.
Doğrusu geçmeye geçmiştik; ama bu tatilden de hiç zevk alamamıştık. Böyle sıkıntılı bir bekleyişten sonra o yirmi bir gün bize hep işkence oldu.
İşte bu yirmi birinci günün ardından dönüyoruz.
Yine aynı havalimanındayız. Ama bu defa farklı. Tüm görevliler, bize karşı nazikler:
“Thank you” sözü hiç eksik olmuyor ağızlarından.
Tahir bunu görünce kızıyor:
“Sahte! Sahte kibarlık bunlar. Ben, gerçek yüzünüzü yirmi bir gün önce gördüm. Boş yere oyun oynamayın. Beni kandıramazsınız.” diyordu.
Nihayet uçağa bindik. Tahir uzunca bir “Ohhhh!” çekti.
“Ulan, nihayet bu gâvur ellerinden kurtulduk. Bir daha tövbeler olsun. Hiç bir güç kuvvet beni buralara getiremez” diyordu kendi kendine.
Koltuklar üç kişilikti. Yanı başım boştu. Kimsecikler gelmemişti.
“Rahat gideriz” dedim.
“Hiç merak etme. Şimdi bir gâvur gelir, oturur” dedi, Tahir.
Çok geçmedi. Sarışın, mavi gözlü, bembeyaz yüzlü, bahçıvan tipli bir elbise giymiş, elinde küçük bir çanta, başında şapkası ile
“Execuse me” diyerek 12 yaşlarında minicik bir kız çocuğu geldi yanıma.
Pencereyi göstererek :
“Orası benim” der gibiydi.
Tahir:
“Ben sana demedim mi? Al sana bir gâvur çocuğu.” dedi.
İkimiz de oturduğumuz yerden ayağa kalktık. Bu küçük Leydi’ye yer verdik. Küçük kız, pencerenin kenarına oturdu. Yalnızdı. Kimsesi yoktu yanında. İlk bakışta İngiliz çocuklarını andırıyordu. Önce ikimiz de öyle sanmıştık. Meğer yanılmışız.
“What is your name?”
“Hatice”
“What?”
“Hatice”
“Sen Türk müsün?
“Evet”
Şaşırdık. Kız, gerçekten Türk’tü.
Uzun bir sohbete başladık. Annesi ve babası Kıbrıslı Türklerdenmiş. Epey zamandır Londra’da yaşıyorlarmış. Kendisi de burada doğmuş. Türkçeyi çok az biliyormuş. Dedesi Kıbrıs’ta imiş. Kendisi de Kıbrıs’a tatile gidiyormuş. Uçağa kadar babası getirmiş. Ercan’da da dedesi alacakmış O’nu. Kıbrıs’a ilk defa gidiyormuş. Bu yüzden de heyecanlıymış.
Sohbet o kadar derinleşmişti ki uçağın hayli ilerlemiş olduğunu fark edemedik. Küçük Hatice, bazen Türkçe konuşuyordu. Ama genellikle İngilizceyi tercih ediyordu. Arada sırada pencereden dışarı bakıyor bana “ Cloud, cloud” diyordu. Elindeki fotoğraf makinasıyla bulutların resmini çekiyordu.
Bazen ayaklarının altında duran çantasını açıyor, içinden çikolata çıkarıyor, yiyor; bize de ikram ediyordu. Çikolatalar o kadar güzeldi ki yok demeye dilimiz varmıyordu.
Saatler ilerlemişti. Kaptan Pilot duyuruda bulunuyor:
“ İzmir’e inişimiz için kemerleri bağlamamızı” istiyordu.
Biraz sonra da uçak İzmir Adnan Menderes Havaalanı’na indi. Uçakta beklemeye başladık. Çünkü çok geçmeden uçak tekrar Kıbrıs’a gitmek üzere yükselecekti. Ama beklediğimiz olmadı. Uçak rotar yapacakmış. Hepimiz aşağıya salona alındık. Beklemeye başladık. Ne kadar bekleyeceğimizi bilmiyorduk. Görevlilere soruyor, herhangi bir cevap alamıyorduk. Herkes bir şeyler söylemeye başladı. Söylenenlere kulak asmıyor, sadece bekliyorduk.
Küçük Hatice de yanımızdaydı. Biz nereye gidersek O da bizimle birlikte geliyordu. Can dostumuz, arkadaşımız, yarenimiz olmuştu. Biz beklerken O, kendi kendine oyunlar oynuyor, İngilizce çocuk şarkıları söylüyordu. Bu neşeli hali epey sürdü.
Biraz sonra hepimizde yorgunluk belirtileri kendini gösterdi. Gerçekten çok yorulmuştuk. Saatlerce bekliyorduk. Birer sandviç ve kola ile açlığımızı yatıştırmıştık. Hatice’nin az önceki neşeli hali gitmişti. Onun yerine yorgun, suskun bir hal takınmıştı. Biraz sonra da bir koltuğa oturup uyuklamaya başladı. Hiçbirimiz konuşmuyorduk.
Saatler gecenin on ikisini göstermeye başladı. Hâlâ bekliyorduk. Bir uçağın geldiğini söylediler. Fakat uçaktaki boş koltuk sayısı azmış. Bu yüzden bizlerin yarısını alabileceklermiş. Diğer yarısını da uçağın tekrar dönüşünde alacaklarmış.
Görevliler, ısrarla ilk postada yaşlıların ve ailelerin gitmesini rica ediyorlardı. Biz, ikinci postaya kalmıştık. Bu da, nereden baksanız iki-üç saat demekti. Yine köşemize geçip oturacaktık.
Küçük Hatice, olup bitenleri anlamamıştı. Meraklı gözlerle bana bakıyor, bir şeyler söylememi bekliyordu.
“What’s happened?” diye sordu.
Türkçe olarak, yavaş yavaş, kelimelerin üzerine basa basa anlattım durumu.
Anlamıştı. Sustu. Hiç konuşmadı. Beyaz yüzü, beyazlıktan çıktı. Önce pembeleşti. Sonra kıpkırmızı oldu. Gözleri yavaş yavaş sulanmaya başladı. Kısa bir süre sonra da çantasına eğilerek ağlamaya başladı. Tahir’le birbirimize baktık. Çaresizdik. Bir şey diyemiyor, bir şey yapamıyorduk.
Tam o anda az önce duyuru yapan görevli bayan memur önümüzden geçti. Özür dileyerek bayanı durdurdum. Hatice’yi gösterdim:
“Yalnız olduğunu, dedesinin Ercan’da beklediğini, çocuğun artık dayanamadığını, ağladığını” söyledim. “Eğer mümkünse bu çocuğun ilk uçakla gönderilmesini” rica ettim.
Görevli bayan, Hatice’ye şöyle bir baktı. Hatice’nin gözyaşları daha da artmıştı. Yaşlar, yanaklarından süzülerek, dudaklarına doğru iniyordu.
Görevli bayan:
“Canım benim, hadi gel. Ağlama.” dedi. Hatice’ye dönerek, dilimin döndüğünce: “Üzülmemesini, uçaktaki görevlilerin kendisine yardım edeceklerini, onların sözünden çıkmamasını” söyledim. Hatice, gözlerinin yaşını silerek sevinçle yanımdan ayrıldı. Görevli memur ellerinden tuttu ve O’nu uçağa götürdü.
Gitmeden önce, çantasını açtı. İçinden birer tane çikolata çıkardı. Bizlere uzattı. Belki de çocukça bir sevgi ifadesiydi bu. Böylece teşekkür ediyordu bizlere. Bayanla birlikte yürüyüp gözden kayboldu. Arkasına dahi dönüp bakmamıştı.
sevinçten.
Uçağa binene kadar izledik O’nu. Bir daha da hiç görmedik.
İki saat sonra uçak dönmüştü. Uçağa binip hareket ettik. Sabahın dördünde ancak gelebilmiştik Ercan’a. Biraz sonra havaalanından çıktık. Araba ile bir saatte köye varabildik.
Köye girerken gün ağarmış, ortalık aydınlanmaya başlamıştı.
Tahir:
“ Tövbeler tövbesi. Bir daha asla gâvur ellerine gitmem!” diyordu.
“İnsanın vatanı gibi var mı?”
1 Haziran 2000
Gazimağusa
"MESELE BAŞKA" Kitabı’ndan...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.