EMANET ÇEYİZ
İnsan da karada yaşayan tüm canlılar gibi toprağa bağlıdır. Doğduğumuz çevre, bağlandığımız toprak vatanımız olur, oranın değerleri ile kültürlenerek büyürüz. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Anadolu toprakları Türk hakimiyetine girdikten sonra, bu toprakları vatan edinmiş çeşitli din, dil ve ırktan insanlara bir arada yaşama imkânı vermiştir. Osmanlı İmparatorluğunun batıya doğru topraklarını genişletmesi sırasında Anadolu topraklarındaki Türklerin bir kısmı da balkanlara yerleştirilmiş, böylece hakimiyet altındaki topraklarda yaşayan halkların kaynaşması arzulanmıştır. Bu halklar asırlarca farklı din ve milliyetlere mensup insanlarla sevgi ve saygıya dayanan ilişkiler kurmuş, birbirlerinin düğünlerine, bayramlarına cenazelerine katılmış, evinde pişirdiği yemeği paylaşmış, huzur içinde yaşayıp gitmişlerdir. Hiçbirinin aklına; bir gün vatan belledikleri bu topraklardan koparılacakları, kimliklerinden dolayı eziyet çekecekleri gelmemiştir. Hatta öyle ki, balkanlarda yaşayan Türkler Yunanca, Bulgarca, Sırpça, Makedonca gibi yöre dillerini ana dil bilmiş, bir kelime dahi Türkçe öğrenme gereği duymamışlardır. Aynı durum Anadolu’da yaşayan Rumlar için de geçerli olmuş, onlar da Türkçe ’den başka bir dil öğrenme gereği duymamışlardır. Dostluklar kurulan, barış ve huzur içinde yaşanılan bu süreç, savaş denilen illetle kesilip, sevgi ve saygının yerine kin ve nefret tohumları ekildiği zaman bir anda bozulmuş, bir arada yaşayan bu insanlar yaşadıkları kök saldıkları topraklarda düşman ilan edilmişlerdir.
19. yüzyılın sonları, 20. Yüzyılın başları milliyetçilik akımlarının balkanlarda etkili olması sonucu huzursuzluklar baş göstermiş, git gide zayıflamakta olan Osmanlı İmparatorluğu yavaş yavaş hakimiyetini kaybetmeye başlamış, çeşitli milliyetçi gruplar silahlanıp isyan etmeye başlamıştır. Milliyetçiliği merkeze koyan zihniyetler doğal olarak kendilerinden olmayan halkları ötekileştirmiş, onlara eziyet etmeye başlamışlardır. Balkan savaşları ve bunların hemen ardından başlayan 1. Dünya savaşı sırasında Anadolu’da da huzur iyiden iyiye bozulmuş gerek asker kaçakları gerekse fırsatçı çapulculardan müteşekkil çeteler buradaki insanlara da eziyet etmeye başlamışlardır. Osmanlının yenilmesi ve İngiltere destekli Yunan ordusunun Anadolu’yu işgali sırasında artık huzur iyiden iyiye bozulmuş, yaşam kaygısı ilk öncelik haline gelmiştir.
Kurtuluş savaşı bitmiş, Osmanlı İmparatorluğu fiilen mevcudiyetini kaybetmiş, Anadolu’da yeni bir devletin temelleri atılmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki toprakları kaybetmesi ile, bir zamanlar “Evlad-ı Fatihan” olarak bilinen Osmanlı teba’sı Türkler, başka bir devlette azınlık vatandaş olarak kalmışlardı. Üstelik Yeni Yunan Devleti özellikle Epir bölgesinde, Selanik çevresinde ve adalarda yaşayan Türkleri potansiyel tehlike olarak görüyorlardı. Aynı zamanda Yunanistan, Kurtuluş savaşı sırasında Anadolu’dan gelen Rumları İskân etmekte güçlük çekiyordu. Lozan’da yapılan barış görüşmeleri sırasında metne eklenen bir sözleşme ile; İstanbul’da yaşayanlar hariç olmak üzere 1.200.000 Ortodoks Rum’un Yunanistan’a, Batı Trakya’da yaşayanlar hariç olmak üzere 500.000 Müslüman Türk’ün Türkiye’ye gönderilerek mübadele edilmesine karar verildi. Ancak mübadele kapsamına giren ve girmeyenler ırk ve dil ayrımına göre değil, mensubu oldukları dine göre belirlendiğinden Türklerle birlikte birçok Arnavut, Pomak, Ulah ve Patriyotlar da Anadolu’ya geldi.
Aslında ne savaşları bu halklar çıkarmış ne de Yunan ordusunu Anadolu’ya Rumlar davet etmişti fakat yaşanan bu süreçten en çok etkilenenler bu halklar olmuştu. Burada birkaç kelime ile ifade edilen şu kadar Rum oraya, bu kadar Türk buraya cümlesinin arkasında binlerce ailenin dramı, acı, ölüm, kan, gözyaşı, hasret ve vatan bildikleri toprakları bir daha görebilmenin umuduyla gözü açık giden insanların hikayesi var. Çok değil, bundan 100 yıl kadar önce yaşanmış olan bu insanlık dramından ibret almamız gerekir. Bu tip dramları anlamanın en iyi yolu da bu dönemi yaşamış insanların anılarını okumaktır diye düşünüyorum.
Kemal YALÇIN tarafından kaleme alınan ve “Emanet Çeyiz – Mübadele insanları” adını verdiği kitabı bir solukta okudum. Kitap, Denizli’nin Honaz ilçesinde yaşarken kök saldıkları toprakları terk etmek zorunda kalan bir Rum ailenin, geri dönme umuduyla kızlarının çeyizini kadim Türk komşularına emanet etmesi ve bu emanetin 80 yıl sonra aileye iadesini anlatıyor. Yazar Minoğlu ailesinin izini sürerken Türkiye’den giden Rumlar ve Yunanistan’dan gelen Türkler ile yaptığı görüşmeleri birebir aktarıyor okuyucuya. Yaşanan onca acıya ve zulme rağmen hiçbiri düşmanlık beslemiyor ayrıldıkları halklara… Keşke diyorlar, savaşlar olmasa…
Anne tarafından üçüncü kuşak mübadil torunu olarak büyük bir ilgi ile okudum bu kitabı. Tarihin bir daha tekerrür etmemesi için okumalı ders almalıyız. Bu konuda daha derin bilgiye sahip olup katkıda bulunacaklara şimdiden teşekkürü borç bilirim. Türkiye’den göç eden bir mübadil’ in kitapta yer alan sözleri ile bitirelim:
"Bak şu bahçenin güzelliğine. Şu şeftaliye, şu eriğe, şu armuda, şu çiçeklere bak. Hepsi birlikte güzel... Bir ülkenin içinde ne kadar din, dil, ırk varsa o kadar zenginliktir bu... Budur sana, Sinoplulara, Ayancıklılara ve Türklere son sözüm: Tek meyveyle bahçe olmaz..."
- Ayancıklı Baba Yorgo
27.04.2020
YORUMLAR
Yurtlarından koparılan insanların öykülerine düşkünlüğüm Cengiz Dağcı’nın “Anneme Mektuplar”ı ile başlar. Mübadele, diaspora... adı ve şekli ne olursa olsun hep acıklıdır vatan bilinen topraklardan sürülme hikayeleri. Mübadilliği birkaç kuşak önceye dayanan arkadaşlarımdan dinlemişimdir bazen. Onlara da önceki kuşaklar aktarmıştır elbette. İlk ağızdan dinlemek, okumak bambaşka! Kitap önerinizi mutlaka değerlendireceğim.
Teşekkürler güzel paylaşım için.