- 409 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
"Kırmızı Pazartesi" Romanı'nın Düşündürdükleri
Corona Virüsü yüzünden evdeki karantinamız devam ediyor. 40 günden fazla oldu evlere kapanalı. Bu süre içerisinde de vakit geçirebilmek için baş vurulan en bariz yöntem kitap okumak olsa gerek.
Ben de evime kapandığım günden beri hemen her gün kitap okuyorum. Çünkü yapacak başka bir şey olmuyor. Bahçe idi, çiçekler idi, yürüyüş idi, yemek, çay, kahve idi… yine de bol bol vaktiniz oluyor... Ve kalan bu vakitlerde de kitaba sarılıyorsunuz ister istemez.
Elime Gabriel Garcia Marguez’in yazdığı ve 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü aldığı “Kırmızı Pazartesi” adlı kitap var. Şu ana kadar okuduğum kitaplar arasında belki de ebat olarak en küçüğü. Elimdeki kitap 107 sayfadan ibaret. Can Yayınları arasında yayınlanmış 57. Baskısı. Kitabı, İnci Kut Türkçeye çevirmiş.
Garcia Marguez, 1928 yılında Kolombiya’da doğmuş. Büyükannesiyle büyükbabasının evinde, teyzelerinin yanında büyümüş.
Yazar, bu kadınların anlatımlarından son derece etkilenmiş. Olağanüstü olayları, doğalmış gibi anlatan, her söylenene çabucak inanan bu kadınların, kendisine anlattıkları, onun yazı üslubunun da temeli olmuş.
Roman yazmaya başlamadan önce gazetecilik yapan García Marquez, bu deneyimi sayesinde romanlarındaki büyülü gerçekçiliği, tuzağa düşmeden, ayaklarını yere sağlamca basarak işleyebilmiştir.
Gabriel Garcia Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık” , “Kolera Günlerinde Aşk “ adlı romanlarıyla isim yapmış ve “Kırmızı Pazartesi” ile dünya çapında şöhrete ulaşmış. Ancak, yazar, kitaplarının korsan basımlarıyla baş edememiş ve bu nedenle kitaplarını Kolombiya’da yayınlatmayı yasaklatmıştır.
1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan yazar, 2014 yılında Meksiko’daki evinde 87 yaşında hayata veda etti.
“Kırmızı Pazartesi” romanı, Kolombiya’nın bir şehrinde işlenen bir cinayeti anlatıyor. Daha romanı elinize aldığınızda içine bakmadan dahi kapağı sizlere bir mesaj veriyor. Kapak kahverengi renge hâkim. Kapakta ilk göze çarpan düzgün giyimli, fötr şapkalı, ellerinde birer bıçak olan ikiz kardeşler oluyor. Hemen arkalarında beyaz bir yatak. Yatağın üzerinde bir daktilo, geri planda evler, sokaklarda hiçbir şey umurlarında olmayan insanlar var. Bir de tavşan konulmuş. Kısaca kapak resmen cinayeti anlatıyor…
Kitabı elinize alır almaz, yazar kimin ne zaman öldürüleceğini söylüyor. “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 05.30’da kalkmıştı. Rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyordu, bir an için mutluluk duymuş ama uyandığında üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusuna kapılmıştı.” (sayfa 11)
Artık bu satırlardan itibaren, roman kahramanının öldürüleceğini, hem de kimler tarafından ve nasıl öldürüleceğini biliyorsunuz. Diğer romanları elinize aldığınızda bunu hep roman sonlarında öğrenirdiniz. Ama burada yazar, farklı bir üslupla daha romanın en başında dile getirmiş ve okuyucuyu farklı bir merak içine salmış. Okuyucu olarak, “Acaba gerçekten öldürülecek mi? Nasıl ve nerede öldürülecek?” diye merak içine giriyorsunuz.
İşin en tuhaf yanı da bu cinayeti adeta şehirde duymayan, bilmeyen kalmayacak olması. Ve fakat hiç kimsenin olaya müdahale etmeyerek karışmaması da bambaşka bir merak konusu oluyor.
Cinayeti işleyen kardeşler dahi aslında bu cinayeti işlemek istemiyor. Hatta birilerinin kendilerini bu işten vazgeçirtmek için çaba harcamalarını bekliyorlar. Ama gelin görün ki hiç kimse bu olayla ilgilenmiyor ve tesadüflerle herkes olaydan uzak duruyor.
Cinayet, romanda bir namus cinayeti olarak ele alınıyor. Burada okuyucu ister istemez Türkiye’de genelde doğu bölgesinde işlenen namus cinayetlerini hatırına getiriyor. Ve “Demek ki sadece bizde olmuyor bu namus cinayetleri” demekten kendini alamıyor.
Bütün kasabanın işlenecek olan bu cinayetten haberi olmasına rağmen hiç kimsenin bir şey yapmaması romanı ilginç hale getiriyor. Roman, öldürülen kahramanın bir dostunun ağzı ile anlatılıyor. Röportaj tekniği kullanılmış.
Bayardo San Roman çok zengin biridir. Genç bir kızla evlenmeye karar vermiştir. Düğün için hazırlıklar yapılır. Dillere destan bir düğün yapmak istemektedir. Fakat evleneceği kızın bakire olmadığını öğrenir. Bunu da kızın kardeşlerine bildirir. Kızı, evine geri gönderir. Olay artık bir namus davası haline gelmiştir. Tıpkı bizim romanlarımızda görünen bakir çıkmayan kızın baba evine geri gönderilmesi ve aile mahkemesi kurularak kızın veya kızı bu hale getiren kişinin öldürülmesi gibi.
Kızın bakireliğini bozan kişinin Santiego Nasar adlı birinin olduğu öğrenilir. Kızın ikiz kardeşleri, onu öldüreceklerini kasabada neredeyse herkese söylerler. Kasaba adete bu haberle çalkalanır. İkiz kardeşlerin namuslarını temizlemek için Santiego Nasar’ı öldürmeleri şarttır. Yoksa toplum içerisine çıkacak yüzü kendilerinde bulamayacaklardır. Ama kimse de bu durumu ciddiye almamış ve sanki de herkes sağır, dilsiz gibi yok saymışlardır.
İkiz kardeşler, belediye başkanına bıçaklarını yakalatırlar. Başkan bıçaklara el koyar. İkizler, eve gidip yeni bıçak alıp Santiego Nasar’ı bulurlar. Ve onu acımasızca defalarca bıçaklayıp öldürürler.
Aslında Bayardo San Roman kasabaya sonradan gelmiş biridir. Ne yaptığını, hangi işle uğraştığını pek kimse bilmez. Hakkında dedikodular çıkmıştır. O da bu dedikoduları kapatabilmek için kasabadan biriyle evlenmek ister. Bu isteğini de herkese duyurur.
Angelo Vicaro’yu görüp beğenmiş ve onunla evlenmek istediğini belirtmiştir. İsteği de kabul olunca evlilik için tüm hazırlıklar yapılmıştır.
Ancak bu evlilik çok kısa sürmüştür. Sabaha doğru kızın bakire olmadığı gerekçesiyle kızı ailesine teslim etmiştir.
Angela’nın kardeşleri Pablo ve Pedro, büyük bir utanç içine düşmüşler ve kız kardeşleri Angela’ya bunu kimin yaptığını sormuşlardır. Angela, kendisinin bakireliğini elinden alan kişinin Santiago Nasar olduğunu söyler ama tüm baskı ve şiddete rağmen Santiago Nasar’ın nerede ve kim olduğunu erkek kardeşlerine söylemez.
Bunun üzerine Pablo ve Pedro ellerine iki iri kasap bıçağı alarak Santiago’yu öldürmek için yollara koyulur.
Piskopusun geleceği gün Nasar’ı bulurlar. Aslında onun kaçıp gitmesi için bir fırsat da vermiş olurlar. Çünkü onu öldüreceklerini herkese söylemişlerdir. Belki o da duyup kaçar diye. Ama Nasar bir türlü duymaz.
Kardeşler, Nasar’ı görüp takip eder. Eve gelir. Annesi de onun öldürüleceğini duymuştur. Onu kurtarmak için kapıyı diğerlerinin yüzüne kapatır. Ama oğlunun başka bir yönden eve girdiğini görmez. Nasar, bıçak darbelerinden kurtulamaz.
Romanı okuduğumuzda gerçekten bizdeki töre cinayetlerine benzediğine şahit oluyoruz. Zira bu tür cinayetlere çok şahidiz. Çünkü namus cinayetleri bize pek yabancı olan bir durum değil. Ama burada ilginç olan yan, işlenecek olan cinayeti herkesin bilmesi ama hiç kimsenin bir şey yapmaması. Adeta kimse görmek istemiyor. Kimse başına bela almak istemiyor. Herkes “Bela bana bulaşmasın da ne olursa olsun” düşüncesi ile hareket ediyor.
Kitabı okurken çok etkilendim dersem yalan olur. Bana basit, çok sıradan geldi. Hatta “Bu kitabın neyine Nobel Ödülü vermişler?” demekten kendimi alamadım. Öyle ki kitap bana sıkıcı bile geldi. Birçok sayfa okumama rağmen cümleler sanki anlaşılmaz geldi. İç içe, karmaşık bir yapıya sahipti. Anlatılmak istenen anlaşılamıyordu. Özellikle isimler bize çok farklı geldiğinden ağır geliyordu.
Bir günde okuyup bitirdiğim bir kitap oldu. Ama akıcılığından değil, ebadının küçük olmasından dolayı çabucak bitiveren bir kitap oldu benim için. Ama yine de faklı bir kültürü, farklı insanları okuyup tanımak açısından okunması gereken bir kitap diyebilirim. En azından ödül almış bir kitabı okumuş olacaksınız. Böylelikle kafanızdaki merak gitmiş olacak…
Bir de romanda Araplara Türkler denilmiş. Ve bu da aşağılayıcı bir şekilde ele alınmış. Bunun böyle olmaması gerektiği anlatılmalı. Okuyucuya belirtilmeli. Türklerin Araplar ile farklı bir millet olduğu okuyucuya iyice anlatılmalıydı diye düşünüyorum…
Aksi halde Dünya Edebiyatında Türklük kavramı yanlış olarak algılanacak…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.