- 696 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Çünkü o, o idi, ben de ben
Alberto Manguel, Kelimeler Şehri’nde naklediyor: Montaigne Denemeler’inde, genç yaşta ölen dostu Étienne de La Boétie’yi anlattığı kısımda, kendisine sorduğu; “Peki onu neden bu kadar çok seviyordun?” sorusunu şöyle cevaplar: “Bunu ifade edemem sanıyorum.” Fakat kitabın 1592 yılındaki baskısında şöyle bir ilave yapar bu cümleye: “Bunu ifade edemem sanıyorum. Yalnız şunu söyleyebilirim size: Çünkü o, o idi.” Sonraki yıllarda nüshasına şöyle bir cümle daha yazdığı görülür: “Çünkü o, o idi, ben de ben.”
Ben de sorarım kendime: Montaigne cevabı bulmakta neden zorlandı? Neden bu kadar sene bekledi? Veya neden arkadaşının iyi huylarından birkaçını sayarak ‘kolay olanı’ tercih etmedi? Öyle ya. Bana sorulsaydı bu, o kadar sene beklemeye de gerek duymaz, “Hoşsohbetti, neşeliydi, yardımseverdi, çalışkandı, dürüsttü, karagün dostuydu vs.” gibi pekçok şeyi saymış olurdum arkadaşım hakkında. Ve muhatabıma da bu cevaplardan herhangi birisi yeterli gelirdi. Konu kapanırdı. Montaigne neden böylesini tercih etmedi? Neden bekledi? Neden doğru cümleyi aradı onca sene? Ve soruların en önemlisi: “Çünkü o, o idi, ben de ben” derken neyi buldu?
Bediüzzaman İçtihad Risalesi’nde, “Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor…” diyerek başladığı bölümde, ahirzamanda bir nüansı yeterince gözetemediğimizin altını çiziyor: ‘Hikmet’ ve ‘illet’ ayrımı. Cümlelerinden okuyalım:
“Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.”
Yani ne yapıyor şu zamanın nazarı: Bir eylemin asıl nedeniyle o eylemden gelen/gelebilecek faydaları birbirinden ayıramıyor. Yahut o faydaların üzerinde o kadar duruyor ki asıl nedeni ıskalayacak bir noktaya geliyor. Bu sonuç endekslilik, yani fayda mülahazası, yani nefsîlik, yapılan içtihadın hedefini de yerinden oynattığı için, onu da arzî hale getiriyor, semavî olmuyor. Peki arzî hale gelmek ne demek?
Ben bu kısmı biraz Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abilerin “Kendi semanı gördün mü?”[1] başlıklı programından hareketle anlıyorum: Herşeyin seması aslında onun manası. Derinliği. Anlam boyutu. Şeyler varolduklarında en, kütle, ağırlık, zaman gibi boyutlara sahip oldukları gibi anlama da sahip oluyorlar. Anlamla varoluyorlar. (Kadere iman da zaten buna yaslanıyor.) Ve hakikaten herşeyin bir seması var. Tıpkı Sözler’de Bediüzzaman’ın dediği gibi; “Hem âlem-i arzdan tâ cennet âlemine kadar herbir âlemin birer seması vardır.” Ve sanıldığı gibi mana maddeden değil madde manadan yaratılır: “Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir…” ve “Demek, ruhun mânevî güzelliğidir ki, ilim vasıtasıyla san’atında tezahür ediyor. İşte, şu kainat, hadsiz mehasin-i maddiyesiyle, bir manevî ve ilmî mehasinin tereşşuhatıdır.”
Halbuki yazar Sadık Yalsızuçanlar’ın da bir söyleşide[2] söylediği gibi modern medeniyette işler böyle yürümüyor. Önce eserler ortaya çıkıyor. Sonra bunların polemiği yapılıyor. Maddeye manayı insan katıyor(!) İşte, kanaatimce, birşeye anlamı sonradan katmak arzîliktir. Mananın evvelinde olduğunu düşünmek semavîliktir. Evet. Hikmeti konuşmak da ‘sonra olacaklara’ baktığı için bir nevi arzîliktir. İllet ise vücuddan öncesine baktığı için semavîliği temsil eder. Arzîlikte anlam beşerîleşirken semavîlikte anlam beşerîlikten aşkın boyutlarda kollanır. Nefis, sonuç odaklı çalışan bir latife olduğu için, önceye odaklanmış niyetlere tesir etme gücü yoktur.
Sözgelimi: Siyaset, eğer meşruiyetini şeriattan almazsa, sonuç odaklı ve sonuçlar üzerinden haklılığı isbatlanabilir birşey olduğundan arzîdir. Din ise, haklılık kaynağı olarak herşeyden öncesini, yani kadim olanı referans aldığı için semavîdir. Eğer dinle dünya elde edilmeye çalışırsa o da arzîleştirilir.
Yüzümüzü Hakîm Kitabımıza dönelim şimdi. Hatırlayalım: Hak Subhanehu ‘gökleri ve yeri yaratan’ olarak anılır Kur’an-ı Hakîm’de. Önce gökleri, sonra yeri. Hatta bu tekrar be tekrar anıştaki sırdan dolayı mürşidim Ayetü’l-Kübra isimli eserine şöyle başlar:
“Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’âniye, bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevkle mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.”
Şöhreti çok olan İhlas Risalesi’dir. Ama okuduğumda karnıma yumruk yemişim gibi hissettiren ihlas tarifini İşaratü’l-İ’caz’da bulurum ben: “İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.”
Ebubekir Sifil Hoca da bu asrın en büyük tehlikelerinden birisinin ‘teslimiyetin yitirilmesi’ olduğunu söylüyor. Yani günümüzde insanlar ellerine geçen hadislere/ayetlere NASA’dan gelen bilgiler kadar güvenmiyorlar artık. Ötekini sınamaya ihtiyaç duymadıkları halde bunu sınamaya ihtiyaç gösteriyorlar. Eğer bilim de doğrularsa kalpleri mutmain oluyor. Bence bu teslimiyetin yitimi, aslında illetin yitimi, ihlasın yitimi, ’emredildiği için yapılması’nın yitimi, maddeden önce gelen mananın yitimi. Maddeye yüklenen anlamların sözü geçiyor artık bu zeminde.
En başa döneceğim yine: Montaigne sevgisini açıklarken “Çünkü o, o idi, ben de ben” demişti. Hangimiz bugün “Neden namaz kılıyorsun?” veya “Neden oruç tutuyorsun?” veya “Neden örtünüyorsun?” gibi sorulara böyle bir özgüvenle cevap verebiliriz: “Çünkü, o Allah’tır, bense kul.” Kanaatimce ben gibi çoklarının da aklına hemen hikmetleri saymak geliyor. Seküler akla karşı kendimizi savunmak arzusu depreşiyor. Mehazdaki kudsiyetse bu reflekslerin ardında giderek yüzünü setrediyor. Galiba modern zamanlarda ‘enformatik cehalet’ nevinden cebimizde epeyce hikmet var, lakin korkuyorum, neredeyse illet kaybolacak aralarında. Yani ‘ne faydaları’ olduğunu hatırlayacağız amma ‘aslında neden yaptığımızı’ unutacağız. Halbuki amelin de kıymeti oradadır. Öncesindedir. İhlasındadır.
YORUMLAR
Mevlanadan;
“Dünyadaki halimiz, denize inci niyetiyle dalan dalgıçlara benzer. Herbiri cevher ve inci ümidiyle eline ne geçerse torbasına doldurur. Dışarı çıktıklarında kimin inci, kimin boncuk veya taş topladığı ortaya çıkar. İşte, mahşer günü buna benzer.”
Maalesef, nefsimizde öyle, isteklerinin sonu yok.
Teşekkürler.