- 606 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Bencilin adaleti ‘adalet’ değildir
"İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü’r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar.” Risale-i Nur’dan.
Merhamet adaletle dengesini bulur. Adalet de merhametle kemale erer. Hak Teala’nın hem ’el-Âdil’ hem de ’er-Rahman’ oluşu Onun kemalinin bir ifadesidir. Zira, el-Âdil celalî bir isimdir, er-Rahman cemalî bir isimdir. Celal ve cemalin birlikteliğinden ’kemal’ görünür. Sözgelimi: Bir insan sadece yumuşak huylu olmakla ’mükemmel’ sayılmaz. (Çünkü böylesinin koruması gereken şeyleri koruyamadığı çok görülmüştür.) Fakat sırf celalli bir tabiata sahip olana da ’kamil insan’ denilmez. (Çünkü böylesinin de nedensiz kalp kırdığı sık yaşanmıştır.) Demek ’celal’ ile ’cemal’ tek başlarına ’kemal’ ifade etmiyorlar. Kemal bu ikisinin beraberliğinden doğuyor. Tıpkı Aleyhissalatuvesselamın ahlakında olduğu gibi. Ki onu mürşidim bir yerde şöyle anlatıyor:
"Mu’cize-i Muhammedî ayn-ı Muhammed’dir. (...) Kur’ân’ın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi’ idi. (...) Bunların içindeki nokta-yı i’câz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübâyin değil fakat derece-i kemâlde birbirine müzahamet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Mesela: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat. Hem kemâl-i tevâzu ile kemâl-i şehâmet. Hem kemâl-i adalet ile kemâl-i merhamet ve mürüvvet. (...) gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyede bir zâtta içtimâı, müzayakasız inkişafları, mu’cizelerin mu’cizesidir.”
Evet, öyledir, çünkü sıradan bir insanda böylesi meziyetler zirvelerde buluşmazlar. Başkalarda üzerlerinde tecelli eden hâkim isimlerin tezahürleri/ahlakları daha net okunur. Diğerleri varsa da gölgede kalırlar. Cömert olanın iktisadı zayıflar. Celalli olanın hilmi tökezler. Cesur olanın temkini dağılır. Fakat Aleyhissalatuvesselam en âzâm mertebede bütün isimlerin tecellisine mazhar olduğundan ahlakında da bu mazhariyetin kemali seyredilir. Elhamdülillah. Karakterinin güzellikleri, o güzelliklerin tezahürleri, o tezahürlerin şahitlikleri adedince Zat-ı Şerifine salat u selam olsun. Âmin. Âmin. Âmin.
Buradan şuraya geçeceğim: Rahman sûresinde iki yerde Cenab-ı Hak kendisini Zü’l-Celal-i ve’l-İkram olarak tanıtıyor. Bu, gayet özet bir anlamıyla, ‘celal ve ikram sahibi’ demek. Dikkat buyurursanız bu terkipte dahi ‘celal’ ve ‘cemal’ birlikteliği gönlümüzü ferahlandırmaktadır. Çünkü ‘celal’in içine ‘ikram’ konulmuştur. İlkinin korkusuyla gerilen kalplere ikincisinin tahatturuyla bir su serpilmiştir. Gürleyen göklere, karanlık bulutlara, haşmetli şimşeklere yağmur yüklenmiştir. Ayetlerin geneli de bu dikkatle incelendiğinde hep böyle ‘celalin peşinde bir cemal’ veya ‘cemalin ardında bir celal’ kendisini hissettirir. Cehennem ayetleri ile cennet ayetlerinin yakınlığı dahi buna bir delil olarak zikredilebilir. Fakat bu zaten açıkta olanlardandır. Payımıza düşen has güzelliklerse örtünenlerin keşfindedir. Mehirleri olan dikkatin verilmesi şartıyla elbette.
Ben de geçenlerde Nahl sûresinin 90. ayetini tefekkür ederken kendimce bir tanesini farkettim. Nedir? Hemen kısacık bir mealini alıntılayalım: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” Esmaü’l-Hüsna konusunda okuma yapanlar bilirler. ‘Allah’ ism-i şerifi diğer bütün isimleri de kapsar. Hepsinin manasını kendisinde toplar. Tek seferde ifade eder. Bediüzzaman da bu sadedde der: “Allah bir ism-i câmi’ olduğundan Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler içinde bulunur.” Bu nedenle Allah ismi kemalin de ifadesi olur. Yani ‘bütün güzel isimlerin tek tek ve de tastamam sahibi’ ancak ‘Allah’ olur. Hepsini birden taşıyamayan sözde/şirkli ‘tanrıcık tanımları’ varlığın/varoluşun gerektirdiği ve İslam’ın öğrettiği ‘Allah’ı karşılayamazlar.
İşte yukarıdaki ayet-i kerimenin manasında da böyle bir zenginlik bize gözkırpıyor. “Allah’ın adaleti nasıl olur?” sorumuza cevap veriyor. Açalım: 1) Allah’ın adaleti, iyiliği ve yardımı emrederek cemalin manasını da kucaklar. 2) Allah’ın adaleti, hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklayarak celalin manasını da kuşanır. Yani kemaldedir. Burada adaletin ardından anılan ‘emredilenler’ ve ‘yasaklananlar’ sanki ilk emredilen şey olan ‘adalet’in açılımını bize öğretirler. “Allah adaleti emreder ama adaletle beraber şunları da…” Ve bir de birşeyin üzerini çizerler: Adalet kendi bireyselliğine kapanarak sahip olunacak birşey değildir. Yani ki bencilin adaleti ‘adalet’ değildir. Eğer bir insan, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla zengin olmuşsa, iyiliğine muhtaç olan kardeşi-akrabası hakkında “Ben çalıştım da kazandım. O da kendisi çalışsın kazansın. Benim varlığımı yemesi adalete uygun mu hiç…” diye karşılık veremez. Çünkü ta bu ayeti ilk okuduğu gün öğrenmiştir ki: Allah adaleti ‘iyilikle’ ve ‘akrabaya yardım etmekle’ birlikte emretmiştir. Bu ikisinin kuşanılmadığı bir adalet anlayışı, her ne kadar kapitalist düzene uygun görünse de, Allah’ın uygun gördüğü adalet anlayışı olmaz.
Burayı çok önemsiyorum. Çünkü bugün küresel (m)edeniyetin öğretisiyle hepimizde bir parça kendi bencilliğine kapanmak var. O duvarların içinde de İblis bizi birçok demagojiyle oyalıyor. Mantığını kabullendiriyor. Duvarlarını sevdiyor. Karun gibi “Bu bana ilmimle verildi!” dememek için, adaletten değil amma, şu şeytanî adalet anlayışından uzaklaşmalıyız. Adaleti sadece ‘benim payım-senin payın’ düzleminden çıkarmalıyız. İçine ‘iyilik etmeyi’ ve ‘kötülükten sakındırmayı’ da koymalıyız. Hayâsızlıklar, fenalıklar ve azgınlıklar bizim bireysellik kalemizin dışında da kalsalar; tabir-i caizse “Alan memnun, satan memnun, bana ne?” noktasında da görünseler; biz bunları sinemize alıp ‘meşruiyet’ etiketini yapıştırmamalıyız. ‘Bana dokunmayan yılan’ muamelesi yapmamalıyız. Çünkü adalet Allah’ın adaletidir. Elbette evveliyetle Onun buyurduğu gibidir. Zaten Onun malıdır. Ve de yine mahlukatına karşı uygulanmaktadır.
Meramımı inşaallah anlatabilmişimdir. Bugün seküler düzen bize adaleti bambaşka bir çerçevede öğretiyor. Tevhid eseri olduğu için bir bütün şeklinde ele alınması gereken varlığı kompartımanlara bölüyor. Bu bölünmeden bir bencillik/bireysellik gelişiyor. Onlar da daha başka birşeyi beraberlerinde geliştiriyorlar: Duyarsızlaşma. Hem iyiliğe hem de kötülüğe karşı “Bana ne canım!” demeye başlama. Üstelik bunu Karun gibi bir tür ‘adalet söylemi’ içine yedirme. Bu ayette sanki bu sapkınlığın da önü tıkanıyor. Allahu’l-a’lem. Eğer izahımda sürç-i lisan ettimse Rabbimden affımı dilerim. Âmin. Bitirirken: Emeviyenin Ehl-i Beyt’e okuttuğu laneti hutbelerden kaldırarak yerine bu güzel ayetin tilavetini hediye eden, ümmetin nuru, Ömer b. Abdülaziz Hazretlerine de rahmetler dilerim. Çünkü o akrabasına iyilikle adaletin belini tekrar doğrultmuştur.
YORUMLAR
Nisâ Suresi - ﴾135﴿ Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine de olsa adaletten asla ayrılmayan, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
Evet, adalet anlayışında hislerimizle hareket ettiğimizde, adalet diye bir kavram kalmaz.
Teşekkürler.