- 604 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
"Beyaz Gemi" AYTMATOV
Hangimiz çocuk olmadık? Hangimiz çocukken hayaller kurmadık? Hangimiz, o zamanlar kafamızda bambaşka bir dünya yaratmadık? Hangimiz tertemiz bir Dünya ortaya çıkarmadık?
Kahramanı, yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk olan Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi” adlı romanını okudum. Doğrusu, bu kitap sayesinde çocukluğuma geri döndüm. 50 yıl öncesini yeniden yaşadım. Kurduğum hayalleri, yaşadığım heyecanları yeniden tattım.
Kitap boyunca geçmişi halde yaşadım. Doğduğum şehrin küçücük sokaklarında, dere kenarında, parklarında, tepelerinde dolaştım. Temizliği, iyiliği, güzelliği aradım.
Beyaz Gemi, Refik Özdek tarafından Türkiye Türkçesi’ne çevrilmiş. Ötüken Yayınları arasında neşredilmiş. 168 sayfalık bir kitap.
Kitabın roman bölümü 162. Sayfada bitiyor. Son 6 sayfasında ise yazarın kitap hakkında ve kitaba yapılan bazı eleştirilere verdiği cevap yer alıyor.
Çocuk, romanda saflığın, temizliğin ve geleceğin sembolü olarak ele alınmış. Yazar, hayatın acı ve gerçeklerini ele alarak yazmış romanını.
Küçük bir çocuğun gözüyle dünyanın güzelliklerini anlatmış. Bunun yanı sıra kötülüğü ve iyiliği karşılaştırmış. Çocuğun hayal ile gerçek arasında gidip geldiğini ve iyi ile kötüyü karşılaştırarak kendine farklı bir dünya yarattığını ortaya koymuş.
Dedesinin dürbünü ile dağın eteklerinde bulunan Isık-gölü izlemesi, orada gördüğü beyaz bir gemiyi hayranlıkla seyretmesi ve hayaller kurup bir balık olmayı düşünmesi, yüzerek bu gemiye gitmesi, o gemiye binerek belki de babasına kavuşması ve babası ile birlikte bu beyaz gemi ile uzak yerlere gidip kendine yeni ve bambaşka bir hayat kurması anlatılıyor. Hayalinde babasını, bu geminin kaptanı olarak kurguluyor ve buna inanıyor.
Çocuk, her olaya, her objeye baktığında hayalleri büyüyor, genişliyor ve dünyası yeniden kuruluyor. Kayalar, ağaçlar, taşlar, topraklar onun gözünde hep yeniden canlanıyor ve yeni bir hayat ile birleşiyor. Onlara “Kurt”, “Deve”, “Eyer”, “Tank” gibi isimler veriyor. Onları adeta hayallerinde birer canlı imiş gibi düşünüyor. Onlarla konuşuyor, dertleşiyor…
“Çocuk, bölgenin tek yerleşim yerindeki evlere, kulübelere ve ahırlara alaylı alaylı baktı. Yukarıdan bakınca ne kadar da eften püften görünüyorlardı. Çayın daha aşağı kıyısında dost kayalarını gördü. ‘Deve’yi, Kurt’u, ‘Eyer’i, ‘Tank’ı… hepsini. Onları ilk defa buradan Karavul Dağı’nın başından, dürbünle seyretmiş ve bu adları da o zaman vermişti.” (sayfa 30)
Aytmatov’un zengin bir dil kullanımı ve yer yer yaptığı betimlemeler ile roman, daha da güzelleşiyor, daha başka anlamlar kazanıyor. Yazar, romanı yazarken duygu ve düşüncelerini pekiştirmek için birçok özlü sözlerden, atasözlerinden, efsanelerden, masallardan yararlanıyor. Halk masalı diyebileceğimiz anlatımlara, şiirlere ve şarkılara yer veriyor:
"Kendisini saydırmasını bilmeyeni saymazlar"(Sayfa 17)
“Senden geniş nehir var mı Enesay? Senden aziz bir yurt var mı Enesay? Senden derin bir dert var mı Enesay? Senden özgür olan var mı Enesay? (Sayfa 53)
"Bir eşeğe, eşek olduğunu ispat edemezsin ki!" (Sayfa 94)
Romanda, dede çok iyi bir masal anlatıcı olarak gösteriliyor. Çocuk, her fırsatta dedesinin kendisine anlattığı masalları dile getiriyor ve dedesini gözünde çok âlim, çok bilge, çok ulu bir kişi olarak görüyor. Okuyucu da böylece çocuğun gözüyle romanın kahramanlarını görüp onları iyi tanıyor.
Eser için masalla gerçeği birleştiren bir roman diyebiliriz. Öyle ki roman mı okuyorsunuz; yoksa bir masal kitabı mı farkına varamıyorsunuz. Kendinizi adeta bir masal dünyasında buluveriyorsunuz. Roman kahramanı ile birlikte siz de adeta bir çocuk oluyorsunuz. Sanki romanın kahramanlarından biri de siz imişsiniz gibi düşünüyor ve çocuğun anlattığı masalları büyük bir keyifle dinliyorsunuz.
Yazar, San-Taş Vadisi’nde yaşayan birkaç ailenin doğa ile mücadelesini de gözler önüne seriyor.
Bebek iken, babasının evi terk etmesi, annesinin de çocuğa bakmayıp, onu babasına teslim edip gitmesi ve başka biriyle evlenerek yeni bir hayat kurması sonucu, çocuğun içinde bulunduğu durum anlatılıyor. Anne ve baba sevgisinden mahrum kalmış ve fakat tüm bu sevgiyi dedesinden görmüş küçük bir çocuğun iç dünyasının romanıdır Beyaz Gemi.
Bir de üvey ninesi vardır. Ama çocuğa karşı öyle pek de sevgi ile yaklaşmaz. “Anası neden bakmaz da biz bakmak zorunda kalırız?” diye düşünür hep. Çünkü geçim dertleri vardır. Eniştelerinin onlara verdiği üç kuruş maaşla geçinmek zorundadırlar. Enişteleri de sorunlu biridir. Bir gün kendilerini kapı dışarı ederse veya işten atarsa ne yapacaklardır? Ama yine de çocuğa kötü davranmaz üvey nine. Kocasına karşı geçimsiz davranır. Çenesi düşük ve her şeye karışan bir kadındır.
Dede ise tam tersi, mülayim, sessiz, sakin, hiçbir şeye karışmayan, hiç kimseye kızmayan biridir. Eniştesinin tüm saygısızlığına dahi bir şey dememektedir.
Roman kahramanları çocuk, Mümin Dede, Nine, Enişteleri Orozkul, Orozkul’ın kısır karısı Bekey, yanlarında işçi olarak çalışan Seydahmet, karısı Gülcan ve sonradan ortaya çıkacak olan kamyon şoförleridir…
Dede, romanda ne kadar iyi olarak veriliyorsa; Eniştesi Orozkul da o derece kötü olarak veriliyor. Adeta romanda kötülüğün temsilcisi olarak gösteriliyor. Aslında iyi birisi olan Orozkul’un bütün derdi bir çocuğunun olmayışıdır. Karısı, kendisine bir evlat verememiştir. Bu nedenle öfkelidir. Herkes çocuğunu severken, Orozkul bundan mahrum kalmıştır. Yıllar geçtikçe de bu arzusu gerçekleşmediği için öfkesi kat be kat artmaktadır.
Öfkesini yenmek için içkiye başvurur. İçtikçe de öfkesi artar ve kudurur. Bu sefer de öfkesini karısından çıkarmaktadır. Her fırsatta bir bahane bulup karısını döver. Her defasında onu evden kovar. Ama öfkesi geçince hiçbir şey olmamış gibi devam eder.
Küçük bir orman yerinde sorumlu biridir Orozkul. Hep önemli biri olmak, emirler vermek, yetkilere sahip biri olmak istemiştir. Bazen, bazı tanıdıklarına para karşılığı ormandan ağaçların kesilmesine ve tomruk yapmalarına göz yumar. Ama yakalanma korkusu ve işinden olma endişesi de yaşamaktadır. Yanında yaşlı olan kayınbabasını ve Seydahmet’i çalıştırır. Bazen onlara olmadık şekilde kötü davranır. Onları insan yerine dahi almaz.
Çocuk olmayışını hep karısından bilir. Ama roman boyunca bu ispatlanmamıştır. Yani kısırlık nedeni karısından mı; yoksa kendisinden mi kaynaklanıyor bu kesin olarak bilinmemektedir. Çünkü doktor yoktur ve gidilmemiştir. Burada okuyucu ister istemez “Neden bir doktora gidip çare aramıyorlar” demekten kendini alamıyor. Tabii coğrafi şartlar buna engel oluyor diyebiliriz. Bu durum da Orozkul’u kötü biri olmaya itiyor:
“Mümin, sesini çıkarmadı. Damadının küfürlerine bir türlü alışamamıştı: “Yine başladı” diye geçirdi aklından. “İçince vahşileşiyor. Çakırkeyif olunca da bir çift laf edemezsin. Neden böyle olur bu insanlar? Kendi kendine kızıyordu: “Sen ona iyilik edersin, o sana kötülük. Utanmak, arlanmak da bilmiyorlar. Sanki kural bu imiş. Hep kendilerini haklı görürler. Herkes onlara kul-köle olsun. Kul-köle olmazsan zorla yaptırırlar bunu. İyi ki böyle bir adam ormanda yaşıyor. Elinin altında her işini gören bir-iki kişi var. Biraz daha büyük bir görevi olsa, kim bilir neler yapardı? Allah göstermesin. Böyleleri de hiç tükenmiyor. Her zaman istediklerini elde ederler. Kurtulmak mümkün değil onlardan. Her yerde izini bulur, her yerde karşına çıkarlar. Keyifleri için başkasının canını çıkarırlar da sonra yine onlar haklı olurlar. Ah, hiç tükenmiyor böyleleri, hiç.” ( Sayfa 71)
Köye arada bir seyyar satıcı gelir. Kadınlar pek bir şey almadığı için satıcı kızar. Çocuğun dedesine zorla bir çanta satar. Çünkü çocuğun okul vakti gelmiştir. Ama okul da çok uzaktadır. At ile gidip gelinmesi gerekir. Dedesi de çocuğu her gün götürüp getirecektir.
Ve o an gelir. Çocuk okula yazılır. Dedesi her gün götürüp getirir. Orozkul buna kızmaktadır. Çünkü adamın yokluğunda işler yavaş gider. Bir gün bir tomruğu nehirden karşıya geçirmek için uğraşırlar ama tomruk bir kayaya sıkışır. Çocuğun okuldan çıkma vakti geldiyse de Orozkul adama izin vermez. Tomruğu bir an önce götürmek ister. Çünkü yakalanma korkusu vardır. Uğraşırlarsa da başaramazlar. Dede, ilk defa kızarak ata binip çocuğu almaya gider. Vakit hayli geçmiştir çünkü.
Orozkul, kızarak bütün kötülüğünü ortaya koyar. Öyle ki okuyucu yaptıklarından adeta iğrenir ve Orozkul’dan nefret eder. Yazar, bu bölümleri büyük bir başarı ile kaleme almıştır.
Çocuk, dedesinden masallar dinleyerek okul çağına gelmiştir. Kendisinin de bu konuda bilgi dağarcığı genişlemiştir. Sırtındaki çantaya dahi bu masallardan anlatır. En çok da her akşam dinlediği “Boynuzlu Maral Ana” masalını sever. Ne dinlemekten usanır, ne de anlatmaktan bıkar çocuk.
Masal, okuyucu da etkileyecektir. Çocuk, masalı anlattıkça büyüsüne okuyucu da kapılacaktır. Tabi bunda Aytmatov’un anlatma gücünün etkisi büyüktür. Dedeye göre onlar, Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan gelmektedir.
Efsaneye göre Kırgızlar, Yenisey boylarında yaşamaktadır. Ölen bir hakanlarını gömmek için bir tören düzenlerler. Tören esnasında düşmanlar aniden saldırır. Ve bütün Kırgızları kılıçtan geçirirler. Böyle bir saldırıyı beklemeyen Kırgızlar gafil avlanır ve kaybederler.
Fakat, küçük bir kız ile bir erkek çocuğun habersizce ormana gittiğinden kimsenin haberi yoktur. Bunlar döndüklerinde bütün Kırgızları ölmüş görürler. Ağlayarak yola düşerler. Ve düşmanların yanına varırlar. Açtırlar. Onlardan yemek isterler.
Düşman, bunların Kırgız olduğunu anlayınca hükümdarları kızar. Topal bir kadına çocukları vererek bunları öldürmesini ister. Kadın çocukları alıp bir dağın yamacına götürür. Amacı onları uçurumdan aşağı atmaktır. Fakat bir maral (geyik) gelir. “Çocukları öldürmemesini, kendisine vermesini”ister. “Eğer verirse, onları alıp kendine evlat edineceğini ve buralardan alıp çok uzaklara gideceğini” söyler. Topal kadın da bunu kabul ederek çocukları marala verir. Maral, çocukları alarak çok uzak diyarlara götürür. Bu çocuklardan yıllar sonra Kırgızlar tekrar çoğalır.
Geyiklere dokunmazlar. Onları kutsal görürler. Fakat çok yıllar sonra, artık bu geyiklerin kutsal olduğuna inanmayanlar çıkar. Onları avlayıp etini yemeye başlarlar. Bunun üzerine Maral Ana geyiklerini yanına alır ve o ülkeyi terk eder.
Aytmatov, burada bazı sembollerle milli olan bir olayı evrensel boyuta taşımıştır. Geyik, bağımsızlığın sembolü olarak düşünülmüştür.
Aytmatov eleştirilere cevap verdiği yazısında şöyle diyor: “ Efsanede insanın hep iyiliğe koşması, doğaya bilinçli bir şekilde hakim olması ele alınıyor. İnsanla doğa arasında uygun bir bağ olduğu bunun daha da geliştirilmesi gerektiği anlatılıyor.
Geyik Ana, bütün var olanın anasıdır. Bu efsane daha da çözümlenecek olursa insanın zorbalık ve zulme karşı “korunma içgüdüsü” anlamı çıkarılabilir…
Efsaneye göre bizler, zulümden nefret etmeye çağrılıyoruz. İyiliğe kötülükle değil, iyilikle karşılık vermemiz isteniyor. Bizi çevreleyen dünyaya ve kendi vicdanımıza karşı sorumlu olduğumuz hatırlatılıyor.”
Bir gece büyük bir tipi çıkar. Gece yatarlarken kapı çalınır. Gelenler gündüz ot almak için gelen kamyon şoförleridir. Akaryakıtlarının donmasından dolayı mahzur kalmışlar ve geceyi burada geçirmek zorunda kalmışlardır. Onlara yardım ederler. Ertesi gün, ateş yakarak akaryakıtı eriterek eski haline getirirler ve kamyon çalışır. Çocuk, bu şoförlerden biri olan Kulubeg’i çok sever. Aralarında bir dostluk bağı kurulur. Onu hayallerinde canlandırır. Ve hep onu düşünür.
Çocuk, maralların tekrar geri geldiğini görür. Bu ona büyük heyecan verir. Çok sevinir. Sevincini dedesiyle paylaşmak ister. Hayallerinde maralları canlandırır…
Çocuk, o gece üşütür ve hasta olur. Akşam olunca kahkaha seslerine uyanır. Bahçeye çıkar. Herkes sarhoştur. Büyük bir kazan kaynamaktadır. Dedesi de sessizce bu kazanın altında yanan ateşle oynamaktadır. Ona seslense de dedesi duymaz. Çocuk çok kötü şeylerin olacağını tahmin eder…
Herkes yiyip içmektedir. Merak dolu gözlerle onları izler. Ama biraz sonra elinde bir baltayla Maral Ana’nın boynuzlarını kırmaya çalışan Orozkul’u görür. Bu korkunç manzara karşısında adeta yıkılır. Bütün inançları alt üst olur. Ağlamaya başlar. Dünyası kararır… Hayaller kurar… Kulubeg’i elinde silahı ile getirir. Orozkul’a dersini verdirir. Ama biraz sonra hayal aleminden çıkacak ve acı gerçekle karşı karşıya gelecektir. Çocuğun bir türlü anlamadığı olaylar yaşanmaktadır…
Artık romanın sonuna gelinmiştir. Roman, yazarı tarafından hiç beklemediğiniz bir son ile bitirilmiştir. O sayfaya kadar “Acaba sonu nasıl olacak, nasıl bitecek” diye düşünürken, yazar birdenbire romanı kendi kurduğu yapıya göre bitirmiştir.
Kitapta son bölümlerde Maral Ananın kesilip yenmesi çocukta derin üzüntü yaratıyor. Dedesinin bile bu olay karşısında sessiz kalmasını kabul edemiyor. Orozkul’a karşı , Seydahmet’e karşı büyük nefret besliyor. Ve adalet duygularımız adeta şaha kalkıyor. Yazar, burada hayatın köklerini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Kötülüğü reddediyor. Küçük çocuğun kötülüğe karşı büyük öfkesini dile getiriyor. Ve çocuğun hep hayali olan balık olmayı akla getiriyor. Ve romanı hiç olmasını istemediğimiz bir biçimde sonlandırıyor.
İşte bu son, birçok kişi tarafından eleştirilmiş ve yazara cevap hakkı verecek kadar ileri gitmişlerdir. Yazar, bu cevabı romanın son sayalarına koymuştur.
O nedenle romanın sonunu mutlaka kitaptan okumanızı ve duyguyu bizzat yaşamınızı arzuladığım için sonucu merakınıza bırakıyorum…
Kitapta çok fazla eleştirilecek bir yan bulamamakla birlikte kitabın adına biraz takıldım. Neden “Beyaz Gemi” koyulduğunu pek anlayamadım. Çünkü Beyaz Gemi çok fazla ön plana çıkmıyor. Genelde ise öne çıkan Boynuzlu Maral ana olmuş.
Romanın adı da “Boynuzlu Maral Ana” konulabilirdi. Tabii bu tamamen yazarının duygu ve düşünceleri doğrultusunda yapılmış bir şey. O nedenle yazara saygı duymaktan başka yolumuz yok diye düşünüyorum.
Güzel bir roman. Doğruluğu, güzelliği, iyiliği anlatıyor. Her şeye iyilikle ve güzellikle bakmamız gerektiğini anlatıyor. “İyiliğe, kötülükle karşılık verilmez.” tezini işliyor. Yani “İyiler her zaman kazanır…”
"İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır." ( sayfa 162)
Okumanız dileğimle…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.