- 380 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Uç Dalda Üç Zeytin
UÇ DALDA ÜÇ ZEYTİN
Sulu Ziya merdivenden iner inmez bir sigara yaktı, beline bağladığı sepetteki zeytinleri kasaya boşalttıktan sonra boş zeytin kasalarından birini ters çevirerek üstüne oturdu; dört beş metre ilerdeki ağaçta zeytin toplayan karısına ve oğluna baktı, ikisi de merdivendeydi ve dallardaki simsiyah zeytinleri koparıp bellerine bağladıkları sepete atıyorlardı.
Yorulmuştu Sulu Ziya, daha da kötüsü bıkıp usanmıştı zeytin toplamaktan, çünkü yaklaşık üç aydır her gün erkenden kalkıyorlar; seleyi sepeti, çıkını testiyi ve merdivenleri emektar traktöre yükleyip zeytin bahçesine geliyorlardı. Sabah ayazında elleri morarırken, öğle güneşinde sırtları terlerken, ikindi rüzgârında vücutları ürperirken ha babam de babam zeytin topluyorlardı. Eskiden bu mevsimde bazen yağmur, bazen kar yağardı da birkaç dün dinlenip nefes alırlardı. Sonbahar çoktan bitmiş, kış yarılanmıştı ama bir defa olsun saçları ıslanmamış, ayakkabıları çamura değmemişti.
Isınmaya ve kuraklığa evrilen köklü iklim değişiklikleri Sulu Ziya’ya da yansımıştı. Artık eskisi gibi değildi; yaşlanmış ve en kötüsü de şişmanlamıştı, çabuk yoruluyordu. İki ayaklı, on üç basamaklı merdiveni tutup kaldırarak o ağaçtan bu ağaca taşırken nefes nefese kalıyordu. Merdiven vurmak da oldukça yorucuydu. Önce sağlam çatal dallar bulup merdivenin üst ayaklarını bu dallara yerleştireceksin, sonra da merdivenin ayaklarından birini çatalın birine bağlayacaksın. Bu işler ustalık ve tecrübe gerektiriyordu. Merdiven çok dik ve fazla yatık vurulmamalıydı. Merdivenin yaslandığı dallardan biri zayıf veya çürük olmamalıydı; çünkü dal kırılabilir, merdiven kayabilir veya ters dönebilirdi. Sulu Ziya’nın ömrü zeytin bahçelerinde, merdiven tepelerinde geçtiği için bu işlerin ustası, âdeta piriydi. Ağaçları budarken merdiven vurulacak dalları belirler, onlara ilişmezdi. Elli yıla yaklaşan ömründe bir kez olsun merdiven devirmemiş, bir kez olsun merdivenden düşmemişti.
Yaklaşık altı kilo zeytin alan bir sepeti bele bağlayarak merdivene çıkmak, uç dallardaki zeytinleri tek tek toplayıp sepete koymak oldukça yorucu işti. Sepet zeytinle doldukça ağırlaşır, bağ ipi belinizi kesmeye başlardı. Merdiven hafifçe kımıldadığında veya zayıf bir dal “kırılacağım” der gibi çatırdadığında paniğe kapılıp hem kendinizi hem de sepetteki zeytinleri korumaya çalışarak tutunacak sağlam bir dal arar veya merdivenin ayağına sarılırdınız. “Kendini korumak varken zeytini korumak da ne ola ki, dökülse ne olur?” diyebilirsiniz. Ne mi olur? Kaplık zeytin –depoya konarak tuzlanan sofralık zeytin- yağlık olur. Ezilen, berelenen, dibe dökülen, yeterince kararmamış, biçimsiz veya küçük zeytinler yağlıktır, yağhaneye götürülüp yağ çıkarılır. Kaplık zeytin on liraysa yağlığı iki liradır.
Sulu Ziya dibine kadar içtiği sigarasını fırlatıp atarken: “İki ağaç kaldı, kalksam iyi olur, ikindiye kadar bitiririz,” diye düşünerek kalkmak için yeltendi fakat anında vazgeçti, vazgeçti çünkü yorgun bedenine söz geçiremiyordu beyni. “Aç ayı oynamazmış, önce öğle yemeğini yiyelim,” diye mırıldanarak karısına seslendi:
“Hatun, karnım acıktı, sofrayı hazırla.”
Meryem Hatun, kocasının sözlerini duymamış ya da duymazdan gelmişti. Merdivenin üçüncü basamağında zeytin toplarken bambaşka bir düşünce ve hayal dünyasındaydı. “Bu zeytinlerin tamamı Osman’ımın olacak,” diye geçiriyordu aklından. “Askerden geleli üç yıl oldu, bu yıl da düğünü yapamazsak Aysel’i başkasına verirler, biz de havamızı alırız. Ondan sonra kız ara ki bulasın. Köyde doğru dürüst kız kalmadı zaten, hepsi de kente gitme meraklısı, hepsi de apartman sevdalısı.”
“Hatun, duymadın mı? Karnım acıktı.”
Meryem Hatun yüksek sesle “Patlama!” diye cevap verdikten sonra merdivenden indi, dibe dökülen zeytinleri toplamaya başladı. Kadın uzun boylu, zayıf ve hayli çevikti. Çekirgeden farkı yoktu Meryem Hatun’un, eğilip kalkarak ve âdeta oradan oraya zıplayarak bir avuç kadar zeytin topladı yerden.
Hasat dönemi boyunca bir kez olsun “yoruldum, bıktım” gibi bir söz çıkmamıştı ağzından. Meryem Hatun’a göre zeytin toplamak çocuk oyuncağıydı. Esas yorucu işler eve gidince başlardı. Akşam yemeğinden sonra bulaşıkları yıkar, daha sonra kilere gidip sofra bezini yayar, bezin üstüne bir kasa zeytin döküp mindere oturur ve saatlerce zeytin ayırırdı. Yeşil, mor, küçük, ezik ve bereli zeytinleri tek tek seçip yağlık sepetine atar; kaplıkları ise iriliğine göre üç boy hâlinde –iri, orta, ince olmak üzere- üç farklı kasaya koyardı. Kasalar dolunca zeytinleri üç farklı depoya atar, zeytinlerin üzerine kalın tuz sepeler ve sonra da depoya kova kova su dökerdi. Elini yüzünü yıkayıp da yatağına girdiğinde vakit gece yarısı olurdu. Kasım, aralık ve hatta ocak aylarının soğuk sabahlarında erkenden kalkmak, ortalığı silip süpürdükten sonra kahvaltı hazırlamak ve öğle öğünü için yemek pişirmek de bir başka dertti. Aylarca süren bunca yorucu işi yaparken öf bile demezdi Meryem Hatun.
Sulu Ziya “Bu kadın olmasa beni köpekler bile yemez,” diye aklından geçirirken sululuğu tutup çocuk gibi bağırdı: “Sofraaa!”
Meryem Hatun öfkeyle: “Patladın mı?” diye bağırdı. “Bugün de öğle yemeği yemesen ölür müsün? Şunun şurasında iki ağaç kaldı, bitirip de gidelim.”
Merdiven tepesinde zeytin toplayan oğlu Osman: “Ben de acıktım ana!” deyince kadın işi bırakıp traktöre doğru yürüdü, römorktan yemek çıkınını ve piknik tüpü aldı, iki zeytin kasasını ters çevirip üstüne bez sererek sofrayı hazırlamaya başladı.
Sulu Ziya: “Ne pişirdin?” diye sordu. “Bugün hasadın son günü. Kıçma hazırladın mı?”
Kadın alaycı bir gülümsemeyle: “Kıçmaymış! Güleyim bari!” dedi. “Ettir, kıymadır aldın mı? Hani irmik, hani şeker? Neyle yapayım kıçmayı?”
“Söyleseydin alırdım.”
“Söylemek mi lazım? Bugün son defa zeytin toplayacağımızı akıl edemedin mi?”
“Amma uzattın ha! Alt tarafı ne pişirdin diye sorduydum.”
“Tarhana çorbası ve pırasa yemeği… Beğendin mi?”
Sulu Ziya’nın canı sıkılmıştı, sigara paketini bulmak için ceplerini yoklarken birkaç el silah sesi işitildi, ses çok uzaklardan geliyordu. Ardından çok yakınlarda patlayan bir tüfeğin gümlemeleri duyuldu. Sulu Ziya birden heyecanlandı “Millet zeytini bitirince coştu,” diyerek kalkıp aceleci adımlarla traktöre doğru yürüdü. Şimdi sağdan soldan, uzaktan yakından tüfek ve tabanca sesleri geliyor, Ayvalıca ovası mermi ve fişek gürültülerinden inliyordu. Sulu Ziya traktörün torpido gözüne koyduğu tabancasını aldı, namluyu bulutlara çevirip bir müddet bekledi. Patlamalar ve gümlemeler bitince yeni bir hengâme yaratmak istercesine şarjör boşalıncaya kadar art arda tetiğe bastı. Mermiler göğü delerken gürültüsü dalga dalga yayıldı ovaya. Fakat Sulu Ziya arzuladığı karşılığı bulamamıştı. Sadece yukarılardan, dağ eteklerinden üç atışlık bir cevap gelmişti. Tabancaya yeni bir şarjör takarken Osman bağırdı:
“Baba, o mermileri de ben sıkayım n’olur!”
Sulu Ziya “Tamam ama şimdi değil, son zeytin tanesi de sepete girince sıkarsın,” diyerek tabancayı römorktaki paltosunun üstüne koydu.
Meryem Hatun sofrayı hazırlamıştı, piknik tüpte ısınan çorba tenceresini sofraya koyarken: “Haydi Osman, yemek hazır!” diye seslendi.
Osman: “Geliyorum ana, beş on tane zeytin kaldı bu dalda,” dedikten sonra kalan zeytinleri toplamaya devam etti. Zeytinler bitip de inecekken babasının sesini işitti: “Tam tepede, sol üst tarafta iki zeytin kalmış.”
Osman yukarıya bakar bakmaz görmüştü zeytinleri. Yaprak aralarında kalmış iki iri zeytin öğle güneşinde parıldayıp duruyordu. Merdivenin üst basamağına çıktı, ayak parmak uçlarında yükselerek bir hamleyle koparmaya çalıştı zeytinleri; olmadı. İkinci hamlede başarmıştı fakat yarı yarıya… Çünkü zeytinlerden biri avucundan kaymış, merdivenin ayaklarından birine çarparak fırlayıp gitmişti. O anda Osman düşüp de kaybolan zeytine küfür ederken kıkır kıkır gülmeye başladı. Osman’ı güldüren köydeki en iyi arkadaşı Vahdet’in komik sözleriydi. Akşam kahvehanede sohbet ederken Vahdet kelimeleri kullanarak çok canlı ve komik tablolar çizmişti. Bu tablolardan biri, Osman’ın az önce yaşadıklarının karikatürize edilerek filme çekilmiş hâli gibiydi.
“Türkiye’de maymun yokmuş, maymunlar Afrika’da yaşarmış,” diyordu Vahdet. “Yalan! Vallahi de yalan, tallahi de yalan! Gelsinler de Ayvalıca köyüne baksınlar, maymun var mıymış yok muymuş anlasınlar. Biz neyiz kardeşim? Var mı maymundan farkımız? Ekim ortasında yükleniriz merdivenleri, belimizde birer sepet çıkarız ağaç tepesine, topla babam topla. Tek tane zeytin için bazen yedi sekiz basamak çıkarsın, zeytin tanesine doğru uzanır da uzanırsın, tam koparacağın esnada sapından ayrılıp yere düşer zeytin; basarsın küfürü. Ekim biter, kasım biter biz hâlâ ağaç tepesindeyizdir. Sonbahar biter, aralık ayı gelir, yine ağaç tepesindeyiz. Yıl biter, millet yeni yıl kutlamaları yaparken biz yine merdivene çıkıp ağaç tepelerinde ekmek ararız. Ocak sonuna doğru zeytin bitince on beş yirmi gün rahat eder, sonra yine merdivenleri sırtlayıp tarlaya koşarız, çünkü budama mevsimi gelmiştir. Şubat, mart, nisan aylarımız da merdiven tepesinde geçer. Mayıs ayı gelince ‘Hele şükür, karaya ayak bastık!’ diye düşünürken dağ köylerinde meyve hasadı başlar. Önce erikler, sonra vişne ve kirazlar toplanacaktır; biz de el âlemden üç kuruş yevmiye alabilmek için iki üç ay daha merdiven basamaklarında, ağaç tepelerinde rızkımızı kovalarız. Bir insan her yıl dokuz on ay merdiven tepesinde çalışır mı be arkadaş! Buna can mı dayanır! Bizim yaptığımız maymunluktan başka nedir?”
Osman, Vahdet’in jest ve mimiklerle desteklediği abartılı fakat mizahi gerçekçi anlatımını düşündükçe kendi kendine kıs kıs gülüyordu. Merdiven ayağını dala bağlayan ipi çözerek inmeye başladı. Merdivenden inerken, sepetteki zeytinleri kasaya boşaltırken, sepetin bağ ipini çözerken kıkırdaması devam ediyordu Osman’ın. Sofraya oturduğu esnada: “Bu sene son,” diye mırıldandı, “maymunluk bitti.”
Sulu Ziya, oğlunun ne dediğini tam olarak anlamamış olacak ki: “Ne sonu, ne maymunu Osman? Neler sayıklıyorsun sen?” diye sordu.
Osman “Boş ver!” diyerek tenceredeki çorbayı kaşıklamaya başladı. Üç dört dakika süren çatal kaşık seslerini ve ağız şapırtılarını Meryem Hatun’un sesi böldü:
“Bu yıl dört beş ton zeytin oldu herif, ne yapmayı düşünüyorsun zeytini satınca?”
“Ne yapabilirim ki Hatun? Zeytini ortalama altı liradan satsak yirmi dört bin lira eder, altı yedi bin lirayı zirai ilaç ve gübre masrafı için bir kenara koyarız, kalır on yedi bin lira. Kız liseye gidiyor, onun masrafı için üç bin lira ayırsak, kalır on dört bin lira. Bu da demektir ki ayda bin yüz lira ile geçinmek zorundayız. Bir paket sigaranın on lira olduğu bu devirde dört kişilik bir aileye yeter mi bu para?”
“Hah, bende onu demek istiyorum işte! Yerden göğe kadar haklısın, elbette yetmez. Şimdi ben de bir hesap yapayım da neden yetmediğini öğren.”
“Yap bakalım.”
“Her gün bir paket sigara içiyorsun, ayda eder üç yüz lira; haksız mıyım?”
“Haklısın… Ne yapabilirim ki hatun? Alışmışız bir kere.”
“Her gün kahvede beş çay içsen, ipsize sapsıza da beş çay ısmarlasan eder on çay, birer liradan on lira, ayda eder üç yüz lira. Etti mi altı yüz?”
“Abartma Hatun, bugün birine çay ısmarlasam yarın da o bana ısmarlar. Taş çatlasın günde beş liralık masrafım var benim.”
“Haftada en az iki gün tüfeğini sırtına vurup dağlarda keklik veya tavşan kovalayan sensin; avdır, düğündür, dernektir hiçbir fırsatı kaçırmadan kafan estikçe mermi sıkıp fişek patlatan sensin.”
“Burada dur hatun; avcılık ve atıcılık benim hobim, tamam mı? Başka ne eğlencem var bu hayatta?”
Meryem Hatun sahte bir kahkaha atarak: “Vay, vay, vay!.. Hobisi de varmış beyefendinin!” dedi alaycı bir edayla. “Televizyonda gördüğün sosyete karılarından mı öğrendin hobiyi mobiyi?”
Sulu Ziya çok sert bir sesle çok etkili sözler söylemeye hazırlanıyordu ki Osman kıkırdayarak gülmeye başladı. Osman’ın bu gülüşüne ikisi de bir anlam verememiş, şaşkın gözlerle bakmakla yetinmişlerdi. Osman güldü de güldü, kıkırtılı gülmeleri kahkahaya dönüşüp de gözleri yaşarmaya başlayınca yerinden kalkarak sofradan uzaklaştı.
Çocuğun gülme krizi devam ederken tartışmayı unutan karı koca bir an göz göze geldi. Meryem Hatun şaşkın gözlerle kocasına bakarken: “Allah Allah, bu çocukta var bir şey ama anlayamadım,” dedi.
“Az önce sofraya otururken kendi kendine ‘maymun’ diye sayıklıyordu, yoksa kafayı mı üşüttü bu çocuk?”
“Yok canım, daha neler! Gülme hastalığına tutuldu galiba, az sonra geçer. Biz ilgilenmemiş gibi yapıp yemeğimizi yiyelim.”
Karı koca sessiz sedasız tencereye kaşık sallarken Osman’ın kahkahaları bir müddet daha devam etti, sonra yavaş yavaş azaldı ve nihayet sona erdi. Osman ibriği alıp yüzünü yıkarken iyice sakinleşmişti. Hiçbir şey olmamış gibi ciddi bir yüz ifadesiyle tekrar sofra başına gelerek yemeğe devam etti.
Meryem Hatun boş çorba tenceresini sofradan kaldırıp da pırasa yemeğini ortaya koyarken sakin bir sesle sordu:
“Niçin o kadar çok güldün Osman? Biz ciddi bir konuyu tartışıyorduk.”
“Ben size gülmedim ana, konuştuklarınızı duymadım bile. Vahdet akşamleyin çok komik bir fıkra anlatmıştı, az önce aniden o fıkra aklıma düştü, ona gülüyordum.”
Sulu Ziya başını iki yana sallarken: “Tövbe estağfurullah!” diye mırıldandı.
Meryem Hatun kocasının gözlerinin içine bakarak, kararlı ve sert bir sesle: “Beni iyi dinle herif!” dedi. “Sana asla karışmayacağım: Sigara mı içeceksin? İç. Çay mı ısmarlayacaksın? Ismarla. Havaya mermi sıkacaksın? Sık sıkabildiğin kadar. Ama kendi paranla… Bu seneki zeytin parasının tek kuruşuna bile dokunmayacaksın.”
“Kendi paramla mı? Zeytinden başka ne gelirim var ki benim?”
“Olacak, ben sana iş buldum bile. Akşam siz kahvedeyken Halil Ağa’nın karısı eve geldi, ‘On beş günlük zeytinimiz kaldı, sizinkilere söyle de bize yevmiyeye gelsinler, kar bastırmadan koparalım zeytini,’ dedi. İkiniz de on beşer gün çalışsanız, yüzer liradan üç bin lira kazanırsınız. O para da bize üç ay yeter.”
Sulu Ziya bu sözlerden hoşlanmamıştı, öfkeden titreyen bir sesle cevap verdi: “Ben mi yevmiyeye gideceğim? Koskoca Ziya Ağa başkasının bahçesinde ırgatlık mı yapacak? Yakışır mı bana? Sen kafayı yemişsin hatun!”
Meryem Hatun küçümseyen, alay eden bir tavır takınarak: “Pöh!” etti. “Ziya Ağa’ymış! Güleyim de dağlar taşlar yıkılsın! Ağa kim, sen kim? Sen Sulu Ziya’dan başka bir şey değilsin herif!”
Sulu Ziya içinden “Ulan karı! Osman burada olmasaydı dağıtırdım ağzını burnunu ama neyse… Oğluna dua et,” diye geçirerek oturduğu yerden kalktı, sofra yakınında kısa voltalar atarken bir sigara yakıp dumanı uzun uzun ciğerlerine çekti. Biraz sakinleştikten sonra: “Ne yapacaksın onca parayı? Çamaşır makinesi mi alacaksın, koltukları perdeleri mi değiştireceksin?” diye sordu.
“Zeytin parası son kuruşuna kadar Osman’ın olacak. Bu parayla anlı şanlı düğün yapacağım evladıma.”
Osman bu sözleri duyunca kulak kesildi, babası ise uzaktan gevrek gevrek gülerek: “Düğün yapacakmış!” dedi alaycı bir ifadeyle. “Aç gözlü Ayşe karısı on bilezik, bir beşibirlik, bir de altın zincir istiyormuş diyen sen değil misin? Zeytin parası bu takıların yarısına bile yetmez. Neyle alacaksın bunca ziyneti? Düğünü hangi parayla yapacaksın? Kuru bokla mı?”
“Ben orasına karışmam herif, mademki ‘adamım’ diye insan içine çıkıyorsun, mademki çocuk sahibi oldun; evladını evlendireceksin, ne yapıp edip bu takıları alacaksın.”
Osman, tartışmanın gittikçe çirkinleşerek kavgaya dönüşeceğini anlamıştı. Sakin bir sesle: “Ben o işi hallettim, boşuna tartışmayın,” dedi.
Meryem Hatun şaşkın gözlerle Osman’a bakarak sordu:
“Nasıl hallettin?”
“Kasabada asker arkadaşım var ya; Fahrettin… Hani altı yedi ay önce bize gelip bir gece misafirimiz olmuştu. Zeytine başlamadan önce kasabaya pazar düzmeye gidince onunla sohbet ettiydim. Onun kaynanası da bizimkiler gibi bir sürü takı istemiş. Fahrettin de ne yapmış; kuyumcuya gidip on günlüğüne takı kiralamış. Bin beş yüz liraya halletmiş bu meseleyi. Bana kefil olacak, ben de takı kiralayacağım.”
Meryem Hatun şaşkındı: “Aaa, bir yaşıma daha girdim! Ziynetin kiralandığını da yeni işittim.”
Sulu Ziya bu haberden memnundu, aceleyle gelip yerine oturdu, ışıldayan gözlerle oğluna bakarken pat pat omzuna vurdu: “Aferin lan Osman! Vallahi şimdi gözüme girdin,” dedi.
Meryem Hatun endişeliydi: “El âlem duyarsa herkese rezil oluruz oğlum.”
“Kuyumcuyla benim aramdaki alışverişi kim duyacak be ana?”
“Peki düğünden sonra ne olacak, takıları geri verince ne yapacağız? Ayşe karısı bizi tefe koyar vallahi!”
“Koyarsa koysun, kızını geri isteyecek değil ya!”
“Peki Aysel ne diyecek bu işe? Takıları vermem diye tutturursa ne yapacaksın?”
“Aysel’le konuştum ana, kiralık takıdan söz ettim, ‘tamam ama sakın anama duyurmayın’ dedi.”
Bu cevapla birlikte Meryem Hatun’un içi ferahladı, yüzü gülmeye başladı; nicedir kendini bu kadar rahat ve mutlu hissetmemişti: “Aferin Aysel’e!” dedi sevinçle. “Yuva kuracak kız böyle olur işte! Peki konu komşuya ne diyeceğiz? Taze gelinin çıplak gerdanını ve boş kollarını görünce dedikodu yaparlar.”
“Amaaan ana, düşündüğün şeye bak! Milletin ağzı torba değil ki büzesin. İstedikleri kadar dedikodu yapsınlar. Vız gelip tırıs gider! Sen benden daha iyi biliyorsun ki taze gelinlere takılan ziynetlerin çoğu birkaç ay sonra düğün borçlarını ödemek için kuyumcuyu boyluyor; bu takılar gösterişten başka bir şey değil.”
Meryem Hatun aniden durgunlaştı, aydınlık yüzü karardı.
“Şimdi aklıma geldi,” diye mırıldandı. “Birkaç hafta önce Fındık Fatma’yla sohbet ediyorduk da o söylediydi. Ayşe karısı haber salmış Fatma’yla. ‘Osman fabrikada işe girmezse kızı vermem, boşuna kapımızı çalmasınlar’ demiş.”
Sulu Ziya “Anasının gözü!” diye bağırdı. “Fabrika da nereden çıktı? Bizim oğlumuz aç mı, açıkta mı? Ayşe karısı ne karışırmış bizim işimize? Allah’a şükür Osman’ın işi gücü de var, malı mülkü de.”
Osman hiç şaşırmamıştı, gayet sakindi, babasına dönerek: “Ben o işi de hallettim baba, merak etme,” dedi.
“Ne? Ne zaman? Nasıl hallettin?”
“Fahrettin kasabadaki döküm fabrikasında çalışıyor, o söyledi; şubat sonunda fabrikaya işçi alacaklarmış. Ben de fabrikaya gittiydim zeytinden önce, işe girmek için dilekçe verdiydim. Bir hafta önce minibüsçü Fikret’le haber yollamış Fahrettin, şefle konuşup benim adımı listenin en başına yazdırmış.”
Meryem Hatun’un kararan yüzü yine aydınlanmış, yanakları al al olmuştu. Neşeli bir sesle: “Aslanım, koçum benim!” diyerek oğluna sarıldı, iki yanağından öptü. Fakat Sulu Ziya bu haberden memnun olmamış gibiydi çünkü asık suratında somurtkan bir hâl vardı. Osman “Sen ne diyorsun baba?” diye sorduğunda “Şimdi sen bunca tarlayı tapanı, çifti çubuğu bırakıp fabrika köşelerinde amelelik mi yapacaksın?” dedi.
Osman gayet rahat ve sakindi çünkü çok iyi biliyordu ki bu evde annesinin sözü geçerdi. Meryem Hatun “evet” diyorsa Sulu Ziya ne kadar itiraz ederse etsin önünde sonunda karısının sözüne gelirdi. Osman yine de babasının kalbini kırmamak için tane tane ve sakin bir ses tonuyla cevap verdi:
“Fabrikaya girersem her her ay takır takır asgari ücretten maaş alacağım baba. Tam iki bin lira… Düşünsene, yılda yirmi dört bin lira para kazanacağım Yani bizim bir yılda kazandığımız kadar. Gübresi yok, ilacı yok. Kılçıksız kuru para…”
“Peki bu zeytinler ne olacak? Ağaçları kim sulayıp budayacak? Zeytinleri kim toplayacak? Biz yaşlandık oğlum, başaramayız bunca işi.”
Meryem Hatun araya girdi, sözleri her zamanki gibi alaycı ve iğneleyiciydi:
“Hah, işin püf noktası burası işte! Görüyorsun ya oğlum; babana ne lazımmış? Irgat lazımmış. Oğlu büyüyüp evlilik çağına gelmişmiş, yuva kurması gerekirmiş umurunda bile değil. Sen onun gözünde bedava kölelik yapan ırgattan başka bir şey değilsin.”
Sulu Ziya elinin tersini göstererek: “Çarparım ha!” dedi ağzından ıslık gibi çıkan bir sesle. “Doğru konuş, adamı günaha sokma!”
Osman aynı sükûnetini koruyarak “Anacığım, sen karışma lütfen!” dedikten sonra babasına döndü. “Yahu baba, fabrikada çalışmanın neresi kötü? Yılın on iki ayında da maaş alacağım, ayrıca sigortam olacak, yani hastanelerdeki sağlık hizmetlerinden bedava yararlanacağım. Size bakmakla yükümlü olduğum için siz de hastanede bedava tedavi olacaksınız, kullandığınız hiçbir ilaca para vermeyeceksiniz. Senin de dediğin gibi siz yaşlandınız artık, bundan sonra birçok sağlık sorununuz olacak. Fabrikada çalışmamı teşvik edeceğin yerde engel oluyorsun.”
Sulu Ziya başını öne eğdi, uzun müddet düşündükten sonra: “Bu söylediklerini işitmiştim ama inanmamıştım. Biliyorsun ki fabrikadır, sigortadır bize uzak şeyler. Geçenlerde Başbakan Özal, televizyonda ‘çiftçi bağkuru’ndan falan bahsettiydi ama pek bir şey anlayamadıydım. Mademki senin sayende bu imkânlara sahip olacağız, elbette ki razılığım vardır.”
“Sen zeytinleri düşünme baba. Kasaba buraya otuz kilometre; hafta sonlarında, boş günlerimde gelip sana yardım ederim. Diyelim ki elim ermedi, gelemedim. Köyde insan mı yok? Bastırırsın parayı, yevmiyeci çalıştırırsın. Paraya sıkışırsan ben sana koltuk çıkarım.”
Bu sözler Sulu Ziya’yı rahatlatmıştı, gülen gözlerle oğluna bakarken: “Madem öyle, yarın akşam dünürcüyüz,” dedi.
Meryem Hatun: “Ağır ol herif!” diyerek araya girdi. “Kız istemenin de bir yolu yordamı ve adabı var. Bu akşam Fındık Fatma’yla haber salacağım Ayşe karısına, ‘şu gün gelin’ derlerse o gün gideceğiz, ama önce kasabaya gidip bazı hediyeler alacağız.”
Sofra başındaki sohbet bir anda düğün bayram havasına dönüşmüştü. Ana, baba ve oğulun dilinden latif sözler, pembe fakat gerçekçi hayaller dökülüyordu. Bu hayaller sayesinde dünürlerine haber salınmış, söz yüzükleri ve hediyeler alınıp kız istenmiş, Osman fabrikada çalışmaya başlamış, Osman ile Aysel’e kasabada bir apartman dairesi kiralanmış, daire mobilya ve çeyizle donatıldıktan sonra davullu zurnalı düğün kurulmuştu.
Yarım saat süren sıcak ve tatlı aile sohbetini Meryem Hatun sonlandırdı:
“Hadi kalkalım, çok oturduk, şu iki ağacı da bitirip bir an önce eve gidelim. Siz merdivenlerin yerini değiştirin, ben de sofrayı toplayayım.”
Osman az önce indiği merdivene doğru yürürken Sulu Ziya: “Osman!” diye seslendi. “Bak, tam tepede, sağ uç dalda üç zeytin kalmış. Onları da alıver evladım.”
“Üç zeytin için on üç basamak mı çıkacağım baba? İpi de çözdüm zaten.”
“Nimet oğlum, nimet!.. Dalda bırakılır mı? Zeytin dediğin tam on ayda olgunlaşıyor.”
Osman “Tamam!” diyerek merdivenin ilk basamağına çıkmıştı ki Meryem Hatun haykırdı: “Sakın çıkma Osman! Dalda unutulan zeytinler kuşların hakkıdır, rahmetli deden kar bastırınca kuşlar açlıktan ölmesin diye tepe dallardaki zeytinleri toplamazdı, ‘kuşların da hakkı var bu mülkte’ derdi.”
Sulu Ziya alaycı bir tebessümle: “Kuşların hakkıymış!” dedi. “Senin baban merdivenin tepesine çıkamazdı, dokuzunca basamağa geldiğinde korkudan ayakları titrerdi. Kuşların hakkı sözü korkaklığının bahanesiydi. Sen çık oğlum, Allah’ın bize bahşettiği nimeti dalda bırakma.”
Meryem Hatun öfkelenmişti, cırtlak çıkan bir sesle: “Sen nimetten ne anlarsın herif!” diye bağırdı. “Bastığın yere dikkat etmeyip o güzelim zeytinleri ezen sensin. Bir defacık eğilip de yere düşen zeytinleri toplamazsın.”
Osman: “Bıktım vallahi! Kediyle köpek gibiler; evlensem de kurtulsam,” diye mırıldandıktan sonra tartışmaya son vermek için merdivene tırmanmaya başladı. On ikinci basamağa gelince uç daldaki üç zeytine uzandı, koparamadı. Ayak parmak uçlarında yükselerek yeni bir hamle yaparken çok garip şeyler görmeye başladı: Gözlerinin önünde merdivenin on üçüncü basamağı, basamağın arkasında uç daldaki üç zeytin ve en arkada da bembeyaz bulutlar vardı. Sol eliyle sımsıkı tuttuğu on üçüncü basamak sabit duruyordu ama uç daldaki üç zeytin ve beyaz bulutlar saliseler içinde uzaklaşıyordu.
Son hatırladığı bunlardı.
Merdiven ters dönmüş, sırt üstü düşmüştü Osman.
“Took” diyen, “küüt” diyen, belki de “paat” diyen şiddetli bir ses yayıldı ortalığa. Kısa süreli bu ürkütücü ses tüm tartışmaları ve sesleri sona erdirmişti. Ortalığa yayılan ölüm sessizliğinde rüzgâr esmiyor, bulutlar uçuşmuyor, zeytin taneleri dallarda sallanmıyor, börtü böcek av peşinde koşmuyor, kara toprakta yatan Osman kımıldamıyordu.
Doğanın dinginliği ve hareketsizliği ana babaya da sirayet etmişti; ikisi de donakalmış vaziyette oğullarına bakıyordu.
Sessizliği bozan ses Meryem Hatun’un çığlığıydı. Kadın koşarak oğlunun yanına geldi, “Oğlum, Osman’ım, bir yerin acıdı mı yavrum, kalk evladım, uyan bi tanem!” diyerek evladına sarıldı, yanaklarından öptü, elini ayağını çekiştirdi. Fakat nafileydi. Osman ne cevap veriyor ne de kıpırdıyordu. Kadın, bir hayat belirtisi görmek amacıyla Osman’ın açık gözlerine baktı, göz karalarında beyaz bulutları görünce korkuyla ürpererek geri çekildi. Sulu Ziya daha metanetliydi, oğlunu uyandırmak için yanaklarına vurdu, kulağını göğsüne dayayıp kalp atışlarını dinlemeye çalıştı. Fakat nafileydi… Hiçbir hayat belirtisi yoktu.
Sulu Ziya evladını yüz üstü çevirince her şeyi anladı. Osman’ın kafası yumruk kadar bir taşa çarpmış, kafatasının arkasında derin bir göçük oluşmuştu ve oradan kan fışkırıyordu.
Meryem Hatun kanlı manzarayı görünce çıldırmıştı. Çığlık çığlığa oradan oraya koşuyor “Yavrum gitti, Osman’ım öldü, aslanım üç zeytine kurban gitti!” diye bağırırken başını ve göğsünü yumrukluyordu.
Sulu Ziya cenazeyi tekrar sırtüstü yatırmıştı; evladının saçlarını, alnını, yanaklarını okşuyor “Benim yüzümden, benim yüzümden, benim yüzümden!” diye bağırırken kan çanağı gözlerinden kanlı yaşlar akıtıyordu.
Meryem Hatun’un çığlıkları, çırpınmaları ve “üç zeytin” kelimelerinden ibaret haykırışları uzun süre devam ettikten sonra aniden kesildi. Koştu kadın, çılgın adımlarla traktöre doğru koştu. Römorktaki palto üzerinde duran tabancayı alıp uç daldaki üç zeytine doğrulttu namluyu; bastı tetiğe… Tam üç defa… “Güüm, güüm, güüm!”
Vuramamıştı. Uç daldaki üç zeytin inat eder gibi, nispet yaparcasına hafif rüzgârda sallanıyor, sallanırken parıl parıl parlıyordu.
“Sen ne yapıyorsun Hatun, çıldırdın mı sen?” diyen bir ses işitti kadın.
İşte karşısındaydı. Gerçek katil tam karşısındaydı ve bir şeyler söyleyerek kendisine doğru geliyordu. Tabancayı katile doğrulttu kadın, iki kanlı gözün tam ortasına, alnının şakağına nişan alıp bastı tetiğe… “Güüm, güüm, güüm!”
Ayvalıca ovası birdenbire canlandı. Ovadan dağa her yeri patlama ve gümleme sesleri sardı. Doğuda batıda, kuzeyde güneyde, yakında uzakta tabancalar patlıyor, tüfekler gümlüyor, herkes birbirine hasat sonu müjdesi veriyordu.
Uç daldaki üç zeytin nazlı nazlı salınarak kısmetini beklerken Meryem Hatun yerde cansız yatan kocasına sarılıp “Ziya, sana n’oldu Ziya? Yalvarırım kalk Ziya, kurtar evladımı Ziya!” diyerek ağlıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.