- 405 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bediüzzaman Ruslara neden acıdı?
Allahu’l-a’lem kaydıyla konuşayım: Okumalarım sırasında Bediüzzaman’ın tedrisinin iki şekilde olduğunu farkediyorum. Bunlardan birincisi daha doğrudan gerçekleşiyor ve izahlı aktarımdan oluşuyor. ‘Erkan-ı imaniyeye’ veya ‘ibadetlerin ehemmiyetine’ dair dersleri hep bu sadedde anabiliriz. İkincisiyse, biraz daha talibin dikkatine bırakılmış, bir ’farkedişe’ ve ’yoğunlaşmaya’ bağlı bir tedris. Buna verebileceğim en kolay örnek ’tevafukatla’ ilgili bahisler.
Böylesi kısımlarda mürşidimin öğretisi daha kuşatılmaz bir üslûb içinde geliyor. Bir sezdiriş var ama açıktan söyleyiş yok. Nasıl olur bu? Mesela şöyle: Farkettiği-farkettirdiği tevafuklar üzerinden bizde de tevafuk aramaya dönük bir hassasiyet oluşuyor. Kalbimizin bir köşesini, nasıl yapıyorsa yapıyor, şefkatle tetikliyor. Uyandırıyor. Hareketlendiriyor. Yani bir tür hayata karşı alınganlığımızı arttırıyor. Bir nur talebesi Üstad’ından "Hayatındaki tevafukları ara!" ödevi almadan geliştiriyor bu yönünü. Toparlarsak: Birinci yöntem bir babanın oğluna namazı anlatışı gibi. İkinci yöntemse yaşarken gösterdiği haşyetle oğlunu da namaza ’ilgi duyar’ hale getirmesine benziyor.
Nur’larla aşinalığı artmışların dilinden ’tesadüf’ kelimesi giderek uzaklaşırken ’tevafuk’ kelimesi nasıl da yaklaşıyor. Bu o kadar güzel birşey ki. Nur talebeleri de birbirlerini en kolay böyle tanıyorlar. ’Tevafuk’ kelimesine düşkünse büyük ihtimal o bir nurcudur. Ve bu alışkanlığı kazanırken Üstadından aldığı bir tane bile şöyle emir yoktur: "Bundan sonra tesadüf değil tevafuk diyeceksiniz ha!" Çünkü demeden diyor mürşidimiz bunu bize. Emretmeden belletiyor. Parmak sallamadan sevdiriyor. Elhamdülillah.
Bu noktada özellikle Lahikalar’ın böylesi bir ’demeden deme’ eğitimi içerdiğine kâniyim. Hatta İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhe "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." dedirten veya Süfyan b. Uyeyne rahmetullahi aleyhe “Salihlerin anıldığı yere rahmet iner!” diye söylettiren sır da bu. Hem zaten Hakîm Kur’an’ımız da buyurmuyor mu: "Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır!" İşte bu ibret bir yanıyla ’demeden deme’ eğitimidir. Allah dostlarının kıssalarını okumak, dinlemek ve anlatmak bu yüzden önemlidir. Çünkü Allah da ’dostlarının kıssalarını’ kelam-ı ezelîsinde anmıştır.
Tevafuk meselesine tekrar dönelim. Bu sıralar okuduğum kitaplar genelde aynı dönemin yazarlarına denk geliyor. Stefan Zweig, Uwe Timm, Hermann Hesse, Christopher Isherwood, Vasili Grossman... Bu yazarların tamamı II. Dünya Savaşı’na bir yanından şahitler. Kimisi savaşın etkisiyle intihar etmiş, kimisi yaşadığı sarsıntılar nedeniyle tedavi görmüş, kimisi ailesinin bir üyesini kaybetmiş. Savaşın her kesiminden insan vardı bu kitapların içinde. Sovyet tarafında savaşan, Alman tarafında yeralan, savaşa hiç müdahil olmamış ama uzaktan dizlerini dövmüş ila ahir…
Küllünün bana hissettirdiği şuydu: II. Dünya Savaşı insanlığın da dibe vurduğu bir dönem. Her türden alçaklığın zirvesi orada. Mesela: Vasili Grossman Yaşam ve Yazgı’sında sadece Almanların değil Rusların da sebep olduğu ölümleri anlatıyordu. Hatta işgal edilen bölgelerinde Ruslar bizzat yahudi komşularını Almanlara ihbar ediyorlardı eşyalarını paylaşabilmek için. Alman ordusunda Ruslara karşı savaşırken ölen abisinin günlüklerini okuyan Uwe Timm de kırıntı kadar olsun bir ’pişmanlık’ izi arıyor ama bulamıyordu oralarda. Yaşananlardan dolayı çok az insan "Yanlış yapıyoruz!" hissine kapılmıştı. Geneliyse taraftardı.
Bütün bunları okuduğum dönemde bir de film izledim. Stanley Milgram’ın hayatını anlatan Deney (Experimenter). İsmiyle meşhur olmuş deneylerinin amacını şöyle anlatıyordu Milgram: "Gayet medeni olan Avrupalı insanlara II. Dünya Savaşı’nda ne olduğunu anlamaya çalışıyorum." İkisi de Avrupa kökenli olan Stanley Milgram ve Solomon Asch savaşın ardından bu soruyu sorma ihtiyacı hissetmiş ve adlarıyla anılan ’insan kararlarında çevre etkisi ve itaat’ temalı deneyler yapmışlardı. Sonuçlar hakikaten ilginçti. Fakat o konuya da girersem yazı çok uzayacak. Merak edenleri yönlendirmiş olayım.
Yine tam bu sıralarda, bir proje kapsamında, Niyazi Beki Hoca’yla sohbet edebilme imkanım oldu. Sohbetimiz sırasında Bediüzzaman’ın Kastamonu Lahikası’nda geçen ve üzerinde pekçok tartışma yaşanmış bir mektubunu da müzakere ettik. İmam Eş’arî rahmetullahi aleyhten İmam Gazalî rahmetullahi aleyhe uzanan Eş’arî çizgideki ’ehl-i fetret’ yorumlarını ve bu yorumlar ekseninde Bediüzzaman’ın masumiyet ve mazlumiyete bakışını anlattı Niyazi Hoca o sohbette. "Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim..." diye başlayıp devam eden mektubun sair detayları bir yana, Niyazi Hoca’nın bir hatırası, metnin bambaşka bir yönüne dikkatimi çekti.
Aklımda kaldığı kadar aktarayım: Bir keresinde, Vatikan temsilcisi Thomas Michel, Bediüzzaman’ın bu mektubunu çok ilginç bulduğunu söyleyerek şöyle demişti Niyazi Hoca’nın da bulunduğu bir mecliste: O dönemde Avrupalılar o kadar kötü durumdalardı ki, bırakın başka din mensuplarını, hristiyanların dahi masum veya mazlum olabileceğini düşünmüyorlardı. Düşmanlarının çocuklarına bile acımıyorlardı. İki taraf için de karşının masumu yoktu. Ama Bediüzzaman, bir müslüman ülkeden hâdiselere bakarak, Rusya’daki masumlar için acısını dile getirmiş. Mazlumluklarından bahsetmiş. Bu çok ilginç birşey.
Bu hakikaten çok ilginç birşey. Sanırım o mektubun neden yazıldığına dair bir hikmet pırıltısı daha gülümsüyor bu vesileyle. Evet, o mektubu yazmak ve ehl-i sünnetin masumiyet ve mazlumiyet çizgisini hatırlatmak, sanıyorum II. Dünya Savaşı yıllarında sadece Bediüzzaman’ın şefkatiyle açıklanamayacak bir durum. Bunda daha aşkın nedenler de var sanki? Mesela? İrşad. Bir âlimin en temel görevi. Yani çevresini istikamette tutmaya çalışmak.
Düşünelim: Acaba savaş sırasında müslümanlar daha çok kimin tarafını tutuyordu dersiniz? Rusya’nın mı, Almanya’nın mı? Ben Almanya şıkkını daha büyük ihtimal gibi görüyorum. Çünkü İngilizler/Ruslar bize daha soğuk gelen milletler. Onlarla daha kem bir mazimiz var. (Tam bu noktada Bediüzzaman’ın I. Dünya Savaşı’nda Ruslara karşı savaştığı, yeğenini ve talebelerinin birçoğunu o savaş sırasında kaybettiğini ve hatta Rusya’da esir tutulduğunu hatırlayalım.)
Taraf tutan tuttuğu tarafın zulmünü görmemeye yatkındır. Karşı tarafa dair genellemeler yapmaya yatkındır. Zulmetmeye yatkındır. Yani demem o ki: Belki bu da o gizli derslerden. Hani yukarıda bahsettiklerimizden. Doğrudan "Şöyle yapın!" demeyen ama ’bir müslümanın nerede durması gerektiğini’ hatırlatan cinsten. Öyle ya. Mürşidim burada bir açıdan da talebelerine/okurlarına İslam’ın ’masumiyet’ ve ’mazlumiyet’ yaklaşımını anımsatıyor. Kendi acısını paylaşırken “Aman siz de ölçüyü iyi tutun!” nasihati de veriyor. Uyarıyor. Allahu’l-a’lem.
Sahi, arkadaşım, fitne zamanlarında böyle hatırlatmalar yapabilecek, kalplerimizi kaymaktan koruyacak kaç âlimimiz kaldı? Sana bir itirafta bulunayım mı? Bu sorunun cevabı beni her savaştan daha çok korkutuyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.