- 855 Okunma
- 3 Yorum
- 5 Beğeni
576 - ESİR KELEBEK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
“Esir Kelebek,
Yine dağlar, yarlar arasında bir başıma doldur boşalt oynuyorum. Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor. Mutluluk da mutsuzluk da bende, iç içe…
Seni sevmenin verdiği hazla sarhoş olurken, hasret ve hasetten çatlamak üzereyim.
Nerede bulurum izini adresini? Nasıl ulaşabilirim ya da nasıl geri getirebilirim seni? Kimse ilişmesin sana! Kimse ezmesin! Rüzgâr bile değmesin saçının tek teline! Bir damla yağmur düşmesin yüzüne! Ağlamak yakışmıyor Aşkdeniz gözlerine. Kudretten rimelli kirpiklerinin gölgesi bile düşmesin içlerine!
Ey, gülüşü gül, dili bülbül olan yar! Haydi, gel artık! Gezdirme beni diyar diyar! Kır zincirlerini, yürü, koş! Mutluluk, yakalayabilenlerindir. Yakalamak amacıyla koş!
Yeter artık, ağlama, gül! Omuzların ışık, eteklerin tül… İmbat savurmasın dalgalı saçlarını! Geçeceğin yollara yağmur yağmasın! Çamur bulaşmasın ayakkabılarına!
Hem hayatımın anlamısın, ölesiye mutlu ediyorsun beni hem de ömür törpüsün, mahvediyorsun!
Çokbilmiş Kaptan’a yakınıyorum. Diyor ki: "Bu yalan dünyaya çok değer verme, arkadaşım. Gördüklerin, var zannettiklerin, aslında hakikâtin köpüğünden ibarettir. Ne zaman vardır ne de mekân… Beş duyumuzun müsaade ettiği kadar algılayabildiğimiz, deryadan alabildiğimiz bir avuç misali… Gerçek zannettiğimiz âlem, hakikâtin bir numunesi, minicik bir misali…
Dünyaya gelen ayrılıkları, yoksunlukları kabul etmiş oluyor. Başıboş mu bırakacak bizi Yaratan! Gayet tabii imtihana tabi tutacak. Mallarımızdan, canlarımızdan ayıracak ve deneyecek. Kavuşunca havalara uçmak, kaybedince dövünmek bize göre olmamalı. “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim. Aşkın ile avunurum, bana Seni gerek Seni” dememiş mi Koca Yunus!
Ayrılıkları, kopmaları, dağılmaları, ölüm dâhil olmak üzere bütün yokluk ve yok olmaları, kısacası her zorluğu olduğu gibi yüksünmeden, zerre kadar üzülmeden kabul etmeli, asla şikâyet etmemeliyiz. Nefsimize cazip gelenleri, sevgiyi, aşkı, varlığı, kavuşmayı da aynı şekilde karşılayabilmeli, gönlümüzü aşırılıklarla maddi olanlara kaptırmamalıyız.
Aksi takdirde bu âleme öyle bir dalarız, öyle bir gömülürüz ki bizi bir lokmada yutuverdiğini fark edemeyiz bile. “Hissiz olalım” demek istemiyorum. Yanlış anlama! “Kendimizi kaptırmayalım!” diyorum. Elbette zaman zaman üzülecek, sevinecek, zevk alacağız. İnsanız biz. Allah, aşırılıkları sevmez. Mesela cimriliği de müsrifliği de… Helallerden tamamen mahrum kalarak nefsine zulmetmeyi de zevk-ü safa içinde saltanat sürmeyi de… Her şeyin bir bedeli olduğu gibi her kederin bir sevinci, her sevincin bir kederi vardır. Hayatımızdaki zıt duygular kol kola seyran eder. Müspet olanlar arttıkça menfi olanlar da artar ve tahammül edilemez bir hal alır. Onun için her konuda orta yolu bulmak evladır. Biri yarar, ikisi karar, üçü zarar…
Aşktan ve beraberlikten sonsuz bir mutluluk beklenirken kıskançlık denen illet öyle bir yapışır ki yakana, canına okur! Gördüğüne göreceğine, sevdiğine seveceğine bin pişman olursun!
Mutlulukla mutsuzluk, aklı karalı dizilmiş tespih taneleri gibidir. Birbiri ardınca gelir. Aslında hepimiz bazen dünyanın monotonluğundan sıkılır, yaşamanın anlamsızlığından dem vururuz bazen de doyumsuz tadıyla mest olur: “Yaşamak ne güzel!” demekten kendimizi alamayız. İçinde bulunduğumuz hal iyi değilse sabretmeli, kedere gark olmamalı, iyiyse de havalara uçmamalıyız. Gönlümüzü sevince de kedere de kaptırmamalı, bunların geçici oldukları bilincini muhafaza etmeliyiz. Kalbimizin ibresi daima ortada ve hakikâte nazır olmalı. Zaten dört dörtlük mutluluk da küllenmeyen keder de yoktur. Acılar da sevinçler de tahammül edebileceğimiz kadar ve dünya gibi yalandır.
Bizim sandığımız ne varsa, aslında Allah’a aittir. O kadar ki bedenimiz bile, ruhumuz bile… Hani elimizde kalıcı olan ne var?”
İşte burada durdum ve düşündüm. Elimizde hiçbir şey yok. Allah’a ait olanlarla Allah’a ait olanlar üzerinde hak sahibi olmaya çalıştığımız için kopuyor kıyamet! Ne ben kendim sandığım varlığa aidim, ne de sen, sen sanılana… O zaman ne ben varım, ne de sen… O halde keder neden? Gereksiz bir keder beni heder eden.
Ben bile bana ait değilsem, sen bile sana… Nasıl bana ait olabilirsin ki! Kendisine ait hiçbir şeyi olmadığı halde, kendisine ait hiçbir şeyi olmayanı mallanmaya kalkıyorum da kahroluyorum!
O adama da ait de değilsin. Esir olduğunu sanma. Fakat âşıksan, başka… Öyleyse, gönüllü kölesin aşka… Değilse kaç gel! Kozanı del, uç gel! Yanıp gitme buharda. Ölüp gitme bu yaşta.
Bir tek gün dahi kalmış olsa da hayatından geride, sıyrıl çık o karanlıktan gün ışığına, özgürce aç kanatlarını, arzu ettiğin gibi yaşa!
Bu gece yine seni gördüm düşümde. Rüya bu ya… İki dirhem bir çekirdek giyinmişim. Şöyle grand tuvalet İzmir’e gitmişim. Senin olduğun yere… Verdiğin adrese… Elimle koymuşum gibi bulmuşum evini. Körkütük sarhoşlar gibi çökmüşüm kapına. Ellerim kapının tokmağında… Çalamıyorum. Çalamıyorum ama elimi oradan alamıyorum. Sanki kelepçelenmişim kapının koluna.
Epey bir mücadele ettim. Gerçekmiş gibi uğraştım durdum bir süre. Ne yerimden kalkabiliyorum, ne sesim çıkıyor. Cebelleşirken uyandım, kan ter içinde. “Rüyaymış!” dedim, kendi kendime. Hem üzüldüm hem sevindim bittiğine.
Demek ki aynı olay bir anda iki zıt duyguyu birden uyandırabiliyormuş insanda. Analığıma anlatsaydım: “Aç tavuk, darı görür rüyasında! Sırtın açık kalmış galiba.” der geçerdi. Sen ne derdin acaba?
Ne sen bu düşümü bileceksin ne de ben ne diyeceğini. Bu rüyam da diğer senli rüyalarım gibi gizli kalacak. Düşlerimi de seni düşleyişlerimi de hiç bilmeyeceksin.
Aç Tavuk”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 576