- 1004 Okunma
- 2 Yorum
- 6 Beğeni
'ibrani'
Islak banka otururken poşeti altıma koymuştum. İçerisinde ne olduğunu unutmuş, sadece pantolonumun ıslanmasından kaçınmıştım. Her şey bu kadar basitti. Cezaevinin kapısı önünde ufka baktığım dakikalar üzerinden yirmi altı dakika geçmiş. Nakil için hiç bilmediğim bu şehri seçmişlerdi. Önceden hiç yürümediğim, yürümek dahi istemediğim sokaklarında gezinip bu bankı bulmuştum. Maviliğin ortasında basketbol sahasını andıran bulutlar dağılırken, gözlerimi tren raylarına dikmiş ve üst üste sigara yakıyordum. İkincisi bitmeden üçüncüsünü yakmıştım. Sağ işaret parmağımın elbisesini değiştirmesi epey güç oluyordu. Nerede yaktığımı unuttuğum parmağımı avucumun ortasına alıp okşarken, istasyonuna doğru başımı çevirdim. Islak bir taş yığınını andıran istasyon Batı Almanya’sının bu gereksiz şehre armağanıydı. Mimarın adının ne önemi olabilirdi ki? Herr Meinke miydi? Kimdi bu taşların nereye koyulacağının planını yapan adam? Sert ve asla planı dışında iş yapmayan biri miydi? Ne önemsiz ayrıntılara dalmıştım! O mimarın ismini duymak istemiyordum. Kaldı ki karşıma çıkıp, yüzünü gösterseydi delirebilirdim. Sanat eseri öyle mi? Kaç yumrukla bir istasyon binasını yıkabilirim? Yumruklarım yorulur, bu bir gerçek ama ya ruhum hiç vazgeçmek istemiyorsa? Bu sefer tekmelemeye başlar, kocaman ayakkabılarımla herhangi bir görevliyle itişene kadar bunu sürdürürdüm. Yıkmak istiyorum bu binayı. Görebildiğim tüm binaları yıkmak, rayları yerinden sökmek, trenleri alaşağı etmek ve taşları insanların suratlarına fırlatmak istiyorum.
Kibardım. Gerektiği gibi dilimi hüznün jilet gibi keskinliğinde kaydırıp ‘lütfen’ dedim, ‘lütfen ama acı çekiyorum.’ Acımı kimselere anlatma derdinde değildim. Sadece kibarlığım üzerimde olduğu müddetçe insanlarla aramda bir mesafe diliyor ve taş atmayı, tekmelemeyi, yıkmayı; yumruklarla kaleyi bozguna uğratmayı erteleyebileceğimi ifade ediyordum. Bu kimsenin umurunda olamazdı. Sakindim. İlk günün yarası olduğu gibi dursa da, geçen zamanın merhem olabildiği kadarıyla yaşamımı devam ettiriyordum. İşte; buradan geldim, şuraya gittim, oralarda dolaştım, ağladım, sarıldım, yaşlarını yanağıma sürdüm ve şimdi şuradan geri gelip burada oturmaya karar verdim. Caddelerin, sokakların ne gibi önemi olabilirdi ki? İşte meydan: Cumhuriyet meydanı! Yüz sene kurulmuş bir cumhuriyete ait ne kalmış? İki tane fikri kavranmamış insanın heykeli, sarı taksiler, otobüs durakları, iki tane en kötü haliyle restore edilmiş tarihi bina ve onlarca değişik renkte plazalar, mağazalar… Hemen üst caddeye Atatürk ismi verilmiş. Beyim, lafta! Sigaranın filtresini raylara doğru tükürüyorum fakat mesafeyi ayarlayamadığım için mazgalın içine düşüyor. Meydan, caddeler, isimler, bankamatikler sizlerin olsun ve ben burada ıslak bir bank üzerinde beklemeye razıyım. Az kaldı, bir buçuk saat sonra tren gelecek!
Bu kaçıncı onsuz evimize dönüşüm. Her seferinde kurduğum hayaller altüst olurken, ‘bir gün çıktığında ona üç porsiyon et dürüm yedireceğim’ mantıksız bir hevesten öteye de gitmiyordu. İçeride ete karşı vücudu alerjik reaksiyon oluşturduğunu söylemişti. Bir keresinde yemeklerine konulan ve mikroskopla ancak gözükecek etin sonradan bozuk olduğu ortaya çıkmış. Tabii kimin umurunda? Çoğu midesine inen yemeği lavaboda zorda olsa istifra edip çıkarırken, biri fena ağırlaşınca revirden hastaneye sevkine izin vermişler. ‘Sen ne yaptın’ diye ona sorduğumda bana gülümseyip ‘hiç, ben de diğerleri gibi kustum. Kusmasa idim kötü olurdum fakat o günden sonra ağzıma azıcık bile olsa et alamıyorum’ demişti. Sarılmasına sarılıyordum da, doyasıya öpememek, saçlarını doyasıya okşayamamak ne kötü bey; ah bir anlayabilsen beni! Sahi, okşamak sizin için pek mühim bir hadisedir! Buna imkânı olmayan biri ne yapabilir ki? Ellerim kırılsa da, o ellerimi göstermesem, gözlerime şimşekler çakıp yakıp kül etse de, onu orada görmesem diye defalarca inlesem de, bağırıp ortalığı birbirine katsam da nafile! İnsan çaresizliği bir kere tatmayagörsün! Nasıl da kuzu gibi oluyor, tüm söylenenleri harfiyen uygulamaya, her denileni eksiksiz yapmaya çaba gösteriyor. Önceleri sert adam rolü çiziyor, çanta içerisinde iç çamaşırı ya da başka türden gereçler olduğu an ‘içini açıp kurcalamayın, ne varsa içinde söylüyorum size’ derdim. Tanrı günahlarını affetsin muhittin diye bir çocuk var, iki senedir infaz memuru. Elinden geldiğince yardım ediyor. Hatta tatlı bir dille o beni uyarmıştı. ‘Abi’ demişti, ‘ben de utanıyorum böyle çantaları didik didik etmeye ama prosedür. İç çamaşırlarını hiç açılmamış şeffaf ambalajı içerisinde getirirsen daha iyi olur.’ ‘Emir kulu o da ne de olsa’ diye iç geçirmiş, ‘sağ olasın’ deyip kendimi zorlayıp gülümsemiştim.
Bir şey yapmak, bir yere gitmek, bir sevinç ya da üzüntü yaşamak istemiyordum. Varlığımın bir hiç olduğu, değersiz canımı her defasında kanıtladığım insan ordusu içerisinde bulundurmak istemiyordum. Telaşlı değildim. Zaten bir yere yetişecek değildim. İş yerinde mutsuz, evde mutsuz, sokakta, kahvehanelerde, banklarda hep mutsuz bir adamdım. Bunu değiştirmek istediğimi nereden çıkardınız Bey? Hayır, öyle bakma lütfen suratıma! Biliyor musun, elini avuçlarımın arasına aldım. Masada oturuyorduk. Bileklerini ovup, parmaklarını üzerine parmaklarımı gezdiriyordum. Sonra başımı avuçlarımın arasına yaklaştırdım. Dudağımla yumuşacık elini bir kere öpüp, sonra bir süre hiç kıpırdamadım. Ona sevdiği iskelenin fotoğrafını getirmiştim. İskele hiç olmadığı kadar nasıl da güzel bir perspektif içerisindeydi! Ağlamamak için kendini zor tutmuş, sonra da yeleğinin iç cebine gizlice fotoğrafı koymuştu. Gözler üzerimizde dolaşıp duruyordu. Bir fotoğraf yüzünden bir sonraki açık görüşün heba olmasını istemezdim. Ona her ay böyle dokunabilmeyi, ellerini öpmeyi, dizlerini dizlerime değdirme şansını kendi ellerimle yok edemezdim. Elinde duran hikâyeyi günlerce okşayabilir, tekrardan okuyup, ona tükenmiş, kalıntı haline gelmiş tarihimizi eskiden olduğu gibi şarkı yapıp uzun uzadıya itici sesimle saatlerce söyleyebilirdim. Evet, onun için neler yapmak istemezdim ki! Kanepelerin rengi mi artık sarmıyor ruhunu; değiştir yenisi gelsin. Halılara mı sinir oldu? At gitsin! Yenisi kredi kartına taksitle alınır. Çamaşır makinesi küçük mü geliyor? Battaniyeyi yıkarken zorlanıyor mu? On kilogramlık olandan al. O sevdiği elbise indirime mi girdi? İndirime ne hacet; taksitle hemen al! Ah şu bela istihza! Beyim görüyorsunuz pürmelal halimizi. Siz neden hiç konuşmayıp, aynı yöne dakikalardır bakıp duruyorsunuz? Biliyor musun, o hiçte böyle bir insan değil! Yani nasıl desem, o battaniyeyi ne eder ne yapar yine yıkar ama yeni çamaşır makinesi istemez. Halılara zaten âşıktı! Kanepeler zaten her ev taşıyışında zarar görüp duruyor. Eğer oturmaya engel değilse aynı kalması onun için daha iyidir. Hem nasılsa bir gün kendi evimiz olacaktı değil mi? Fakat taksit taksit onu görüşüm, ellerini öpüşüm şu bağrımdaki sızıyı daha derin kılmaktan başka bir şeye yaramıyor. Ben hayatta taksitin böyle güç olanını ilk defa gördüm ve yaşadım!
Beyim demek gidiyorsunuz; Allah’a ısmarladık! Üşütmeyin o ürkek bedeninizi. Burası soğuk memleket; havası ayrı soğuk, insanı ayrı soğuk, duvarları pek ayrı soğuk! Başka söze ne hacet ama yine de bir süre daha benimle otursa idiniz yan yana ne memnun olurdum. Efendim? Duyamadım ne dediniz? Acıktınız mı? Simitçi mi o ufukta gözüken? Simit yerseniz alayım üç tane. Birini ben yerim, diğer ikisini de siz. Fakat gidiyorsunuz? Beyim lütfen acele edecek bir şey yok, az daha bekleyin. Neyse ki köpek laftan anlıyor gibiydi! Simitçinin soğuk simitlerinden alıp geri döndüğümde kuyruğunu nasıl da güzel sallıyordu! Üçkâğıtçı, ne de güzel yiyor! Kendi simidimin yarısını da ona verdim. Buraya sabah varınca da simit yemiştim. Şimdi de simit yiyorum. Bir ömür boyunca bu soğuk simidi yerimde şikâyet etmem ancak onsuzluk, varlığına sarılamadan geçen haftalar, aylar nasıl koyuyor bir anlasan! Gel buraya şu ıslak boynunu okşayayım biraz! Onun elleri değdi ellerime. Kokusu, hislenişini hala ellerimde geziniyor. Burada olsa, seni görse nasıl da severdi seni! Onun gibi sevemiyorum lütfen alınma ama yine de elimden geldiği kadarıyla yakınlık duymaya çabalıyorum. Ah elleri diyorum Beyim, o ellerdi beni insan yapan! O ellerle onarılmaz dediğim yaralarım dermanını bulmuş, o elleriyle aynalarda yüzümün yakışıklı olduğuna beni inandırmış, sevginin böylesini tatmıştım! Hani dağ başında bir ot vardır da bin derde devadır derler ama o ot bir efsane gibi ağızdan ağıza dolaşır da, kimse o otu bulamaz. Benim çiçeğimdi, otumdu. Onu artık bulamam dediğimde bulmuş, kırık kemiklerimi, ağrıyan, sızım sızım sızlayan ruhumu onun ellerine bırakmıştım. O merhem olmuştu. O insanların acıdan, yaradan başka bir şey bırakmadığı bu varlığın otağında sevgi medeniyetini kurmuş, beni tekrardan hayata bağlamış ve hiç olmadığım kadar işimde, okumalarımda, gündelik hayatımda aktif olmamı sağlamıştı. Şimdi bizi ayıran on metrelik duvarlar, kalın demir kapılar, içi boş dava metinleri var. Kapıdaki ihtiyar amca nasıl da haykırıyordu: ‘Dayısı olana mahpus damı olur saray, dayısı olmayana yediği içtiği olur ateşten kalay! İlla bir yerde büyük tanıdığı mı olacak şu kızımın buradan çıkması için? Ne suçu günahı var?’ Benim ve özelliklede onun için bu türden konuşmaların hususiyetle manası kalmamıştı. İncecik boynunu kaderin sırat kadar ince bıçağı altına yatırmış, bir amor fati gösterisini nedenini bazen istemediğim yönüyle pek de iyi oynuyordu. Bir keresinde az biraz şikâyet etmiştim de hemen ‘sus, bir daha senden böyle şeyler duymayayım. Ne dediğinin farkında mısın? İsyan mı ediyorsun? İnan ben öyle huzurluyum ki! Ve tabii seni şu görüşlerim, senin beni bir an bırakmayan duaların, ruhunun varlığıyla ayakta duruyorum. Lütfen bir daha ağzından öyle şeyler çıkmasın! Ankesörlüden sesini duyduğumda kalbimin nasıl attığını bir görsen… Senden başka kimse, kimse…’
Evde bir süredir temizlik yapmıyordum. ‘Onun dokunuşlarını nasıl silerim’ gibi saçma bir fikre kapılmış, evi kir toz içerisinde bırakmıştım. Islak bir bezle kapıları, dolapları, rafları silerken, ardından hemen kuru bezle temizliğimi tamamlıyordum. Yastıktan ve yataktan artık saçının kılı çıkmıyordu. Çıkan kılları bir yere toplamıştım. Evi köşe bucak kolaçan etiğimde halı, kanepe, kırlent, kitap, elbise içinden ve üzerinden hala saç kıllarını bulabiliyordum. ‘Ayşe’ dedim, gözlüğünü masanın kenarına bırakıyordu. ‘Ayşe, yokluğunda sana dokunuyormuş gibi dokunabildiğim artık saç kılların var. Bu bana nasıl iyi hissettiriyor bilsen! Çok sevdiğin geceliğin kapı arkasında, pijamalarını nasıl çıkarmışsan öyle sandalye üzerinde duruyor. Hala sen kokuyorsun! Fakat bana şu son sürprizin çok başkaydı! İstasyona varmadan oturduğum bankın üzerine pantolonum ıslanmasın diye poşet koymuştum. O poşetin içindeki diş macununu unutmuştum. Ayağa kalkıp, köpeği uğurladıktan sonra poşetin içine akmış macunu fark ettim. Bu macunu bana neden verdiğini de anlayamamıştım ya; ‘burada macun çok, sen kullan’ dediğinde aslında anlamam gerekiyordu. Sonra poşeti aralayıp, macunu kontrol ettim. İçinde azıcık daha macun vardı ve macunu ucundan sıkmamla orta şişkin yerinden ağza doğru çıkan ilk dişi gördüm. İlk başta hayal gördüğümü sanıyordum. Hayır, hayal değildi! Tüpü biraz daha sıkınca ikinci ve sonra son olarak üçüncü dişinin çıktığını gördüm. Ne ağır bir psikopatım ne de psikolojik bir vakayım! ‘Seviyorum seni kızım, her şeyinle, her parçanla, her atomunla’ dediğimi unutmuş olamazsın! Fakat bu sürprizin arka planında berbat işler dönüyordu. Mineral ve vitamin eksikliğinden dişlerini kaybettiğini tahmin ediyor oluşum, bu türden güçten düşmüş halde o dört duvar arasında yaşadığını bilmem nasıl canıma tak ettirdi! Ah şimdi telefon açabilsen de, sağlığını sana sorma imkânım olabilse! Karşında bu gibi asıl önemli soruları hep unutuyorum. Ak göğsün kadar beyaz bu üç dişi istasyon tuvaletinde iyice yıkayıp avucumda tuttuğumda neler hissettiğimi şimdi sana anlatma derdindeyim. Hâlbuki bu üç diş öncü kayıplar mıydı? Teker teker inci dişlerin yuvalarından düşüp, böyle elime mi ulaşacaktı? Yoksa benden sakladığın daha önemli bir rahatsızlığın var da, bana mı söylemiyorsun? Ah Ayşe, Ayşe’m; cebir kâinatım, meyve bahçem, can yoldaşım!
Evde hiç kullanılmamış gözlüğünü sileceğin bezlerden buldum. Üç dişide o bezin arasına koydum. Nereye gidersem gideyim artık o bezin içerisinde üç dişinle beraberim. Kendi dişlerimden tiksiniyorum. Neden benim değil de, onun inci gibi dişleri düşüvermiş diye Tanrı’ya yakındığım oluyor. Nasıl da ahmak bir insanım! Ayşe, güzel gözlüm, tatlı sözlüm; şimdi bu bir eziyet mi hediye mi bana? Yokluğunun hangi safhasındayım? Bakışlarının kaçıncı hicranını, ellerinin dokunmadığı kaçıncı haftanın öncesi? Ben sensizliğe daha ne kadar dayanabileceğimi bilmiyorum. İnancımı yitiriyorum. Ellerimi semaya kaldıramıyorum. Gözlerimi hangi duvara çevirsem hayaleti boğuyor şarkın. Hangi pencereye bakınsam, garbın hayâsız bir pragmatizmi gölge ediyor. İhsanına kelimelerimi sıktığım hezeyan; hangi bağın baharıydı bu şarkının ilk cümlesi:’ gözlerin doluyor gecelerime…’ Tek tek her gece üç dişini de öpüyorum. Umarım bu kaderin küçük ve arkası gelmeyen bir şakasıdır. Şimdi kitaplıktan birkaç beyaz kâğıt ve çok sevdiğim kırmızı tükenmez kalemlerden birini çıkarma vakti. Sana yazamadığım, adını anmadığım, Ayşe’m diyemediğim her gün fazlasıyla zarar bana! Adınla başlıyorum ve adınla bitiriyorum. Adını her anışım öpüşüdür narin dudaklarının kirli yüzümü. Çılgın bir hürriyet çağrısı mı, yoksa sevdanın dokuz zincirden boşalmış koğuşu mu; bilemedim. Beni öpüp doğuracağın gün, yine bu Güneş’in doğacağı bir güne aittir.
İnsan eninde sonunda bu bilinçli ayrılığa alışıyor. Fakat yaşamanın nasıl da gereksiz bir şey oluşunu tatbik etmem, bu vaziyeti senin ayrılığından üzerinden yaşıyor oluşuma katlanamıyorum. Ajanslara bakamıyorum. Mezarlığa uğrar oldum. Tanımadığım, cansız bedenlerin arasında bulununca bir parça huzur bulabiliyorum. İnsanlar mezarlıklarda cansızlığın ve yıkımın olduğuna kendilerini inandırmışlar ama ben onların çoğuna zaten hiç katılmadım. Ne fikren ne de bedenen insanlığın içerisindeyim! ‘İşte’ diyorum, ‘bilinç ve suç yuvaları; katılın katılabildiğiniz kadar ve sonra bir gün buraya geleceğinizi bilseniz bile en acımasız kahramanlıkları göz görüp, kulak işiterek yapın.’ Yörüngesizim. Evrenin hangi karadeliğine savrulduğumu betimleyemem. Her adımım uçurum sonrasını hesaplamakla meşgul ve bu kaygı peşimi hiç bırakmıyor. Hayatın tutkuyla yaşanabilir olduğuna inancımı tazeleyen bu uçurum adımlar arasında her şeyi birbirine karıştırmamak için düşünmeye, aşkın en büyük yıkımı olan umuduna karşı mesafeliyim. Çimlerin üzerindeki yapraklar siyah poşetlere yirmi metre aralıklarla sıkıştırılmış halde kaldırımda duruyorlar. Benim artık hayat dediğim muamma koleksiyonu, poşetlerin zamanı gelince içine atılacağı kamyonet kadar yorgun ve sadece işini yaptığı müddetçe canlılığını iddia edebiliyor. Mutsuzluğumun sınırında iken çimlere, kamyonetlere, insanlara, poşetlere karşı iyimser olabilirim. Bunu yapabilirim. Boş buzdolabına bile öykünebilir ve ‘saadetini ertelemeyeceğim’ diyebilirim. Uçları kararmış bir avuç kaşardan, bir çay tabağı içerisinde haftalardır yenmeyi bekleyen siyah zeytinden ve hiç makarna görmemiş bozuk bir salçadan özür dileyebilirim. Hatta bu af ve özrün bir kronolojisini oluşturur, sırayla tüm sessiz çığlığın tarihlenişi karşısında canlılığımı gösterebilirim, Evet, bunu yapabilirim. Bitmeyen ayrılıkların, cahilliğin, çatışmaların, kavgaların, kanlı davaların, küslüklerin, savaşların, tartışmaların doğusunda; Orta Doğu’sunda hiçbir şey değiştiremiyor olsam bile, yine de denerim. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimi, iyi olanın hangi pazarda, kimler tarafında tablası olmayan bir köşede ürkek gözler ve yorgun ellerle takas edildiğini bilemesem de bazı şeyleri denemekten vazgeçmem. Tuhaf olansa hala iddialı yazabildiğim. Mürekkebi tükenen kırmızı kalemini sevdiğin şekliyle masaya geri bırakıyorum.
Buraya kadar deneyebildim. Ne gün ışığına, ne de karanlığa sığınabiliyorum. Varlığını düşünüp, kanımın çekileceği bir uyku saatine kadar gözlerimi iğneleyen saatleri geçiştiriyorum. Başka insanlarında bir şey bekliyor oluşu, onların açlıkları, gariban hayatları, hayallerinin yıkımları beni ilgilendirmiyor. İyi bir insan değilim. Sensiz hiç değilim. Olamam, olmaya takatim yok. ‘Dene’ dersin, biliyorum ama deneyemem. Hangi gün biri ‘nereceğin ağrıyor’ diye merak etti. Ayrıca merak etmeleri, sormaları; alakadar olmaları ve beni cevap vermek zorunda bırakmaları karşısında nasıl hissedebilirim ki? Saçma. Aynı gökyüzü altında yüzleri birbirine uzak, acıları sakat imanların gölgesinde zehirlenmiş toplumun bozuk sütünü hangi ‘iyi’ denilen maya kabul edebilir? İşte uçurum dediğim yerin korkusu yenilmiş adımlamalarıyla seni anıyorum. İnkâr etmeli beni şişeler, tencereler, yorganlar ve çağırmalı sessiz çığlıklarına mezarlık sakinleri. ‘Acılar’ demeliler, ‘ne acılar, ne tadılmamış kederler bizim coğrafyamızda gizliymiş meğer! Biz de sizin gibi aldanıp, şark demiştik, tahsil demiştik; aşk, aydınlık, medeniyet, inkılap, nüfus, güzellik, mücadele, demokrasi, takunya ve sonumuz bura. Bırakın düş kurmayı, canlarınızı kandırmayı da yolunu bulup tez zamanda buraya gelin. Ehliniz içinde, avam içinde lüzum olan tek elbiseniz var. Yazık ediyorsunuz, yazık!’
Yazık mı ediyordum yoksa yazık edilmiş bir ömre mi isyanın sınırındaydım; neden hiçbir soruma cevap veremiyorum? Neden bakışlarım, düşüncelerim ve manaya varışlarım kekemelikten geçiyor? Ayşe, tarih Musa’nın bir seferliğine dünyaya gelmiş olduğuna inanabilir ama tarih hep tekerrür etmiyor mu? Kimi Musa denizin suyunu çeken ilahının emrindedir, kimi Musa’da acıları, engin kederleri taşıyıp, nehirleri aşanlarda saklıdır. Peki, sen Ayşe’m; sen benim Musa’m değil miydin? Beni düşünce sularında boğulmak üzere bulup, suları aşıp geçmeme, toprakta yeşerecek tohumlar için elini uzatmamış mıydın? Ben senin İbrani’n değil miydim? Nehirleri aşan, suların akışını huzurla dinleyenin değil miydim? Şimdi mahalle arasında, sıradan bir pizzacı önünde durmuş avucumda dişlerini sıkıp camekâna bakarken, senin İbrani’n bir gün seninle yiyeceği sebzeli pizzayı düşünmekten başka bir şey yapamaz. Üstelik bu tragedya ne saçma, bundan ötesi yok derken bundan böyle yüzlerin kızarmadığı gürültü ve sinir harbi altında birkaç damla daha akabilir. Kimi gözünün yaşını akıtır, kimisi de kanını. Ben ateşin zincirinden boşanmış, öpüverdiğim dişlerinle vatanın karşısı, var olan sanatının acemisi, yalnızlığın kıdemli ahlak dışılığıyım. Uzun bir sabrın armağanı kalbimin yine de boş olmayışı. Bu avuntu İbrani’n için yeter de artar! Şimdi başkalarıyla uğraşmadan, onları umursamadan nehrin öteki yakasında köpek beyle yiyeceği simidin gününü bekleyen İbrani dönebilir. Pizzacı zaten gecenin bu saatinde kapalıdır. Gün yakındır. Balıklar huysuzlanabilir.
YORUMLAR
İnsanın yüreğinde ağırlık bırakan bi etkisi var yazının. Hani böyle ne hissedeceğini bilemezsin. Ağlamakla ağlamamak arasındasındır. Söylenecek çok şey varken tek kelime çıkmak istemez ağzından. Öylece kımıldamadan durursun. Kimse sana çarpmadan sağından solundan geçip gitsin istersin. Öylece yolun ortasında durmak istersin, istemezsin de istersin işte.
Neyse…
Taş kesilelim. Duvara bi hançer daha saplansın. Hançerin ucuna belki bir poşet asılır durur. Belki bir rüzgâr yüzüne vurur.
Anlayacağın yazının tesiri büyük... Selam ve saygılarımla.,
HakkınSesi
liğme liğme parçalara ayrılıp toprağa karışacağımız günün huzursuzluğunu
ve hiç değişmeyen tekerrürü yaşıyoruz.
His:, Birileri işte, birileri mutlaka anlatılan gibi yaşıyordur diyorsun.
Hoş gelmişsin.