- 669 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
KÖYDE CİNAYET
Elleri kelepçelenmiş bir halde Jandarmalar tarafından ceza evi arabasına doğru götürülen Hilmi, bir an durup omzunun üzerinden karısı Ayşa nın kucağında ağlayan bir yaşında oğlu Durali`ye ve Ayşa`ya buğulanmış gözleriyle hüzün dolu bir ifadeyle baktı. Belki de son bakışı, son görüşüydü. İçi oğlu ve Ayşa ya sarılıp kucaklama isteğiyle yanıp tutuştuğu halde adım adım uzaklara adeta meçhule doğru jandarmalar tarafından çekiştirilerek götürülüyordu. Canlı cenaze misali adımlarını sürüyerek yürüyordu.
İçi parçalanıyordu şu an. Öylesine acı doluydu ki ruhu, hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kelepçeli ellerinde tırnaklarını avuç içlerine kanatırcasına bastırıyordu. En doruğundaydı çaresizliğin. Yüreği göğsüne sığmaz bir halde yutkunuyor, öfkesine yenik düşüp fevri davranmanın bedelini özgürlüğünün elinden alınmasıyla esaretle ödemeye doğru ilk adımını atıyordu.
Duyguları : Güçlü bir fırtınanın sahil kenarında şaha kalkmış denizin dalgalarını, insanın içini ürpertircesine, yalçın kayaları dövmesine benziyordu. Bütün şiddetiyle göğsü yumruklanıyor , buna rağmen ağzını bıçak açmıyordu.
Oğlu daha küçücüktü. Henüz baba dediğinin keyfini bile çıkaramamış, omuzlarına alıp köy meydanında gezdirip caka satamamıştı. Doğru dürüst yürümeyi bile beceremiyordu henüz. Süt kuzusuydu yavrucak, anasının memesine bir yapıştı mı eme eme bitiremiyor kıtlıktan çıkmış gibi mübarek doymak bilmiyordu.
Senelerce çocuğu olmamıştı. Şehir şehir doktor doktor gezmişlerdi. On beş sene sonunda vermişti Mevla. Bayram etmişti o gün. Çifter çifter kurbanlar kesmişti. Davul, zurna, halaylar çekilmiş, silahlar atılmıştı havaya.
Köyde ondan başkasının sanki erkek evladı yokmuş gibi hindi gibi kabara kabara yürür olmuştu. Başı önde değildi artık. Neslinin devamını getirecek bir evladı olmuştu. Öyle güzel bir çocuktu ki Durali tosun gibiydi. Anasının sütü pek yarıyordu maşallah ve gözleri çakmak çakmak masmaviydi.
Ya Ayşa´sı, biricik karısı, üzerine titrediği o masum yüzlüsü. Onu da bırakıp gidiyordu. Hem de köyünden ırak hiç bilmediği bir memlekete. Ceza evi arabası az ileride hazır bekliyordu. Onu alıp doğup büyüdüğü köyünden, evinden, barkından, bu çok sevdiği topraklardan alıp götürecekti. Yabancı bir şehir, yabancı insanlar, adetler törelerine alışkın olmadığı yeni yüzler. Üstelik mapus damında.. Bir daha geri gelmesi mümkün müydü. Kaç yıl yatardı. Yirmi, otuz? Geçer miydi onca sen? Sayılı gün geçerdi geçmesine de nasıl geçerdi. Hastalık vardı , ölüm vardı. Hem Ayşa´sı bekler miydi kendisini. Ne de olsa hala gençti. Oğlu onu hatırlar mıydı? Cevabını bilemediği sorular içinde bir kez daha pişmanlıkla kavruldu içi.
Jandarmalar kollarından çekiştirince adımlarını sürüye sürüye arabaya doğru yürümeye devam etti. Yanağına süzülen iki damla yaşı elinin tersiyle gizlice sildi. Arkada iki jandarmanın ortasına oturdu.
Bir cıgara içebilseydi şimdi. Dumanı ciğerlerinin en kuytularına kadar çekip daha bu sabah özgürce gezdiği köy meydanının ortasında başını kaldırıp baktığı gökyüzünün maviliğine doğru savurabilseydi keyifle. Tek bir cıgara sanki bütün acısını, üzüntüsünü bir çırpıda unutturuverecek, bitene kadar seneler geçip gidecek gibi geliyordu şimdi ona. Ağlıyordu. Bir tek damla bile akmadan gözünden içinden içini çeke çeke ağlıyordu. Omuzları çökmüş başı önündeydi. O cüsseli adamın yerine başka biri gelmişti sanki. işlediği suçun ilk günden pişmanlığı yüreğinin üstüne zehirli bir yılan gibi çöreklenip kalmıştı. Seyit´in kanlı yüzü Azrail misali ne yöne dönse gözünün önünden gitmiyor, vicdanı sızlıyordu. Bir kaç laf üzerine Seyit`i öldürmekten çekinmemişti. Seyit ölmüştü ölmesine. Fakat öldükten sonra Hilmiye miras gibi yüzünün son halini bırakmıştı. Hilmi ne tarafa dönse gözü açık ağzının kenarından kan sızan Seyitin yüzünü görmekten kurtulamıyordu. Jandarmaların ortasında oturduğu yerde sırtını arkaya yaslayıp üzüntü ve pişmanlıkla gözlerini kapattı.
Seyit´in Hilmi´yle yan yana tarlası vardı. Tarlaları dolaşma amaçlı gelmişler öğle sıcağı bastırınca hem yemek yiyip hem biraz dinlenmek amacıyla gölgelik bir yere oturup ordan burdan muhabbete dalmışlardı. Konu dönüp dolaşıp sıra çoluk çocuğa gelmişti.
Seyit: İyiki benim avrat tarla işlerinden anlıyor yoksa halim harap olurdu. Gerçi biliyorsun benim senin gibi fazla toprağım yok olanlarla da kıt kanaat geçinip gidiyoruz işte. Evin yanındaki bahçeye domates, biber, fasulye buraya da buğdaydır mısırdır ekiyoruz. Allah ne verdiyse bu kadarına çok şükür. Dedim ya benim avrat sağ olsun her yere yetişmeye çalışıyor. Eğer o bu işlere yardım etmezse gerçekten ben altından tek başıma kalkamam. Köy kadınlarının da yazgısı böyle her işten anlayıp koşturuyorlar. Garibim bu gidişle erken yaşlanacak, çocuklar bir yandan, evin işi bir yandan, tarlaydı, bağ bahçeydi. Eee haliyle bende yoruyorum onu. Pek dayanıklı maşallah. Allah ondan razı olsun. dedi.
Hilmi sırtını ağaca yaslamış sessizce hem dinliyor hem de cıgarasından derin bir nefes çekiyordu. Evet çalışkan karın var Allah iyiliğini sağlığını artırsın, dedi. Hilmi " Bende yoruyorum" o kısmı duymak istememişti. Hiç sevmezdi karı koca arasında geçen olayları konuşmayı da, dinlemeyi de. Bazı akşamlar evlerine komşu kadınlar oturmaya gelir oda hemen evden çıkar kahveye gelirdi. Kahvede laubali konuşmalar yapılır belden aşağı muhabbetler olurdu. Dün gece şöyle oldu, böyle oldu. Zıpkın gibiydim Cemahir illallah dedi iflahını kestim valla. Çocuklar uyanacak diye gıkını bile çıkaramadı. Ve kahvede erkekler kahkahayı basardı. Bu tür konuşmalar başlayınca Hilmi çayını bile yarım bırakıp lafın sonunu beklemeden çıkar köyün girişinden akan derenin kenarında kendi başına oturur cıgarasını içer, evde misafir varsa gitmesini beklerdi. Gece geç saatlere kadar dere kenarında oturduğu zamanlar olurdu. Akıl sır erdiremezdi bazen. Üç beş kadın bir araya gelince nerden ne bulup ta geç saatlere kadar oturup ne konuşurlardı. Sonra hak verirdi köyün kadınlarına. Bütün gün tarla bağ bahçe, güneş batınca evin işiydi, aşıydı haliyle birazcık kendilerine zaman ayırmalarını çok görmemek lazımdı. Köy erkeklerinin canına minnetti zaten. Kadınlar bir evde toplanınca onlarda soluğu kahvede alırlar kimi kağıt kimi dama oynardı. Kış günleri daha bir zevkli geçerdi. Kahvenin ortasında büyük odun sobası gürül gürül yanar çayın mis gibi kokusu odun kokusuyla karışınca kahvenin atmosferi daha bir keyifli olurdu.
Hilmi kendi kendine söylenir dururdu. Yadırgar ve kınardı. İnsan mahremini nasıl olur da ballandıra ballandıra anlatırdı. Aklı hiç almıyordu.
Seyit neşeli bir şekilde konuşmaya devam etti. Kaç senelik evlisin ama bir gün bile olsa hiç getirmedin Ayşa´yı tarlaya oysa çocuğunuzda yeni oldu. Bildim bileli yerine göre ırgat tutar yerine göre kendin çalışırsın. Babasının evinde de pek nazlıymış diye duyduyduk. Sende hiç kıyamadın ona ağır işler yaptırmıyorsun. Geçen benim avrat söyledi senin ki çok temizlik meraklısıymış pek titizmiş sakız gibi bembeyaz diyor sedir örtüleri. Köyün kadınları çok imrenmişler. Sormuşlar nasıl bu kadar ağartabiliyorsun. Bizde yıkıyoruz ama bizimkiler kısa zamanda mora çalıyor. Hele bize de şöyle bu işin sırrını . Seninkinin çok hoşuna gitmiş, gevrek gevrek gülmüş. Geçen Hatıplar Canibin Torunu Neclanın kınası vardı ya Seyit kendini kaptırmış anlattıkça anlatıyordu. Hilmi yeni bir cıgara daha yakmak için elinde neredeyse parmaklarını yakacak kadar küçülmüş cıgarasını yenisiyle uç uca getirip yaktı. Dumanı halka halka savurduktan sonra
Ne olmuş Hatıpların Torununa kınadan sonra düğün yapıldı evlendi düğünde hepimiz oynadık eğlendik ya.
Selim iştahla kaldığı yerden devam etti. Kınaya seninkinide ünlemişler. Oda almış Durali´yi gitmiş. Biliyorum dedi Hilmi, Benden habersiz bir yere gitmez Ayşa´m
İşte kınada vur patlasın çal oynasın bi oynamışlar bir oynamışlar.
Ne var bunda Selim anlamadım kına bu yas tutulmaz ya. Çalgı da olur çengi de göbekte atılır
Bende onu diyom herkes oynamış seninkini bir türlü oyuna kaldıramamışlar. En sonunda kadınlardan biri Durali´nin sünnetine hiç birimiz gelmeyiz deyince oyuna zoraki kalkmış. Koymuşlar teybe oyun havası. Ayşa bir başlamış oynamaya o gerdan kırışlar O göğüslerini bir titretişi kalçalarını bir sallayışı varmış oynayan herkes oturup onu seyretmiş hayran hayran. Kadınlar arasında böyle oynadığına göre hani acaba evde sana da oynuyor mu?
Durali´yi uyutunca gaz lambasınıda kısınca gel keyfim gel.
Seyit anlatırken Ayşa´yı sanki gözünün önüne getirmiş o anı yaşıyor gibiydi. Nerde olduğunu kiminle konuştuğunu unutmuş bir hal içinde iştahla konuşuyorken birden sustu. Çünkü; Hilmi oturduğu ağaç dibinden hışımla ayağa kalktı. Kan beynine sıçramış nefes alıp vermesi sıklaşmıştı. Seyit´e döndü.
Onu gören gözlerinden ateş fışkırıyor sanırdı. Boynunda şah damarı öyle kabarmıştı ki Seyit´in korkudan eli ayağına dolaşıp birden aklı başına gelivermişti.
Hilmi böğürürcesine: Sen ne anlatıyon lan! Deyus! Sen ne biçim konuşuyorsun!?
- Valla kötü bir niyetim yok hani seni memnun ediyor mu demek istedim.
Bak hala ne diyor edepsize bak, namussuza bak! Ulan neyi nasıl yaptığımı sana mı anlatacağım utanmıyor musun? Gözün mü var karımda yoksa!
Yemin olsun yok! Bacım o benim...
Hilmi kendini kaybetmiş bir vaziyette Seyit´in yakasına yapışmış onu tartaklıyor
-Ulan şerefsiz insan bacısının kocasıyla ne yaptığını sorar mı o zaman!
- Sen yanlış anladın Avradın iyisi var kötüsü var kötü de olsa boşanmak kolay kolay olmuyor ya hani o anlamda dediydim.
Seyit korkudan durumu toparlayacağı yerde daha berbatlaştırıyordu. Ateşin üstüne körükle gitmeye başlamıştı. Hani Topalların Şükrü karısının her gece başı ağrıyor diye babasının evine göndermiş boşandıydılar ya.
Hilmi iyice çileden çıkmıştı.
Lan sen ne şerefsiz bir adam mışsın sen onun bunun nelerini takip ediyon karı kılıklı sen başkalarının eksiğiyle gediğiyle mi uğraşıyon. Sen bilmiyor musun ben bu konulardan hoşlanmam! diye adeta gürledi.
- Biliyorum bilmesine şurda ikimiz baş başayız ya muhabbet olsun diye dediydim.
- Sen kimsin ulan mahremimle ne yaptığımı konuşayım. Sana kimse demedi mi ibadette gizli kabahatte.
Seyit beklemediği bu aşırı tepkiden korkmasına korkmuştu fakat çocuk gibi azarlanmak da zoruna gitmişti. Kendini Hilmi´nin ellerinden kurtarmaya çalışırken diklenmeye başladı.
-Niye bu kadar kızıyorsun ki çocuk muyuz kahvede hemen hemen sık sık yapılan muhabbetler. Ne var yani çocuğunu leylekler getirmedi ya.
Bunlar Seyit´in son sözleri olmuştu.
Kaç el ateş etmişti bilmiyordu. Peş peşe sıkı vermişti belinden sıyırdığı tabancasını. Seyit gözleri fal taşı gibi açılmış oturduğu yere kanlar içinde kaykılıvermişti. Bu ağız dalaşının bu şekilde neticeleneceğini ikisi de akıllarından bile geçirmemişlerdi.
Tarlalar köye çok yakın olduğundan silah sesinin ne olduğunu köyden merak edip koşa koşa gelenler Seyit´i yerde kanlar içinde ölmüş bir vaziyette Hilmi´yi ise elinde tabanca , yere çömelmiş başını ellerinin içine almış kara kara düşünüyor bulmuştu. Derhal Jandarmaya haber salınmış kısa zamanda köy allak bullak olmuştu. Seyit´in karısı, çoluğu çocuğu tarlada mevtanın başında ağıt yakıyorlardı.
Hilmi arabanın arkasında bilinmeyen bir hayata doğru götürülürken şimdiden sevdiklerinin hasret sancısı, kendini gösteren akşamın karanlığı gibi bütün vücuduna kabus gibi çöküşünü hissetti.
Hareket etmişler yavaş yavaş toprak yolda ilerliyor köy gittikçe göz mesafelerinden uzaklaşıyordu. Evler gittikçe küçülürken kıvrım kıvrım yollarda tekerlerin taşlar üzerinden geçişini duyuyor iki jandarma arasında birbirlerinin omuzlarına çarpa çarpa yol alıyorlardı. Yılların eskimiş silik fotoğrafı gibi köy belli değildi artık. Damların kırmızılığı ve minarenin ucu bile gözükmüyordu. Yüksekte bir avuç kar gibi, saman öbeği gibi kalmıştı köy.
Bir sürü sorup soruşturmadan sonra cenazenin otopsisine gerek duyulmamıştı. Seyit´in karısı daha olgun daha sakindi. Ağlamasına ağlıyordu fakat kader böyleymiş diye kendini teselli ediyordu.
Meydandaki kalabalık Allah sabır versin diyerek birer birer dağılmaya başlamış Ayşa´nın en yakınları ve bir kaç komşusu kalmış onu hem sakinleştirip yalnız bırakmamak için hala duruyorlardı. Kimin durumu daha vahimdi, bunu bilen yoktu. Köyde kimi Ayşa ´ya kimi de Hilmi´ye acımıştı. Ayşa´nın kendinden ve bir yaşında oğlundan başka kimsesi yoktu.
Jandarmalar Hilmi´ yi alıp köy meydanında olayı sorgulamışlar olayı gören olmadığı için Hilmi´nin söylediklerini zapta geçmişlerdi. Hilmi olayı olduğu gibi katıksız anlatmıştı. Yalana ne hacet , olan olmuş ölen ölmüştü. Ne ölen geri gelecek ne de yalan onu kurtaracaktı.
Ayşa´nın yakınları başka köylerde yaşayan uzaktan akrabalardı. Duyanlar Ayşa ve oğluna sahiplenmek yerine yalnızca meraktan köye akın edip gelmişti. " Demek Hilmi adam öldürmüştü haa , vay be babayiğit cesur adammış doğrusu ". Bazıları böyle söylerken bazıları da " Başını yakmış kimseye acımamış da oğluna da mı acımamış. Babasız büyüyecek garip. Adam öldürmenin cezası çok büyük yirmi beş, otuz seneden aşağı çıkamaz ", diye kendi aralarında konuşuyorlardı.
Akşamın karanlığı iyice çökmüş sokakta köpekler kuyruk sallaya sallaya geziyorlardı. Dün akşam öyle çok ulumuşlardı ki köylüler kahvede birbirinin yüzüne bakıyor kimse kimseye bir şey konduramıyordu. Kötü bir şey yaşayacaklardı. Çünkü ; Köpeklerin uluması hayra alamet değildi. Köyde bunu bilmeyen yoktu. Taa ki Hilmi Seyit´i vurup kan revan içinde yere serene kadar milletin iç huzursuzluğu bitmemişti. Köpekler sakinlemiş sus pus olmuş " Sanki ben size demedim mi " dercesine sakinliklerine geri dönmüşlerdi.
Ayşa perişandı. Dizlerinin dermanı kalmamıştı çırpınmaktan. Kocası kelepçelenirken kucağındaki oğlunu o anki telaş ve üzüntüyle gelişi güzel yere bırakmış Jandarmalara kocamı götürmeyin diye yalvarmaya başlamıştı. Oysa çırpınışları boşunaydı.
Yere dikkatsizce bırakılan Durali dengeyi sağlayıp oturamamış geri düşmüştü. Düşünce kafasının arkası sert bir şekilde taşa çarpmış çarpmanın şiddetiyle kafası kanamaya başlamıştı. Acıyla canhıraş bir şekilde ağlıyor, burnu akmış yerlerde toz içinde annesinin kucağına gelmek için kollarını kaldırmış yırtınıyordu.
Meydanda toplanan meraklıların gözü ceza evi arabasında olduğu için kafasının arkasından sızan kanları kimse fark etmemişti. Durali feryat feryat ağlarken nihayet kadınlardan biri kucağına aldı. Kadının kucağında durmak istemiyor yere doğru inmeye çalışırken sanki etinden et koparcasına çığlık çığlığa ağlıyordu. Kadın Durali´yi kucağına alınca yerdeki kanları far-ketti. Kadının ellerine çocuğun kafasından kan bulaşmıştı. Kafası kanıyor diye panikle bağırdı. Ahali bakışlarını şaşkınlıkla kadına çevirdi.
Ayşa iki ayağı pabuca girmiş gibi az öteden çocuğunun yanına geldi. Kadından çocuğunu kapıp kucağına alıp göğsüne bastırdı. Kıpkırmızı olmuştu elleri. Ayşa " Kafası kanıyor " diye bağırdı. Durali anasının yüzüne bakarak göğsünü sıkı sıkı avuçladı. Az sonra sustu, artık ağlamıyordu. Anasının göğsünde susup kalmıştı. Ayşa Durali´nın yüzüne baktı. Ses çıkmıyordu. Oğul oğul diye seslendi. Kucağında yana kaymıştı başı. Ayşa şaşkındı. Gözlerine inanamıyor gibi bakarken avazı çıktığı kadar köy meydanında Durali diye bağırıyordu. Köylüler bir anda kucakta sessizce yatan çocuğa baktılar. Her kafadan bir ses çıkıyor kimin ne dediği anlaşılmıyordu.
Köyün henüz okul çağına gelmeyen çocukları bacaklarının arasına yerleştirdikleri sopalardan at yapmışlar dıgıdık dıgıdık diye olan biteni anlamadan ya da umursamadan bir aşağı bir yukarı koşturuyorlardı.
Aşsa dövünüyor saçını başını yoluyordu. Başındaki yemeni yere düşmüş siyah örgülü melikleri belini dövüyordu. Ayakkabıları çıkmıştı ayağından. Taşlara çarpan ayakları kanıyor fakat yüreğindeki acıdan farkında bile değildi. Kucağında az önce ölen Durali ile yere çöküp kalmıştı. Yanına gelenlerin teselli kelimelerini duymuyor kocasını götüren ceza evi arabasının arkasından deli bakışlarla bakıyordu. Birden kucağında göğsüne gömercesine bastırdığı oğluyla yerden ayağa kalktı. Gözü dönmüş bir halde önce kendisine hem acıyarak hem de merakla bakan kalabalığa sert bır bakış fırlatarak tekrar yere eğildi. Ona bakan köylüler Ayşa nın bakışlarından ürkmüş gayri ihtiyari bir kaç adım geri açılmışlardı. Ayşa olanca öfkesiyle avucunun içinden büyük yerden kocaman bir taş alıp arabaya doğru hızla koştu. Elinde ki koca taşı rast gele arabaya attı. Tekrar eğilip yerden eline geçirdiği başka bir taşı yine fırlattı. Oysa araba gözden kaybolup gitmişti bile. Köylülerden bir kaçı cesaretlerini toplayıp müdahale edip kollarına girdiler. Sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Ayşa sesinin son perdesine kadar bağırıyordu. Sanki ses köyün yamacındaki dağlara çarpıp yankılanıp geri geliyor sıra sıra köylülerin kulaklarında birleşiyordu. Üç beş kişi zor zapt ediyordu Ayşa`yı. Bakışları korkunç bir hal almıştı. O güzel yüz gitmiş yerine insanı ürküten bir yüz gelmişti. Kendini zapt eden kollardan kurtulmak için bütün gücünü deniyordu fakat erkekler tutuyordu bu sefer. Durali diye haykırdı. Duraliii... Duraliii...Uyan oğlum uyan bak baban köyde gezdirecek seni. Köyün muhtarı işi çabuk kavramıştı. Mazhar Osman, mazhar Osman dedi. Bu kadın delirmiş yarın haber salalım şehre. Gömlek giydirip götürsünler . Aman dikkat edelim. Nolur nolmaz. Bu gece bağlı kalsın.
FATMA ÇİÇEK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.