- 719 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
0095 - GÖKYÜZÜNDE BİR CENAZE TÖRENİ - UÇMAK UÇURULMAK
GÖKYÜZÜNDE BİR CENAZE TÖRENİ
Düşmemiş Hezarfen Efendi’yle karşılaşır mı acaba?
Bir bakmışım baloncusu uçmuş kan mavisi balonlar
Kuşların vurulduğu mevsim Üsküdar iskele alanında
Bir bakmışım gökyüzünde gömülmez bir cenaze töreni
Ve aşağıda, yıkanmış balonlar demetinin başında
Ece Ayhan
***
UÇMAK UÇURULMAK
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde Evliya Çelebi adında bir gezgin varmış. Dünyayı ve olayları bambaşka bir gözle görür, gördüklerini hayal âleminin efsunlu güzelliğiyle süsler, bir yerlere kaydedermiş.
17. Yüzyılda, IV. Murat zamanında yaşamakta olan Hezarfen Ahmet Çelebi isminde birisi varmış. Bu adam, bazı özellikleriyle Evliya Çelebi’nin dikkâtini çekmiş. Onu çok ilginç bulmuş ve çok sevmiş olacak ki Seyahatnamesine kaydetmeden edememiş. Fakat onu öyle, dümdüz kişiliğiyle yazdığı zaman pek orijinalitesi olmayacağını düşünmüş. Hıristiyanların çocuklara ve genç kızlara kanat takarak onları melekleştirip kilise duvarlarına, tavanlarına nakşettikleri, mekânları bu efsanevi varlıklarla süsledikleri gibi o da ona bir çift kanat takarak Galata Kulesi’ne çıkarmış. Orada öyle bir üflemiş ki koskoca adamı Galata’dan ta Üsküdar’a kadar uçurmuş. Öyle bir üfürmüş, öyle bir uçurmuş ki zamanın o pimpirikli padişahının haberi bile olmamış! Olsaymış, mutlaka vakayinâmeye kaydettirirmiş. O vakitler tahrir defteri itinayla tutulmakta olduğu halde bu olay, ne orada ne de başka bir yerde kayıtlıymış. Zamanın padişahının özel rûznamesinde bile yokmuş. Her nedense sadece Evliya Çelebi’nin Seyahatname’de yazılıymış.
Bu olay, inanılır gibi olmamakla beraber, inandırıcı da değilmiş. Çünkü elde kanat tasarımı ve eskizler gibi hiçbir kanıt yokmuş.
Salim kafayla düşünüldüğünde bu muammanın içinden çıkılamamakta, bilgin olduğu söylenen zatın ne şekilde uçtuğu veya uçurulduğu kesin olarak bilinememekteymiş. Ancak bu konuda bazı uçucu ve uçurucu maddelerle uçmanın ve uçurmanın mümkün olduğu düşünülmekteymiş.
Malum, zamanın padişahı, alkolü ve tütünü dilediği kadar ve dilediği gibi kullanma hakkını kendisinde bulduğu: “Haram helal deme, var Allah’ım ver!” “Günah yazma Allah’ım, günah yazma!” İpin ucu kaçınca: “Azıcık yaz Allah’ım! Azıcık yaz!” Zıvanadan çıkınca da: “İster yaz, ister yazma!” hesabı yasakları rahatça ihlal ettiği halde alkol, haşhaş, kenevir, tütün gibi uçan ve uçuran ne varsa yasaklamış ve işini gücünü bırakmış, bahsi geçen yasaklara uyulup uyulmadığını öğrenmek için tebdil kıyafet halk arasına karışarak denetlemeyi ihmal etmemiş. O dönemde haşhaş ve kenevir tüketimi büyük boyutlara varmış. Alkolle tütün bir tarafa, onları kullananlar uçarlar, uçururlarmış. Kuş olan mı istersin, cin olan mı istersin, melek mi, kelek mi…
Var mıydı böyle bir bilgin? Belki de vardı. Uçmaya meraklıydı da belki üstelik. Kime ne zararı vardı ki zeki adamların tehlikeli olduğu düşüncesiyle Cezayir’e sürülsün! İddia edildiğine göre, her devirde ilme değer verilen bir ülkede âlimler desteklenir, sayılır, sevilir, baş tacı edilirken, bu uçana ya da uçurulana ceza olarak yere çakıldığı yetmezmiş gibi bir de sürgün cezası verilmiş. Onca kişinin gözlerinin önünde o kadar riskli bir işe girişmiş de kimse: “Yapma etme! Maazallah sakatlanırsın, ölürsün!” falan diyerek önüne geçmemiş. Herkes eli kolu bağlı keyifle seyretmiş. Öyle ya, yüksek yerlerden uçan ya da uçurulan ilk o değilmiş ki! O zamana kadar kimler kimleri uçurmuş, kimler aklını kaçırmış!
Masalsever insanlarız. Efsanelerde yaşamak ister, efsaneleri yaşatmayı görev sayarız. Hayal dünyamız haddinden fazla geniştir. Demir dağları eritir, kurda çocuk büyütürüz. Çünkü biz Türk’üz!
O yalan bu yalan… Fili yuttu bir yılan. Söyle, bu da mı yalan? Uçan, uçurulan evliyalar da varmış. Evliya uçmaz, etrafındakiler uçururlarmış. “Kaz uçar da Laz uçmaz mı!” diyenler de varmış. Hem de uçtukları, kayıtlarla sabitmiş. Uçma meraklısı ilk Türk, İmam Cevheri Efendi imiş. Her Günde beş vakit çıkıp indiği minareden uçmaya kalkmış, pervaneler çalışmadığı için yere çakılmış!
Galata Kulesi’nin bulunduğu yerin yüksekliği kırk sekiz, kulenin yüksekliği altmış yedi metreymiş. Doğancılar’la kule arası da yaklaşık üç buçuk kilometreymiş. Öyle bir üfürmüş ki üfüren, adamcağızı kuş tüyü gibi yüz on beş metre yükseklikten atıp, her otuz metrede bir metre alçaltarak uçurtma gibi süzdüre süzdüre, arada ters takla falan attırmadan üç buçuk kilometre uçurarak boğazı geçirtip, hedeflediği yere pamuk gibi yumuşak bir inişle sağ salim ulaştırmış.
Şairin biri de şiirinin birinde bir balon uçurmuş. Balon değil, baloncuyu uçurmuş. Hezarfen Efendi düşmemiş, düşürülmemiş, muradına ermiş ama o ekmeğini balondan çıkaran zavallı adamcağız düşmüş. Bir kurşunla düşürülmüş. Okuyucuda, o ikisinin karşılaşıp karşılaşamayacağı merakını uyandırmaya çalışarak şiire giriş yapmış. Bir trajediyi bir rivayetle bir arada sunmak istemiş.
Oysa uçuş yönleri de akıbetleri de zihniyetleri de farklı… Birisi güya ilim adına, bile bile hayatını riske atarak bir maceraya atılıyor, yükseklerden aşağıya doğru, diğeri ise rızkını ararken, balonlar için kullanılan renkten anlaşıldığına göre sol görüşlü bir adamcağız, tamamen ideolojik bir sebeple, kasten atılan bir kurşunla can verip, şair tarafından bulutlara doğru uçuruluyor. Maddi inişi oluyor bir metre yerin altına ama manada ölümsüzleştirilerek sonsuzluğa doğru kanat açtırılıyor.
Olay, Üsküdar’da, iskele civarında, şairin gözlerinin önünde cereyan ediyor. Ansızın bir ateşli silah sesi!.. Bir de bakıyor ki baloncu da bileğine bağlı uçan balonlar da kanlar içinde! Baloncu vuruldu, Vatan kurtuldu sanki! O zaman da öyle bir zaman ki birbirini vuran vurana!
Hayatını kaybeden, belki yeryüzünde muhteşem bir cenaze merasimiyle defnedilmemiş ama mutlaka gökyüzünde melekler ve güzel insanların ruhları tarafından törenle karşılanmış. Yeryüzünde her mevta gibi o da bir yere defnedilmiş, gökyüzünde hiçbir yere gömülmemiş, orada ölümsüzleştirilerek efsaneleştirilmiş.
Çelik gibi kırılır ama eğilmezmiş öyle insanlar. Çocukları da eğilmek bilmezlermiş. Ölüm karşısında bile metanetlerini kaybetmezler, dimdik dururlar, sabır ve sükûnetle gerekeni yaparak hayatlarını sürdürmeye çalışırlarmış.
Cenaze bir tarafta, bileğine bağladığı balonlar bir tarafta… Kan sıçramış balonlar da cenaze de yıkanmış. Bir kurşunun yetim bıraktığı kalbi kırık kurşun askerler kadar küçük çocuk, kurşun gibi kırılmış ama eğilmemiş, bükülmemiş, küçülmemiş, ağlamamış, almış balon demetini, kurşun kadar ince ayaklarıyla düşmüş yollara: “Yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş ben satarım…” diye oyunlar oynaması gereken çağda: “Baloncu! Baloncu geldi, baloncu! Bebelere balonlar…” diye balon satmaya başlamış, aile ekonomisine katkıda bulunmak, başkalarına muhtaç olmamak, ona buna avuç açmamak için evin geçim yükünü sırtlamış.
Zaten çoktandır hastaymış babası. Yaşayan bir ölüden farksızmış. Hastalık, yokluk… Sefalet içinde sürünüyor, bakmakla yükümlü olduğu kişileri düşünerek canını dişine takıp, ölüme karşı olanca gücüyle direnerek evine ekmek götürmeye çalışıyormuş. Kendisini bıraksaymış, çoktan ölmüş olacakmış. Ailesi için ayakta kalmaya çalıştığından o zamana kadar yaşayabilmiş. Aslında maç çoktan bitmiş de o uzatmaları oynamaktaymış.
Bir de anacığı varmış vefat edenin. Dalından kopmuş sarı bir yaprak gibi o da oğlunun ölümüyle hayattan kopmuş yaşlı bir kadıncağızmış. Yerlere kadar inen etekleriyle, yerlere konup kalkan kuşların arasında kuşyemi satıyormuş. Bir taraftan da yakaladığı güvercinleri, acıyanların ya da hayır yapmak isteyenlerin verdikleri bir miktar para karşılığında salıveriyormuş. Uçuruyorlarmış kuşları. Kuşlar uçuyormuş. Hezarfen Ahmet Çelebi gibi... Evladı gibi...
Azad edilen hiçbir kuş gelmiyormuş. Canın bedenden çıkınca bir daha geri gelmediği gibi... Geri gelmiyormuş gidenler. Taş bastığı yüreciğinin acısı dille ifade edilebilir değilmiş ama o da en az torunu kadar metinmiş. Halini soranlara:
“Ne yapalım! Veren Allah, alan Allah! Takdir-i İlahi… Aç mezarı mı var! Çalışana her yerde ekmek var. Ben de bu şekilde çalışıp, üç beş kuruş kazanıyorum. Allah bereket versin!” diyormuş.
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI - 0095
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.