- 550 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
569 - MAVİ ELBİSELİ CARMEN
Onur BİLGE
“Mavi Elbiseli Carmen,
Bu adamda Eyüp sabrı var. Hem meselelerimin yükünü sırtlıyor, hem problemlerime çözüm buluyor, hem de ancak bir öğretmende olabilecek mesuliyet duygusuyla yılmadan, ısrarla, alttan alttan, usul usul öğretiye devam ediyor. Filozof desem, filozof değil, bilge desem bilge değil…
Evliya diyeceğim geliyor. Alakası yok. Ne giyimiyle kuşamıyla ne de yaşam tarzıyla öyle birine benzemiyor. Öyleleri bir lokma bir hırka, dünyayla alakasız, kenarda kıyıda ömür tüketirlermiş. Harabelerde yaşarlar, kimseye hallerini belli etmezlermiş. Bazıları da kapı kapı dolaşır, yiyecek falan isteme bahanesiyle insanla tanışır konuşur, onlara geleceğe dair bir şeyler söyler, daha arkalarını döner dönmez yok giderlermiş. Hazır mıdır, Hızır mıdır, belli değilmiş. Ellerinin değdiği şeyler bereketlenir, söyledikleri gerçekleşirmiş. Geleceğe dair haberler de verirler, hamile olan veya olacak kadınlara: “Bir oğlun olacak, adını şu koy! Bir kızın olacak, adını bu koy!” falan derlermiş.
O kadar çok eren evliya hikâyesi işittim ki hangisine inanacağımı şaşırdım. Çocukluğumdan beri neler neler anlatıldı onlar hakkında! Hemen hemen her evin bahçesinde kendiliğinden bir incir veya dut ağacı yetişir ya… Güya incir ağaçlarının altında yaşarlarmış. Oralar tekin değilmiş. Oralarda oynamak, o ağaçların altlarını kirletmek falan doğru değilmiş. Aksi halde cezası gelirmiş. Ara sıra ortaya çıkar, ona buna görünürlermiş. Değirmi yüzleri, ak saçları sakalları, yerlere kadar bembeyaz cübbeleriyle rüyalara da girerlermiş. İhtiyacı olanların kolayca bulabilmeleri için daha çok yastık altlarına para koyarlarmış. Nedense erkekler değil de hep kadınlar kızlar onları düşlerinde görürler, uyandıklarında yastıklarının, ya da yataklarının altlarında para bulurlarmış. Bazıları para değil, altın buluyorlarmış. Şayet rüyalarını ve aralarındaki sırrı kimseye söylemezlerse bu para koyma bulma olayı bu şekilde sürer gidermiş. Sır ifşa edilince alışveriş bitermiş.
“Bir gün kapı çalındı. Açmaya gittim. Baktım, kapıda bir delikanlı… Bir bardak su istedi. Kapıyı açık bıraktım, su almaya gittim. Döndüğümde yoktu. Sokağa çıktım, sağıma soluma bakındım, kimsecikler yok! İn miydi, cin miydi? Buğday tenli, kara kaşlı kara gözlü, yakışıklı, uzun boylu biriydi. Üstünde kahverengi takım elbise vardı. Yüzü öylece aklımda kaldı. Bir süre sonra bana görücü geldi. Gösterdikleri genç, aynı o gün gelip, benden su isteyen, sonra da kayıplara karışan delikanlıydı.” diyenler bile vardı.
İşin aslını araştırmaya kalktığımda: “Gaybı yalnız Allah bilir. Ceninin cinsiyetini de ilk aylarda bilmek mümkün değildir. Öyle para falan koyan varmış, hikâye bunlar. İnanmayın böyle şeylere. Halüsinasyon görüyorlar, gerçek sanıyorlar. Var olan kaybolmaz, yoktan var olmaz.” diyenlerin yanı sıra tasdik edip, üstelik birkaç evliya hikâyesi de kendileri anlatanlar da vardı.
Kaptan bu bahsedilenlere hiç benzemiyordu. Olağanüstü halleri yoktu. Senin benim gibi bir insandı. Evliyalık falan da satmıyordu. Sadece dindar ve güvenilirdi. Her haliyle beyefendiydi. Öyle bir adam bende ne bulurdu ki seviyesine alır, komşuluk, arkadaşlık eder, iyiliğim için onca dil dökerdi?
Akşamüstü Kalekapısı’nda, Saat Kulesi’nin altında buluşup Tophane’ye gittik. Ufka kadar serilmiş masmavi janjanlı tafta misali yalbır yalbır yalbırdıyordu Aşkdeniz. Sarı portakalın cayır sıcağına bana mısın demiyordu. Karşısına geçtik oturduk. Ulu ve sık çam ağaçlarının altına… Tavşankanı çaylarımızı yudumladık, lafladık. Seyrine doyum olmuyordu dalgaların oynaşmasının. Dev cüssesiyle sere serpe yatıyordu önümüzde. Heyecanlandıkça köpük köpük kıyılara çarpıyordu etekleri… Göz alabildiğine yayılmıştı, kutba kadar... Can deniz! Candeniz, göz alabildiğince huzur ve sükûndu.
Çigan müziği geliyordu kulaklarıma. Çigan müziğine karışan çan sesleri… Kulağıma İstanbul çalınıyordu. Çekiç sesleri geliyordu doklardan… İskele’den martı çığlıkları… Çığlık çığlığa bir kadın şarkı söylüyordu beynimde. Üzerinde mavi atlastan gösterişli entarisi… Buğulu, ince ve duygusaldı sesi… Kastanyet ve zil sesleri karışıyordu sesine.
Çığlık çığlığaydı İskele’de martılar. Bursa ipeği giymiş, mavi mavi yanıp sönüyordu Aşkdeniz. Çigan müziğiyle bir hoş olmuş. Ayak uydurmuş, müziğin sesine… Kendinden geçmiş bir vaziyette dans ediyordu. Tophane denize nazır...
Mavi yanardönerli elbisesiyle Carmen oluyordu sahnede. Cömertçe açılmış fırfırlı yakasının ortasında kocaman, kan kırmızı bir gül duruyordu. Kan kırmızı dudakları, pırıl pırıl kara gözleri, yay gibi gerilmiş kaşları… Düşük askıları kollarını yarılamış… Bileklerinde şıngır şıngır bilezikleri… Beline sımsıkı oturmuş bol büzgülü, kat kat kırmalı eteği, uçlarından köpük köpük sarkan kar beyazı dantelalar... Parmak uçlarında kastanyetler, ayağında halhal… Topuk, kastanyet ve def sesleri…
Bir payton geçiyor caddeden, besbelli. Kızgın betonda çınlayan uygun adım nal sesleri… Arabacının kırbacı sağ yanında hazır…
Topuklarını tahta zemine vura vura tempo tutuyor, dans ediyor Romen Kızı. Kıvrılıp bükülüyor coşkuyla, ritmik bir şekilde gidip geliyor, bir ileri bir geri… Arada hızla dönüyor, ahenkle savruluyor etekleri…
Birer kamçı şaklıyordu, atların terli sağrılarında. Nal sesleri o anda güçlenip hızlanıyordu. “Dâh!..” diye haykırıyordu paytoncu. Dilsiz mazlumların sırtlarından para kazanıyordu. “Onlar burada susuyorlar, orada konuşacaklar! Ne fena konuşacaklar!..” diyordu Kaptan. Nal sesleri uzaklaşıyor, azalıyor.
Hızlanıyordu müziğin ritmi zaman içinde. Bir varmış bir yokmuş gibi… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Bir masal perisi gibi dans ediyordu, Carmen… Yanan sönen göz alıcı, rengârenk sahne ışıkları altında, yanar döner kıyafetiyle rüya gibi sergiliyordu sanatını… Savruluyordu simsiyah, dalga dalga gür saçları… Bir öne dökülüyordu, bir arkaya şelale gibi... Esans ve ten kokusu yayılıyordu, içki ve tütün kokularıyla yüklü havaya…
Aşkdeniz kıyılara çarpa çarpa raks ediyordu, can alıcı portakalın göz kamaştırıcı şavkı altında. Dalgakırandaki dalga seslerini duyuyordum. Her çarpışında daha da artıyordu darbesi… Köpükler saçılıyordu, Aşkdeniz’in eteklerinden… Baloncuklar halinde yayılıyordu etrafa…
“Kısacık ömürlü baloncuklar…” diyordu Kaptan onlara. “İnsan ömrü gibi… Göz açıp kapayıncaya kadar geçiveriyor. “Saman alevi gibi” diye bahsedilmiş Kur’an’da…”
İspanyol Meyhanesi’nde yanardönerli mavi atlas elbisesiyle bir kadın şarkı söylüyordu, dünyada. Bol büzgülü, kırmalı, uçları dantelli Aşkdeniz mavisi eteklerini savura savura dans ediyordu Carmen. Gönlüm Carmen’e nazır… Carmen de dünyada, ben de dünyada…
Aşkdeniz Carmen’di. Carmen sendin… Sen, mavi elbiseli Carmen’din. Önünde diz çökmüştüm. Fakat sen hiç hoşlanmıyordun önünde diz çökenlerden.
Tatlı tatlı esen meltemle serinledik. Tavşankanı birer çay daha geldi. Zevkle yudumlarken çayı ve anı, an be an hissederken o heyecanı, adamın canı mı duyar cayır sıcağı!
Sen dünya gibi gizemli, baştan çıkarıcı ve kışkırtıcısın. Kaptan, Ukba gibi huzur, sükûn ve mutluluk verici…
Kaptan, gemisine hâkim… Gemi, Nuh’un Gemisi… O gemiye binenler kurtulur. Her kelimeden yol bulur o. O işinin ustası…
Yine lafı döndürüp dolandırıp dinimizin güzelliklerine getirdi. Merak ve istekle dinlenmesini sağlamak gayesiyle yeri geldikçe ballandıra ballandıra evliya hikâyeleri ve kıssalar anlattı. Anlatısını süsleme gayreti içindeydi. Yer güzel, ortam müsait, keyif çakır… Fırsat bu fırsat, oya oya işlemeye başladı gönlümü.
Yine aynı merak kıvrandırmaya başladı beni. Bir punduna getirip, laf arasında: “Benim gibi dininden bihaber bir adamda ne buluyorsun? Sabır, anlayış ve hoşgörüyle bana iyiyi, güzeli, doğruyu öğretmeye çalışıyorsun. Bunu neden yapıyorsun?” diye sordum.
“Duygu ve düşüncelerimizdir önemli olan. Onlar bizim hakiki kimliklerimizdir. Şu yalancı dünyada seninle yarenlik yapıyoruz. Tatlı tatlı sohbet ediyor, duygu ve düşüncelerimizi paylaşıyoruz. Kim ve nasıl olduğun önemli değil. Sadece arkadaşlığına değer veriyorum ben senin. Bunda şaşılacak ne var!” diye cevapladı. Benim merakım o kadarcık değildi.
“Neden bana böyle, hiç bitmeyen bir heyecanla dini konularda bildiğin her şeyi aktarmak için çabalıyorsun? Kırk yıllık Yani, olur mu Kani!” diye ekledim ve merakla bekledim cevabını.
“Sabırla koruk, helva olur.” diye kestirip attı. Tatmin olmadım. Bir münasip zamanda tekrar soracağım.
“Bir münasip zamanda, mesela saat onda… Buluşalım Kordon’da!” diyemedin bana bir türlü.
Fena halde canım tezlendi. Belki hissediyorsun telefon konuşmalarımdan. Artık ne yapacaksan, nasıl yapacaksan, bana “Gel!” de!
Ne kadar özledim seni! Ne kadar!.. Anlatamam!..
Ben bu hasret ve hasede daha fazla dayanamam!
Antonio Vargas Heredia’”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 569
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.