- 339 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir sırta kaç bıçak sığar?
Sorunlarımı anlattıklarım ’görmezden gelmemi’ tavsiye ettiklerinde ’derdimi anlatmaya devam etmek’ veya ’ağızlarına sağlam bir tokat patlatmak’ arasında mütereddid kalırım. (Belki üzerlerine atlayıp kulaklarını ısırmak da olabilir.) Neden? Çünkü bana evrenin düzenine aykırı hareket etmemi öğütlemişlerdir. Bahsettikleri şey bir çözüm değildir. Çözümsüzlüktür. Sorunumu bir bıçak gibi sırtımda gezdirmektir.
Hem şuna da dikkatini çekerim arkadaşım: ’Görmezden gelme’ ile ’sabretme’ aynı şeyler değildir. Eh, güzel birşeye dokunduk, bugün de buradan devam edelim. Sabretme ’şey’lerin varlığını kabul ederek olur. Görmezden gelme ise çoğulukla ’şey’leri sanrılaştırmaktır. A kişisi B kişisine hakaret ettiğinde, B kişisi eğer buna sabrediyorsa, sabredilenin varlığını kabul etmiş demektir. Yani o vardır. Karşısındadır. Olmuştur. Yaşanmıştır.
Yanlıştır. Hatadır. Hakedilmemiştir. Düşmancadır. Sabır buna karşı duyulacaktır. İnkâr kesinlikle yoktur. Bu yüzden kainatla uyumludur. Lakin aynı B kişisi yaşanılanı görmezden gelmeyi seçtiğinde durum bu şekilde olmaz. Zira B gidip bir parça inkârın kapısını da çalar. Batanı çıkarıp, hatta yüzüne tükürüp, yarasını sarmaz. Olanın üzerindeki etkisini azaltmak için ’mış gibi’ bir yokluğa sığınır. Kendisine yalan söyler. Anestezi yapar. Sırtında bıçağıyla gezer. Aynaya baktığında da irice bir sivilce olduğunu düşler.
Bu açıdan ben sabretmekle eylemsizliği bir tutanları gördüğümde şaşırırım. Sabrın bir türü zâhiren eylemsizlik içerebilir. Ancak görünenin altında bir faaliyet mutlaka vardır. Yaşanan şeyin inkârını önermeyen bir direniş şekli nasıl eylemsizliği benimseyebilir? Eğer bize tavsiye edilen ’sabretme’ değil de ’görmezden gelme’ olsaydı böyle birşey diyebilirdik.
Fakat hiçbir İslamî metinde ’görmezden gelme’ bir nasihat olarak varolmamaktadır. Demem o ki: Sabır bir direniştir. Direniş eylemsiz olmaz. Direnişin zahiren eylemsiz görünmesi ağacın topraktaki köksalma süreci gibidir. Dalları üzerinde yükseltebilecek bir güce kavuşuncaya kadar ağaç yeri delmekle yetinir. Dışarıdan bakanlar onu sindirilmiş sanır. Bu yalnızca güç biriktirmektir. Mü’min sabrettiği her yerde dalları için güç biriktirir.
Hızır aleyhisselamın Musa aleyhisselama dediği "İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?" ifade-i Kur’anîsi bize nice hikmetler fısıldıyor. Mesela? "Sabır içyüzü bilinene karşı yapılır!" diyor. Daha başka? ’Öğrenmenin sabrın önsözü olduğunu’ söylüyor. Herhalde bu bilmenin/öğrenmenin de bir amacı var. Bu da beni yine en başta konuştuğumuz noktaya götürüyor: Sabır bir inkâr değildir. İnkârın üzerine sabır inşa edilemez. Bu nedenle de sabırın en aşağısı, en azından, ’kalben buğzetmeyi’ içinde barındırır. Kötülüğe elinle, dilinle, bu ikisiyle de yapamıyorsan en azından kalbinle karşı koymayı öğütleyen hadis-i şerifin "Bu da imanın en aşağı mertebesidir!" diyerek bitmesi elbette boşuna değil. Evet. Çünkü bunu yaptığında en azından o şeyin kötü olduğuna iman etmiş oluyorsun. İnkâr etmiyorsun. Görmezden gelmiyorsun. Kalbinle olsun bir eylemin içindesin. Elhamdülillah. Eylemsizliği seçmedin. İnkârı seçmedin.
Sabretme işi karıncanın Nemrut’un ateşine su taşımasına benzer. Elinden geleni yapar. Ateşi söndürecek olan Allah’tır fakat o yapabildikleriyle, elbette meşru şekillerde, bu yaratışa vesile olmaya çalışır. Hisselenmeye gayret eder. Bu yüzden, arkadaşım, sorunlarını anlatan insanlara ’görmezden gelme’yi tavsiye edenleri hiç anlamıyorum. Bundan bir çözüm umulmasına şaşırıyorum. Görmezden gelme, en yalın şekliyle, kudret-i ilahîyeye iftira atmaktır. Aynen. Mürşidim yalan bahsinde der:
"Kizb kudret-i ilahîyeye bir iftiradır." İster dışına doğru olsun ister içine. Yalan söylediğin her yerde bir inkâr var. ’Olanı olmamış gibi’ veya ’olmayanı olmuş gibi’ gösterme var. Evrenin zıttına at sürmek var. Bu yüzden hiçbir zaman şifaya vesile olamıyor. Benim sana tavsiyem, ki her yazımda da az-çok yapmaya çalıştığım, güzel bir içyüzü bulmaya çalış. İçyüzünü bulursan sabredebilirsin. Eşyanın hakikati Esma olduğuna göre, deş, illa bulacaksın.