- 563 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Karakütük Köyü’nde Akrabalarla
Karakütük Köyü, Kadirli’nin kuzey tarafına düşen 7-8 km uzaklıkta bir köy. Burada halk arasında Iraz olarak bilinen Raziye Kara teyzem oturuyor.
Iraz Teyzem ile öykümüz çok farklı idi. Yaklaşık 50 yıl önce Kadirli’den ayrılmıştık. Teyzemizin yaşadığını da bilmiyorduk. İnternette bir tesadüf sonucu teyzemizin varlığından haberdar olmuştuk.
Birbirimizle irtibat sağlandıktan sonra teyzemiz Kıbrıs’a bizi ziyarete gelmişti. Şimdi biz Kadirli’de idik. Ziyaret sırası bizde idi. Hemen kendisine bir iade-i ziyarette bulunduk.
Teyzemin kızları ile kız kardeşim Hediye telefon görüşmesi yaptı. Hafta sonu köye gideceklerini öğrendi. Bizleri de almalarını istedi. Onlar da “Tabii” dediler. “Biz, gelip sizi alırız. Hep beraber gider, akşama doğru da birlikte döneriz” dediler.
Onları da hiç görmemiştim. İlk defa karşılaşacaktık. Nasıl olduklarını, huylarını, tavırlarını bilmiyordum. Heyecanla beklemeye başladım.
Ertesi gün belirtilen saatte bir minibüsle geldiler. Evin önünden bizi de aldılar. Biz, üç kardeş, Ben, Hediye ve Hürriyet: “Merhaba” diyerek araca bindik. Enişte olduğunu öğrendiğimiz minibüs şoförü İbrahim Bey, aşağıya iniyor. Bembeyaz saçları, üzerinde mavi beyazlı kareli, uzun kollu gömleği ve hafiften göbeği ile yanımıza yaklaşıyor, içten bir şekilde gülerek bizlerle tokalaşıyor.
Aracın içinde üç bayan ve bir de erkek var. Bayanlardan ikisi kardeş, yani teyzemin kızları: Neriman ve Ayşe. İkisi de başı yağlıklı, ayaklarında renkli şalvar, üzerlerinde ince bir kazak ve örülmüş birer hırka. Genç olan bayan, teyzemin torunu: Zahide. Erkek de teyzemin torunu: Emre. Zahide eşofman giymiş, Emre ise kışlık bir gömlek ve Adana’ya has kara şalvar giymiş.
Hepsi güler yüzlü. İçten ve samimi davranıyorlar. Hediye ile daha önce görüşüp tanışmışlar. Benimle ve ağabeyim Hürriyet ile ilk defa karşılaşıyorlar. Dolayısı ile şu ana kadar birbirimizi hiç görmedik, tanımadık. Hep yabancı kaldık.
İlk intiba önemli derler. Gerçekten de sıcak bir karşılaşma oldu. Ne biz, ne de onlar hiçbir yabancılık göstermedik. Sanki daha önce tanışmış, görüşmüş, sohbet etmişiz gibi davranıyorduk. Konuşarak şehir dışına kadar gittik.
Şehir dışına geldiğimizde büyük bir marketin önünden geçerken Hediye: “ Durabilir miyiz? Teyzemizin ihtiyaçlarını alalım. Eli boş gitmeyelim.” dedi. Neticede köye, misafirliğe gidiyorduk ve eli boş gidilmezdi.
Araç durdu. Markete girip köyde ihtiyaç duyulacağına inandığımız ürünlerden aldık. Araca yükleyip tekrar yola düştük.
Köy, çok uzak değildi. O nedenle 10 dakika kadar sonra köyde idik. Köye girmeden tarla kenarında zeytin toplayan insanlar vardı. Onları görünce minibüs durdu. Eniştemiz seslenerek: “Bereketli olsun. Biz eve gidiyoruz. Misafirlerimiz var.” dedi. Onlar da “Sağol. Biz de biraz sonra yemeğe geleceğiz” dediler. Bunlar, teyzemin oğlu Cengiz, büyük kızı Güngör ve gelini imiş. Biraz sonra eve gelince tanıştık.
Eve varmadan bir tarlada durduk. Tarlada turplar vardı. Meşhur Kadirli Turpu idi bunlar. Ama bu turplar, geçen yıldan kalan mahsulün ürünleriymiş. O nedenle tarlada seyrek bir şekilde çıkmışlar. Bayanlar birkaç kucak toplayıverdiler. Gerçekten güzel turplar idi.
Turpları aldıktan sonra evin yolunu tuttuk. Yol, toprak idi. Enişte İbrahim Bey: “Asıl yol burası değil. Aşağıdan asfalt yol var. Turp almak için bu yoldan geldik. Giderken oradan gideriz.” dedi. Birkaç dakika sonra evdeydik. Yol boyunca yeşillikler, ağaçlar arasında yüzüyorduk sanki.
Eve vardık. Yan yana iki ev. Karşıda da bir üçüncü ev. Yandaki ev, teyzemin büyük kızı Güngör’ün evi imiş. Hemen yanındaki tek oda ev, teyzemin kaldığı ev imiş. Adeta saray yavrusu gibi duruyor. Bakımlı ve tertemiz bir mekân. Karşı tepedeki ev de oğlu Cengiz’in imiş.
Az ileride ise inşaat halinde bir ev daha var. Bu da bizimle gelen kızlardan birine aitmiş. En kısa zamanda bitirip buraya taşınacaklarmış. “Hep birlikte olacağız.” diye seviniyor.
Teyzem, evin önünde bir kanepede oturmuş bizi bekliyordu. Elinde baston, ayağında siyah beyaz renkli bir şalvar, üzerinde bir kazak ve onun üzerinde bir yelek giymiş. Başında, rengârenk yağlık denilen bir örtü bulunuyor. Buna birçok yerde yazma da deniliyor.
Teyzem, bizi görünce ağlayarak ayağa kalktı. “Guzularım, hoş geldiniz. Ne eyi eddiniz de geldiniz.” diyordu. Elini öptük. Bizi Unutmamış. “Gurban olurum size.” diyordu içten gelen duygularla…
Evin önüne direkler çekilip üzerine atermit konularak bir gölgelik yapılmış. Yanlara iki tane sedir ve küçük bir masa konmuş. Birkaç tane sandalye var. Hayvanlar, içeri girmesin diye tel örgü ile kapatılmış. Küçük bir kapı koymayı ihmal etmemişler. Bu kapıdan içeri giriyorsunuz.
Avluda ise büyük bir dut ağacı var. Ağacın altına bir çardak kurulmuş. Belli ki yazın burada oturulup serinleniyor. Bir de masa bulunuyor. Bundan da yemeklerin burada yenildiğini anlıyoruz. Ev, küçük bir tepenin üzerinde olduğu için diğer tarlalara, ovalara kuş bakışı bakıyorsunuz. Alabildiğince yeşillik görüyorsunuz…
Hemen az ileride bir ağaç üzerine iki küçük tavuk kümesi yapılmış. Bir tanesinde yumurtalar var, diğerinde iki tane tavuk bulunuyor. Zaten köy demek, tavuk, yumurta, inek, süt, yoğurt, peynir demek. Bunlar olmazsa köyde yaşam da olmaz. Köylünün yaşam biçimi bunlar. İnsanı hayata bağlayan, geçimini sağlayan etkenler… Teyzemin de bunlardan uzak kalması düşünülemezdi…
Arka tarafta nar ağaçları, incir ağaçları, zeytin ağaçları, yenidünya ağaçları, mersin ağaçları var. Başka isimlerini bilmediğim birçok ağaç var. Su bol. Her yanda su akıyor. Toprak verimli. Ne ekerseniz yetişiyor…
Evin aşağısı tarla. Burada evler dağınık vaziyette. Kardeşler veya akrabalar dışında evler birbirine hayli uzak. Herkes evini tarlasının başına yapmış. Engebeli bir arazi görünümü var. Yer yer tepeler, yer yer düz ovalar birbirini takip ediyor. Çiftçilik ve hayvancılık köyün tek geçim kaynağı.
Ağaçların altında inekler bağlı. Bol süt veren inekler. İneğin biri de satılmış. Teyzemin demesine göre “Beleşe gitmiş.” Tavuklar etrafta cirit atıyor. İki tane de köpek var. Bir tanesinin ayağı aksak. Bir araç tepelemiş. Veterinere götürmüşler. Ama köpeğin ayağı iyileşmemiş. Böyle kalmış. İri, beyaz ve güzel bir köpek. Diğerinin ise vücudu kahverengi, yüzü siyah; daha küçük bir köpek. Onlar da aramızda dolaşıp duruyor. Birbirleriyle dalaşıyor, oyun oynuyorlar…
Zahide, hemen kahvelerimizi yapıyor. Konuşkan, cana yakın ve sempatik biri. Daha evlenmemiş. 2 yıllık üniversite bitirmiş. Eğitimli ve kültürlü biri olduğu her halinden belli oluyor. Kendinden emin hali ve konuşurken seçtiği sözcükler, bunu ortaya koyuyor. Halk Eğitimi’nde dikiş nakış hocalığı yapıyormuş. Oturup sohbet ediyoruz. Kendisini anlatıyor. Kadirli’den, köyden, çalıştığı yerden söz ediyor. Böylece iyice tanışmış oluyoruz…
Biraz sonra teyzemin oğlu Cengiz ve büyük kızı Güngör geliyor. Tanışıyoruz. Sarılıp kucaklaşıyoruz.
Cengiz, üzerinde siyah ağırlıklı bir tişört giymiş. Onun da ayağında Adana’nın meşhur kara şalvarı var. Çok rahat olmasından dolayı burada tüm çalışanlar şalvarı tercih ediyor.
Güngör ise bizden büyük. O da diğerleri gibi güler yüzlü. Yörenin tüm özelliklerini taşıyor üzerinde. Bütün kardeşler birbirine tıpa tıp benziyor. Esmer yüzlü ve sıcakkanlılar. Hepsi de içten ve samimi davranıyorlar.
Cengiz, çok efendi bir kişi olarak dikkatimi çekiyor. Çok konuşmuyor; ama hepten de susmuyor. O da diğerleri gibi güler yüzlü. Sohbeti hiç sıkmıyor. Sadece yeri geldiğince konuşuyor. Boş, uzun sözlere hiç girmiyor. Sözü bittiğinde susuyor. Efendiliği hemen kendini gösteriyor. Bakınca bir güven duyuyorsunuz. Benim yaşımda, esmer, orta boylu, saçları beyazlamaya yüz tutmuş biri. Çalışkan ve üretken biri olduğu her halinden belli. Geldi geleli boş durmuyor. Hem bizimle ilgileniyor, ineklere yem veriyor, su veriyor; hem de tavukları besliyor…
Bayanlar, hemen yemek yapmaya başladılar. Tabi yörede köy yerlerinin en vazgeçilmez yemeği bulgur pilavıdır. Tereyağı ile yapılan pilavın tadına doyum olmaz buralarda. Mükellef bir bulgur pilavı yapılıyor. Benim için de ayrı bir pilav yapıyorlar. Üzerine de haşlanmış tavuk parçalanarak konuyor. Yanında Kadirli turpu, tere ve çeşitli yeşillikler var. Salata özenilerek yapılıyor. Yoğurt unutulmuyor tabii. İçli köfte ve mantı da hazırlanmış. Zaten içli köfte Kadirli’nin milli yemeği. Olmazsa olmazlarından. Nereye giderseniz gidin, hangi eve varırsanız varın sizi misafir ederler ve içli köfte yedirmeden bir yere göndermezler…
Masa, kısa sürede yemeklerle donatılıyor. Yemeklerimizi afiyetle yiyoruz. Yemekler gerçekten çok lezzetli. Özellikle mantı ve içli köfte bir harikaydı bana göre. Baharatları tam kıvamında atılmış. Ve yemek de tam kıvamında pişmişti. İnsanın yedikçe yiyeceği geliyordu. Ama ben, hep diyette olduğumdan ölçülü bir şekilde yiyebildim. Aşırıya kaçmadan, tam tadında…
Tabii yemek esnasında sohbete devam ediliyor. Genelde hep geçmiş yıllar konuşuluyor. Dedemizi, ninemizi, dayılarımızı konuşuyoruz. Anılar tek tek canlanıyor. Herkes yaşadığı, unutamadığı bir anısını anlatıyor.
Yemekten sonra koca bir çaydanlık çay demleniyor. Tam kıvamını almış bu çayın içimine doyum olmuyor. Doğrusu gerçekten güzel demlenmiş. Koskoca dut ağacının altında, serin bir havada en zevkli, en güzel çayımızı içtik diyebilirim. Öyle ki içtiğim çayın sayısını ben dahi unuttum. En az 6-7 bardak çay içtim diyebilirim. Fazla dahi olabilir. Çay, o kadar güzel demlenmişti ki içmemek mümkün değildi…
Teyzem, civar köyleri de tanıttı bize, “Gelirken Şabaplı Köyü’nün içinden geçtiniz. Önceden orası da köy idi. Şimdi Kadirli’nin bir mahallesi oldu. Yanarateş Çiftliği’nden geçtiniz. Hemen ileride İlbistanlı Köyü var. Aşağı tarafına Balıklağa deniliyor. Orada Hasan Dede Türbesi var. Hasan Dede, bir çoban imiş. Ermiş, keramet sahibi bir adammış. Çobanlık yaparken bir gün demiş ki, benim abamı nerede bulursanız oraya türbemi yapın, sonra kaybolmuş. Bir daha gören olmamış. Abası burada bulunmuş. Buraya da türbesini yapmışlar. Herkes buraya geliyor. Ona dualar okuyorlar. Adakta bulunuyorlar. İş isteyenler, aş isteyenler, hasta olanlar, çocuk sahibi olmak isteyenler buraya gelip dua ediyorlar. Dertlerine derman ve şifa arıyorlar. Uzak yerlerden dahi dua için gelenler oluyor. Hemen karşıda Binboğa Köyü var. Onun altı Dikirli Köyü. Irahmatlık Goca Fadıma Dezzenizin Köyü. İleride de Alibeyli Köyü var. Orası şimdi Belediyelik oldu. Büyüdü. Şeher gibi oldu.” diyor…
Yemekten sonra, zeytin toplayanlar tekrar çalışmaya gidiyor. Cengiz, bize ayıp olmasın diye bizimle kalıyor.
Akşama kadar sohbet ediyoruz.
Her şeyin sonu olduğu gibi bu sohbetin de sonu geliyor. Vakit çabuk geçiyor. Artık akşam olmak üzere. Biz, “Artık kalkalım” diyoruz. Eniştemiz olan İbrahim Bey, “Biz, size bağlıyız. Ne zaman isterseniz kalkabiliriz” diyor. Biraz daha oturup, “Hava kararmadan yola çıkalım” diyoruz.
Unutulmaz günlerimizden birini daha yaşıyoruz. Yıllarca görüşemediğimiz akrabalarımızla tanışmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Ama bu mutluluk yerini biraz sonra tekrar hüzne ve sessizliğe bırakıyor. Çünkü ayrılık vakti geldi. Nasıl geçtiğini anlamadığımız bir günün sonuna geliyoruz…
Teyzemizin ellerinden öpüyoruz. Herkesle ayrı ayrı tokalaşarak sarılıyoruz. Samimiyetle, içtenlikle vedalaşıyoruz. Kendilerini Kıbrıs’a davet ediyoruz. “Orada bir kapınız var. Ne zaman uyarsa buyurun gelin, bekleriz. Mutlaka bekliyoruz” diyerek araçlara biniyoruz. “Uyarsa bir gün geleceğiz” diyor Cengiz.
Araç, bu defa diğer yoldan gidiyor. Ana yola çıkıyoruz. Asfalt yol burası. Kadirli’ye yöneliyoruz. Güneş gerimizde kalıyor. Karakütük Köyü, ağaçlar arasında görünmez oluyor.
Güneş, yavaş yavaş gücünü kaybediyor. Torosların arkasına saklanarak kendini kaybediyor. Artık akşam, kendini hissettirmeye başlıyor…
Kısa bir süre sonra Kadirli’ye giriyoruz… Hemen girişte enişte beyin evi bulunuyormuş. Evi bize göstererk “Bizim fakirhane de burası. Ne zaman Kadirli’ye gelirseniz, buyurun beklerim. Misafirim olursunuz.” diyor… Biz de teşekkür ediyoruz kendisine…
Ve eve geliyoruz. Ayrılık vakti, veda vakti.
Enişte bey bizi tam aldığı yerde bırakıyor. Vedalaşıp ayrılıyoruz. Bu defa onlar gidiyor, biz, arkalarından bakakalıyoruz…
Karakütük ve akrabalarımız tekrar anılarımıza kazınıyor. Ama kalbimizde daha şimdiden yerlerini alıyorlar. Onları unutmayacağız. Gerçekten onları çok sevdik. Samimiyetleri, misafirperverlikleri bizi kendilerine bağladı.
Umarım bu sevgi bağı, burada kalmaz ve büyüyerek daha çok gelişir…
Teyzeme, teyze çocuklarına, torunlara ve enişte beye sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum…
Akrabalık gibisi var mı?
YORUMLAR
Samimi bir yazı idi. Aynı kültürün bir ferdi olarak; bir Andırınlı olarak, resmettiğinin bu hatıranın içine ben de girdim, diyebilirim. Andırınlı olmak Kadirli'yi ikinci memleket bilmektir. Her ne kadar ilçe merkezini bilsem de birkaçı haricinde köylerine aşina değilim. Ama gidip Karakütük'ü göresim geldi açıkçası.