- 279 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Öykü
SERVİSCİ MÜMTAZ’IN ÖĞRETMEN KIZI
Ege’nin şirin kasabası Dere boyu halkı, güne telaşlı uyandı. Üniversite sonuçları açıklanacaktı. Mümtaz efendinin ortanca kızı Elif, çok uzak yerlerden bir okul gelmese bari diye mırıldanıyor, içi içini yiyordu. Dokuz Eylül Üniversitesinde okumak, en büyük hayalîydi. En çok sevdiği öğretmeni Serpil Hanım, sık sık okul yıllarını anlattıkça, içinden buraya karşı tarifsiz bir sevgi oluşmuştu. Doğup büyüdüğü bölgenin illeri olan Afyon, Uşak, Denizli, Aydın Eğitim fakültelerinden bir bölüm gelirse de razıydı. Bölgeden çok uzaklaşmak istemiyordu. Babaannesi;
” -Yavrum bildiğinin bir huyu, bilmediğinin bin huyu olur” kabilinden, uzak diyarlar biraz korku veriyordu.
Ancak öğleye doğru, Menderes kasabasından, dükkân komşusunun telefon işi yapan küçük kardeşi Zafere ulaşıldı. Sınav sonucunu öğrendiğinde, istemediği bir yer gelmişti. Uşak Eğitim Fakültesi, sınıf öğretmenliğini kazanmıştı. Çok memnun olmasa da, bu coğrafyadan uzaklaşmadığına sevindi.
İkinci sanayi bölgesindeki, çatısı en yüksek servis, Benli Hürünün tek mahdumu Mümtaz’a aitti. Babadan kalan birkaç dekar üzüm bağını, paraya dönüştürmüş, Ege’nin incisi ilde, marka kamyonetinde servis bayiliğini almayı başarmıştı. Evle beraber, kalan üzüm bağı da ipotek altında idi. Dört çocukla hayata atılmış, büyük oğlan Şerafettin, yanında en büyük yardımcısıydı. Endüstri Meslek Lisesinden sonra, iki yıllık Manisa Demircilik Meslek Yüksekokulunun Motor bölümünü bitirmesi, servis için iyi bir vitrin oluşturmuştu. Mektepli olmak, bugüne kadar baba ile bu mesleği yapmak, iyi bir çevre edinmede etkili oluyor, ancak yetmiyordu. Teknoloji her geçen gün ilerliyor, sizin de ona göre kendinizi yenilemeniz gerekiyordu. İnovasyon ve otomasyon çağına doğru hızla bir gidiş, kendini iyiden iyiye hissettiriyordu.
Mümtaz efendi, Şerafettin’i karşısına aldı,
” -Bak oğlum servis işi, adının belli olmasından, gelir giderinin sabit olmasından dolayı iyi bir tarafı var, ne yaptığını biliyor, akşam olunca rahat bir uyku uyuyorsun. Ancak sen de bilirsin ki, şu ana kadar istenen aylık standardı yakalayamadık. Demem o ki, kendimize TIR ortağımız Sarıcaların Zeki’yi de alsak ne dersin” diye fikrini almak istedi. Şerafettin önce olmaz der gibi bir tepki verdi, sonra;
”- Baba, biz bu işin üstesinden geliriz “diye emin bir şekilde konuşmaya başladı.
”- Toplam yedi işçi çalıştırıyoruz” dedi.“-Sigorta borcumuz yok, hükümetin istikrar politikası da işe yararsa, işler açılır, hem artık çağ ağır sanayiden, dijital ortama, elektronik ortama doğru gidiyor “diye küçük bir bilgiçlik gösterisi yaptı.
Babası”-Oğlum yine de bazı sıkıntıları aşamadık, aynı işi yapan bu blokta üç servis oldu. İş yapmak, kazanç elde etmek zorlaştı “dedi. Akşam yemek sonrası, diğer çocuklarına da konuyu da açtı. Ortanca kız Elif;
”- Baba sen bilirsin, Sarıcalardan TIR ortaklığında, bir kötülüğünü görmedik. Hem denmez mi ”El, eli yıkar, elde, döner yüzü yıkarmış” diye. Bir teklif et istersen, ne diyecekler. Nasıl karşılayacak bir bakın “diye onayladığını gösteren cümleler kurdu. Sarıcaların büyük oğlu Bilal’de, İstanbul Üniversitesi Metalürji Bölümünde okuyordu. Teknik konulara vukufiyeti, Allah vergisi bir özellik arz ediyordu.
Elif, kredi yurtlar kurumuna müracaat etmiş, ancak çıkmamıştı. Kayıt için üniversiteye geldiklerinde, Liseden Matematik öğretmeni Yalçın beyin kızının 3.sınıfta okuduğunu ve evde kaldığını hatırladılar. Babasına durumu açmış, babası da;
”- Kızım kayıt işlerini halleder, oradan adresini alır, uğrarız, kalma konusu da sıcağı sıcağına konuşuruz” dedi. Her şey vaktinde yetişmiş, kayıt işlemleri mesai dolmadan bitirilmişti. Kalmak için verilen telefon numarasına ulaştıklarında, mezun biri olduğu için, bir kişi alabileceklerini, tanış ve aynı bölümde olması da bizim için başka bir güven konusu, dediler. Böylece ev işi halledilmişti. Birinci sınıf tanışma, vize, ev ortamı, yurt ortamı, aileden ayrı kalma sendromları, akademik başarı hesaplamaları derken çabuk geçti.
Servis işleri, Sarıcaların ortak olması ile daha da iyiye gitmeye başladı. İşler açıldı, o yıl devlet planlamadan on işçinin üzerinde, işçi çalıştıracaklara teşvik haberi, bu işin kaymağı oldu. Serviste çalışan İşçi sayısı, üç ay içinde, on yediye çıkmıştı.
Üzüm bağı için, beton direklerin yenilenmesi gerekiyordu. Eldeki birikmişleri oraya aktardılar. İhracat için anlaşma yapılan ülkelerde, vize sorunu yaşanıyordu. Teşvik çıkmış, iş hacmi üç katına ulaşmıştı.
Şerafettin, genellikle cumartesi günü öğleyin, servisten çıktığında üzüm bahçesine uğramadan, eve gitmezdi. Sıcağın, rüzgârla birlikte hafif hafif estiği bir gündü. Bahçeye, güney kapıdan girdi. Yan tarafta, komşu Muhlis dayı ile selamlaştı. Sağlık, sıhhat durumunu, bilhassa yetim Yelda teyzeyi sual etti, torun Ahmet’i sormadan olmazdı. Sonra içerde tekli odada, üzerini değiştirdi. Dolaptan, bir bardak su aldı. Dede yadigârı kanepede, biraz dinlendi. Bahçenin aralarında dolaşmaya başladı. Rüzgârın attığı dalları, tekrar yerine uzattı. İri taşları kenara alarak, traktör geldiğinde esaslı bir temizlik yaparız diye, düşündü. Komşu Muhlis dayının yaptığı bir şey, dikkatini çekti. Bahçeden sürekli Muhlis dayı, kaplumbağaları topluyor, dere kenarına bırakıyordu. Bu durum Şerafettin’in dikkatini çekti.
”-Muhlis dayı, bırak hayvan ne zararı verecek ki, istemediği kadar yesin” dedi.
Muhlis dayı,
”-Oğlum, sen bilmezsin bunları girdimi batırır, ihraç malları sonra elimizde kalır “dedi. Şerafettin ertesi gün geldiğinde, kaplumbağa ters dönmüş, bir kuş, ağzındaki üzüm tanesini kaplumbağaya yedirmeye çalışmıyor mu? İnanılır gibi değil, dedi.”-Ey Yüce Allah’ım, her canlının rızkını ezelde, halk eden sensin “dedi. Din Kültürü hocasının” Çocuklar unutmayın kul, kendi rızkını aradığı gibi, rızıkta kulu ararmış” dediğini bugün gibi hatırlıyordu. İşte tam da bu hakikatin ve hikmetin tecellisi, gözü önünde gerçekleşiyordu.
Sarıcalarla, ortaklık iyi gidiyordu, TIR üzerinde bir şoför, bir ortak olarak Sarıca Remzi, uzun yola gidiyorlardı. Bulgaristan üzerinden Norveç, İsveç’e yük taşınıyordu. Daha çok Ege’nin çekirdeksiz üzümü, Aydın’ının İnciri ihraç mallar arasında oluyordu. İzmir İhraçcılar Birliği ile işleri yoluna koymuşlardı. Yolculukta, malın zamanında yerine ulaşması, yol ve trafik kurallarındaki incelikler, hep puan olarak size dönüyordu. Bulgaristan polisinin elinden kurtulup yola koyulmak, birçok zorluğun bittiği anlamına gelirdi.
Remzi bey, şoför Selahattin efendinin, bir dediğini iki etmez, tüm isteklerini karşılardı. Cep harçlığı, yemeği, istirahati uyulması gereken mesleğin altın kuralları idi. Ancak ters giden bir şeylerin olduğunu yılsonu, Mümtaz efendi ile hesaba oturduklarında anlamıştı. İlk sinyalleri o günlerde almıştı. Hesap, o yıl için açık vermiş, karayollarında kesilen cezalar da cabası olmuştu.
Aralarında, istenmeyen tatsız bir durum oluşmuştu. Sanayide servis işleri, her ne kadar iyi gitse de, TIR taşımacılığı zarar ettiği için, ayrılma noktasına gelindi. Mümtaz efendi, ya hisseni al, ya sat deyince, Remzi iyiden iyiye çileden çıktı.
” -Tüm borçlarınızı, bizim sırtımızdan ödeyin, servis işlerinizi sanayi bölgesinde parmakla gösterilecek hale getirin. Sonrada bizi, dört teker üzerinde uzun yolun kurbanı yapın, yok öyle üç köfte, yirmi beşe “diye ağzını bozdu. Araya giren, birçok hatırlı dostlara rağmen, bir türlü anlaşma sağlayamadılar. İş, mahkemeye kadar gitti. Mümtaz efendini kızı Elif, bu işin sonunun böyle olmasında kendini sorumlu tutarak,
”-Baba, ben istemiştim, Sarıcaların Remzi abinin TIR ortağımız olmasını, sonu böyle mi olacaktı” diye kendi kendine vicdan azabı çekmeye başladı.
Elif, son sınıfa gelmiş, uygulama olarak mezun olduğu ortaokulda, üç haftalık sıkıntılı bir staj dönemi geçirmişti. Öğretmen Yeterlilik sınavını bu yıl ilk defa, Milli Eğitim Bakanlığından YÖK devralmış, sınavları bu merkez yapacaktı. Bazı alanlarda öğretmen alımı, neredeyse mezun olanların yirmide biri kadardı. Beş kişi, on kişi gibi çok az öğretmen alan bölümler vardı. Elif, sınava girdiğinde meslek bilgisi, pedagoji ve genel kültür olmak üzere, üç alandan soru gelmişti. Sınav, oldukça iyi geçmişti. Atandığı okul açıklandığında, iki hafta içinde gerekli evrakların, Bakanlığın Temel Eğitim bölümüne, teslim etmesi istendi. İkinci haftanın Salı gününde, sınav sonuçları eline geçti. Bir koşuşturmayla, sabıka kaydı, tam teşekküllü heyet raporu zamanında çıkarıldı. Çarşamba akşamı, Selahattin abisi ile ver elini Ankara, ya doğru yola çıktılar. Sabah, gün ağarırken simitçilerin tatlı telaşı, servis araçlarının korna sesleri arasında Bakanlığa ulaştılar. İstenen evrakları, gayet tertipli ve düzen içinde vaktinde teslim ettiler. Şimdi, kararnameyi beklemenin, tarifsiz heyecanı içini kemirmeye başladı. Bulunduğu yerin rutin hayatı, Elif’i fazlasıyla yormuştu. Bu atama, hayata yeni bir başlangıç demekti.
Doğu Anadolu’nun en ücra şehrinin, merkezdeki Cumhuriyet ilkokuluna tayin olalı bir ay olmuştu. Mersinli, sınıf öğretmeni Nesrin’in yanında kalmak için, anlaşmada fazla zorluk çekmedi. Kış şartları, Ege bölgesi gibi değildi, ağır geçiyordu. Kar yağmaya başladığında, aralıksız yirmi dört saat sürdüğü oluyordu. Bazen evlerden yola, tünelden bir dehliz açıp, oradan gidip geliniyordu. Karın fazla yağdığı zamanlarda şehirde, fırından başka işyeri açılmıyordu. Adeta, hayalet bir şehir olup çıkıyordu.
Elif, ertesi günün plan defterini, inci misali yazısı ile bitirdi. Yan odadaki Nesrin’e seslendi. Bir cevap gelmeyince, defteri masaya bırakıp, merakla odaya doğru parmaklarının ucuyla yürüdü. Nesrin, anı defterini göğsüne bastırmış, uyuya kalmıştı. Kesik kesik nefes alıp veriyordu. Elif, usulca seslendi. Nesrin, bir gözü ile Elif’e baktı. Tekrar soluna döndü, lakin uyku sırası değildi. Kalktı, yüzünü yıkadı, adam akıllı uykusu kaçmıştı. Daha yazacakları vardı. Elif, istemeyerek deftere doğru baktı, nedir böyle göğüs kafesinde ısıttığın, bu evrakı metruke der gibiydi. Kişinin özeline girmek, hiç âdeti değildi. Sorduğuna pişman olmuştu ama hiç beklemediği bir cevap geldi.
“-Anı defterimi, özellikle okumanı istiyorum Elif, dedi. Bu, bir milletin varoluş destanın, edebiyat hafızasının satır aralarıdır. Özgün ama özel değil diye, hatırlatmada bulundu.
Elif, son ders bitiminde alacağı mutfak malzemelerini, not aldığı kâğıdı tekrar kontrol etti. Çantasının küçük gözünde, iki katlı vaziyette duruyordu. Paltosunu aldı, örtüsünü taktı. Bismillah dedi, arka caddede bulunan köşedeki manavdan, alışverişini yapmak üzere yola çıktı. Gördüğüne inanmak istemedi, Marketin yanındaki Eczaneden, TIR ortakları Remzi dayının Metalürji öğretmeni Bilal, elinde bir poşetle çıkıyordu. Önce insan, insana benzer diye düşündü. Kendinden önce okulu bitirdiğini biliyordu, ancak bu branşın atamasının zor olduğunu bildiği için, kuş uçmaz kervan geçmez bu diyarda, karşılaşmayı hiç düşünmemişti. Alışverişi unutmuştu, postaneye uğradı, sıra bekledi, babasına titrek ses tonuyla yaşadıklarını özetledi. Babası;
“-Kızım, Bilal’in O’ raya tayinin çıktığını biliyorduk, senin için parti il başkanı ile de bir görüşmemiz oldu. Kız çocuğu olduğunu, mahkemelik birinin çocuğu ile aynı ilde görev yaptıkları için, evladımıza zarar vermesinden korktuğumuzu söyledik. Tayinin için uğraşıyoruz. En küçük rahatsızlık ve tehdit iması içinde dahi olsa, hemen karakola ve savcılığa suç duyurusunda bulunabilirsin “diye hatırlatmayı da ihmal etmedi.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı provaları için, şehir stadına gidilmişti. Bilal, istemeyerek de olsa Elif ile göz göze geldi. Tedirginliği ve çaresizliği, ortaklarının lakapları gibi renginin sararmasına mani olmamıştı. Bilal, ne yapıp, ne edip konuşmanın bir yolunu aradı. Öğleden sonra dersi olmadığı için, vaktinin müsait olduğunu düşündü. Okul çıkışında bekleyip, konuşmaya karar verdi. Zira bir şeyin şüyu, vukuundan beterdi. Kadının namusu olurda, erkeğin olmaz mı diye, kendi kendine moral vermeye çalıştı. Güçlü bir savunma mekanizması hazırlamıştı. Elif, bir bayan öğretmen arkadaşıyla merdivenlerde göründü. Bilal yaklaştı, ansızın karşısına çıkmasıyla, vereceği refleksi tahmin ediyordu.
“-Elif hanım, vaktiniz varsa, ayaküzeri de olsa konuşabilir miyiz” dedi. Elif, arkadaşının arkasına doğru kaçar gibi yapıp, titrek sesiyle;
“-Beni rahatsız edersen, en yakın karakol şu binanın arkasında “diye tehditkâr bir ifade kullandı. Bilal, söyleyeceklerini makinalı tüfek gibi, seri bir şekilde sıraladı.
“-Aileler arasında yaşanan, istenmeyen bir konudan dolayı bizlerin asla sorumlu olmamamızın gerektiğini, bizler, hakkı, hakikati, kul hakkını, İslam ahlak ve inancını yaşamaya çalışan eğitimli insanlarız “dedi.
Yanındaki arkadaşı, Bilal’in, bir bayana zarar verecek karakterde biri olmadığını anladı. Biraz geri çekildi,
“-İsterseniz, siz yürüyerek konuşun” dedi.
Bilal;
“-Sana, bazı şeyleri özellikle hatırlatmak isterim. Bir erkek olarak, elbette zarar vereceğimi düşünmüşündür. Buraya atamanın yapıldığı günün, ertesi sabahında, savcılığa ve emniyete giderek gerekli bilgileri verdim. Özür grubundan tayin istemiştim, yeni görev yerim belli oldu. İç Anadolu’da küçük ve şirin bir ilçeye gidiyorum” dedi.
Elif, bütün bunların blöf olmamasını, canı gönülden temenni etti.
Sabah okula gittiğinde, arkadaşları, tayini çıkan Manisa’lı Bilal’in, Van’ın Edremit ilçesi yakınlarında, yeni aldığı Şahin araba ile kaza yaptığını konuşuyorlardı. Bir TIR ‘a arkadan çarpmış, yoğun bakıma kaldırılmıştı. Lavaboya geçti, istemeyerek de olsa gözlerinden boşanan yaşları sildi. Allah, acil şifalar versin diye, sessizce dua etmeye başladı. Mertliğin, masal dünyasında geçen, cılız bir ritüel olmadığını daha iyi anladı.
İnsanlık, bazı hatıraları, acıda olsa yaşamaya devam ediyordu. Eğitim dünyasının naif bedenleri, bu “uzun bir hikâyeymiş” diyebileceğimiz zorlukları, sonsuz diyarlara doğru taşımayı, dün olduğu gibi bugünde, kutsal bir görev biliyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.