- 344 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Şeytan bizimle ne zaman takılmaya başlar?
Ergen filmlerinin pek sık tekrarlanan bir klişesidir: Finale yakın esas oğlanımız/kızımız bir uyanma yaşar. Nasıl bir uyanmadır bu? Büyük ihtimal lider olarak başladığı görevinde, esas oğlan/kız elbette bundan aşağısı olamaz, aslında ekiptekilerin yardımına da ihtiyaç duyduğunu farkeder. Sırf kendisine güvenmenin başarıyı getirmediğini görür. Ve bu uyanışın ardından önce ’etkileşim’ sonra ’başarı’ gelir. Yani önce kulaklar açılıp nasihat/yardım alınır. Sonra gereği yapılır. Fakat bu faslı çabuk geçelim. Filmlerin değil insanların klişelerini konuşacağız çünkü. Peki ’insanların klişeleri’ni bize en güzel kim anlatır? Elbette Ustalarının Kelamı anlatır.
Bugün de seni Zuhruf sûresinin şefkatli eteklerinde dinlendireceğim arkadaşım. Tam olarak dinleneceğimiz yer de, kısa bir mealiyle, şurası: "Kim Rahman’ı zikretmekten gafil olursa yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz." İşte, bu ayet-i celileyi bir pencere yapıp, Rahman ism-i şerifine onunla bakalım istiyorum. Tefekkür edelim arzu ediyorum. Çünkü, başka bir ismin değil de, ’Rahman’ın burada anılmasının mühim bir hikmeti var diye düşünüyorum.
Hatta o hikmetin bir yüzü de ta Alâk sûresindeki şu manaya bakıyor bence: "Gerçek şu ki, insan, kendini yeterli görerek azar." Unutmadan alıntılayalım. Başka bazı mealler de bu hakikati şu şekilde ifade ediyorlar: "Şüphesiz, insan, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşıverir."
Daha evvel de bir yazımda altını çizmeye çalışmıştım: Rahman’ın zikri Vedûd’un zikri gibi değildir. Zâhirde ikisi de aynı Allah’ın güzel isimleridir. Evet. Bu doğru. Fakat Rahman isminde bir hiyerarşinin iması da vardır. Misal: İnsan, ism-i Vedûd penceresinden bakarak, "Rabbim beni seviyor. Ben de onu seviyorum!" diyebilir. Fakat, hâşâ, benzeri şöyle bir cümle söyleyemez: "Rabbim bana rahmet ediyor. Ben de ona rahmet ediyorum!" Bunu söyleyemeyişinin sebebi, işte, ’Rahman’ın içinde barındırdığı hiyerarşidir. Rahmetin konuşulduğu her yerde bir ’veren el’ bir de ’alan el’ vardır. Makamlar birbirininden ayrıdır. İltibas olamaz. Bu açıdan diyebiliriz ki: Rahman ism-i şerifi ’cemal içre celal’ içerir. İnsana hem müjde olur hem had bildirir.
Bu bağlamda artık şunu da diyebiliriz sanki: Rahman isminin manasını hatırında tutan insan kendisinin yetersizliğini de hatırında tutar. Onu zikreden şunu da zikreder. Yani, Cenab-ı Hakkın rahmetinin şuurunda olmak, insanın kendisinin aczinin/fakrının şuurunda olması anlamına da gelir. Yaa? Nasıl? Yukarıda söyledim ya arkadaşım: Rahman’ı zikretmek ’veren el’i hatırlamaktır. Veren eli hatırlayansa kendisinin ’alan el’ olduğunu da ister istemez hatırlar. Onu hatırlamak, elhamdülillah, şunu da hatırlamaktır. Biri birisiz olamaz. Aydınlatanın güneş olduğunu kabullenmek onsuz herşeyin karanlıkta olduğunu da dolayısıyla kabullenmektir. Şuur şuuru getirir.
Peki Rahman zikredilmediğinde şeytan nasıl insana musallat oluyor? Şunlar arasında nasıl bir ilgi var? İşte ona bakmak için de Elias Canetti’nin İnsanın Taşrası’nda dediği birşeyi hatırlamak gerekiyor. Hatırlayalım: "İnsan, öylesine gururlanır ki, kendisini artık kimseyle ölçmez. Artık korktuğu kimseye güvenmez. Yalnızca kendisine hayran olunan yerde güven duyar. Yaptıkları gittikçe azalır. Sonunda, gururunu tehlikeye sokmamak için, hiçbirşey yapmaz olur."
Rahman’ın bizdeki çağrışımlarını yitirmenin de böylesi bir sonuç vereceğini düşünüyorum. Hatta, yukarıda zikrettiğim, Alâk sûresindeki ifadenin de bir yanıyla buna baktığına kaniyim. İnsan kendisini kendisine yeter gördükçe azgınlaşıyor. Hem de ’gaz verici manipülasyonlara’ açık hali geliyor. Neden? Çünkü kimseye ihtiyacının kalmadığını sanrılıyor. İhtiyaç kalmaması ne demek? Dışarıyla etkileşimin yitirilmesi demek. İnsanın kendisine kapanması demek. Tenkid/nasihat duymaz olmak demek. Canetti’nin belirttiği şekilde ’kendini artık kimseyle ölçmemek’ demek.
Halbuki dengemizi bulabilmemiz için dışımıza ihtiyacımız var. Kıvamında bir "Hooop!" işitmek herkesin ihtiyacı. Muhtaç olduğumuzu bilmek, fakir olduğumuzun şuurunda olmak, karakterimizi olgunlaştırıyor. Şımarıklığımızı veya ’şımarabilirliğimizi’ alıyor. Yanıbaşımızdaki şeytanı susturuyor. İnsan kendisini aciz görmediğinde, yani ki ’alan el’ olarak tanımadığında, istikametini de yitiriyor. Tutunacağı zemini kaybediyor. Daha doğrusu: İçinin yerçekimini kaybediyor. Herşey kibirle havalanıyor. Nereye/kime çarpacağı kestirilemez şekilde yörüngeler dağılıyor.
"Allahu’l-a’lem!" kaydıyla söyleyelim: Belki biraz da bu nedenle, ayet-i celilede, Rahman’ın zikrinin terki ile insana ’yanından ayrılmayan bir şeytanın musallat olması’ beraber anılıyor. Birisi ötekine iliştiriliyor. Beridekinin ötekini doğuracağı hissettiriliyor. Çünkü Rahman’ın zikrini terketmek asl-ı insanın ne olduğunu hatırlamayı da bırakmaktır. Yani bir tür ’kendine körleşme’dir. Mühürlenmedir.
Evet. Aynen budur. Bediüzzaman’ın, ahirzamanda acz/fakr bilincine bu denli vurgu yapması, yani sıklıkla anması, mezkûr bilincin günümüzde kem saldırılara maruz kalmasından olabilir mi? Belki de... Belki de bu vurgunun hikmeti hakikat yolculuğunun başının bu farkındalık olmasıdır. Demek modern insanın dalaleti daha psikolojik temellidir. Şimdi diyeceğimi de "Allahu’l-a’lem!" kaydıyla aklında tut arkadaşım: Aczini bilmeyen âdem olamaz. Çünkü istemeyene yardım edemezsin.
YORUMLAR
Ahmet bey,
Yeni nesil baharatlarla tatlandırmaya çalıştığınız Saidi Nursi, inanın çok yavan ve ucube bir tat oluşturuyor yazılarınızda...
Daha güncel daha orjinal düşüncelerle geliniz lütfen...
Ha...bilmeyen yer mi...yer.
Kalın sağlıcakla.
belkibirharfimben
belkibirharfimben
Ethem_Namık
Dedimya onları ayakta tutan o dur. Yoksa boş çuval gibi çöküş yaşarlar en hafifinden.
Allah'a emanet olunuz.