- 374 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Sakın kanatlarını küçük görme kelebek!
"Biz, onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’ân’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun." Fussilet sûresi, 53.
Benzeri daha birçok yapım var ya, yine de, Kelebek Etkisi’nin ’etkisi’ başkadır. O filmi izlediğim günlerde, ilkinden bahsediyorum, ben de geçmişe dönüp yaptığım yanlışları düzeltebilmeyi hayal ederdim. Hepimizin bir/birkaç ’keşke’si vardır şu hayatta. Belki bazılarımızın daha çok. Her neyse... Sonra filmin başarısının içimizdeki bir yaraya dokunduğu için olduğunu anladım. Daha doğrusu (z)anladım. Zannettim. Yani üzerine kurgulandığı dileğin fıtratımızda karşılığı vardı. Böyle birşeyin imkanını hemen herkes bir parça arzulardı. Çünkü yanlış seçimlerimiz boldu. Düzeltmek istediğimiz hatalarımız çoktu. Hatta, hata olması da gerekmez, ’daha iyisini’ yapabilmek için bile geçmişe dönmeyi arzulardık. Bu ’kurgunun içimizdeki şahidi’ydi. Ve içimizde bir şahit bulan kurgular, o şahidin doğrulayıcı ellerinden tutarak, piyasada daha başarılı oluyordu.
Hani Bediüzzaman 20. Söz’ün hemen başlarında şeytanın kendisine sorduğu bazı suallerden bahseder. Kur’an hakkındadır bu sualler. Ve mezkûr bahis boyunca bu suallerin cevaplarını verir. Bir tanesi şöyledir: "Âdem’e secde olan hadise sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’ân umum ehl-i akla ders veriyor?" Gerçi metnin ne söylediği açık. Fakat yine de bir parça okurlarımıza yardımcı olalım: Hz. Âdem aleyhisselama tüm meleklerin secde ettiğini, ancak iblisin kaçındığını, anlatan kıssayı bizim laboratuvara sokup "Buldum. Tamam. İşte böyle olmuş!" diye isbat edebilmemizin bir imkânı yok. O halde "Akıl etmez misiniz?" veya "Hiç düşünmez misiniz?" gibi ifadelerle sık sık ’aklî bir metin olduğunun’ altını çizen Kur’an-ı Hakîm neden böylesi şeyleri bize naklediyor?
Mürşidimin cevabı uzunca. Hepsini alıntılamanın imkânı var ama hikmeti yok. Fakat, elhamdülillah, işin şifresini söylediği özetleyici bir cümlesi var. Onu hatırlamak pekçok müşkülümü çözmüştür. Bu nedenle aktarmak isterim: "Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Yani gaybî olan küçük bir olayın bize nakledilmesi illa onu ’laboratuvarda bir fizik formülü gibi’ isbat edelim diye değildir. Ya ne içindir?
Öğrettikleri hakikatin, yani ’düstur-u küllî/kapsamlı düstur’ ve ’kanun-u umumî/genel kanun’un izlerini başka yerlerde de arayalım, görelim, okuyalım ve istifade edelim diyedir. Yani, tabir-i caizse, ’kıssadan hisse’ alabilmemiz içindir. Mesela: Mezkûr kıssanın da öğrettiği şeyin bir yanı şudur: Kötülük insanın yanında değildir. Kârına değildir. Kötülükle kemale ulaşılmaz. Kem aletle kemalat olmaz. Nasıl ki en başta şeytan, tüm şerir şeylerin ilk temsilcisi olarak, Âdem aleyhisselama düşman olmuştur; öyle de; onun beşere fısıldadığı her çirkin şeyin ucu da illa insanın aleyhine bir sonuca çıkar/döner. İsterse başlarda faydalı görünsün. Ne hırsızlık, ne sarhoşluk, ne de zorbalık eyleyenlerin hayrına netice vermez. En nihayet sonu şöyledir: "Zulüm ile âbâd olanın akıbeti berbat olur." Misallendirmeme gerek bile yok. Tarihte örneği çoktur.
Bugünlerde Şurâ sûresini okurken, benzeri başka sûrelerde de bulunan, şu mealde bir ayet-i kerime çekti dikkatimi: "Azabı gördüklerinde zalimlerin ’Dönecek bir yol var mı?’ dediklerini görürsün." Amenna. Saddakna. İnanırız. Doğrularız. Azabı gördüklerinde zalimler dünyaya dönüp yaptıklarını telafi edebilmeyi dileyeceklerdir. Fakat mesela işte bu da bir ’gaybî hâdise’dir. Yani beş duyu organımızla görüp, duyup, koklayıp, tadıp, hissedip, bilebileceğimiz birşey yoktur ortada. Laboratuvara sokup isbat edebileceğimiz birşey yoktur. Peki, Kur’an-ı Hakîm, bunu bize naklederek neyi murad etmektedir?
Mürşidimden aldığım gözlükle verebildiğim şöyle bir cevap var: Aslında bu ayet-i kerime de bizlere, sadece bir olayı değil, bir kanunu haber veriyor. Yani bunun nümunesi her an insanoğlunun içinde/hayatında yaşanıyor. Hepimiz hatalarımızın kötü sonuçlarıyla karşılaştığımızda geriye dönüp birşeyleri değiştirmeyi arzuluyoruz. Herşeye yeniden başlamayı istiyoruz. "Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler!" diyoruz. Bu aslında binlerce yıldır, hatta Âdem aleyhisselam cennetten indirildiğinden beri, insanoğlunun hayatında tekrar edegelen bir kanun. Tevbelerimizi bu yüzden ediyoruz zaten. Kalan kısmı hatalarımızın elinden kurtarabilmek adına. Fakat azap vakti?
Azap vakti böyle birşeyim imkanı var mı? Yok. O gün tevbelerin kabul edilmeyeceği gün. Doğruyu farketmenin farkedene fayda sağlamayacağı zaman. (Allah nefislerimizi o gün zarara uğramaktan muhafaza eylesin.) Kur’an-ı Hakîm aslında bize nümunelerini hemen her zaman yaşadığımız bir haleti hatırlatarak aklımızı başımıza devşirmemizi emrediyor. "Nasıl ki dünyada pişmanlıklarınızı geriye dönüp gideremiyorsunuz, sonuçlarıyla yaşamak zorunda kalıyorsunuz, eğer ayağınızı denk almazsanız ahirette de bunun, hem de en feci bir sûrette, yaşanacağından şüpheniz olmasın!" diyor. Bizi boşvermişliğin çözüm olmadığını bildiğimiz yerden vuruyor. Evet. ’Kelebek etkisi’ hepimizin hayatında bir risk olarak var. Kanat çırpışlarımızı küçük görmemeliyiz. Belki bu yüzden ulemamız diyor: "Küçük gördüğün her günah büyüktür."