- 329 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
CAN EVLADI
CAN EVLADI
Yener, iş çıkışından sonra alış verip yapmış ellerinde paketler; eve erken dönerken, epeydir içinde çöreklenen sıkıntıyı derin nefes alarak bastırmaya çalıştı. Güne veda etmeye çalışan güneş ufku kızıla boyamış , gün batımı dinginliğinde evlere dönüşler başlamıştı bile. Uzayan gölgelere aldırmadan elinde alış veriş ettiği paketler, usunda çarpışan düşünceler adımlarını atarken avlu kapısının önünde eşini ve kardeşlerini görünce içi ürperdi. Saplanan öyle derin, tarifsiz bir acıydı ki, keskin bir bıçak saplanmış gibi yüreği kanamalı, paramparçaydı. Yüzlerine bakamadı bile, beklenilen haber gelmiş olmalıydı. İstemeksizin elini telefonuna attı, ondan fazla cevapsız aramanın olduğunu fark etti. Eşi Filiz; ’telefonla ulaşamadık sana , acele et hastahaneye gitmeliyiz işlemler için’ derken hıçkırıklara gömüldü.
üç aydan beridir ki Yener, annesinin yoğun bakımda umutsuz bir durumda yattığı günden beri hep gergin ve tedirgindi. Yapılması gereken her şey yapılmış, sonuç zamana bırakılmıştı...Buz gibi soğuk kokan, üzünç yayan hastahane koridorlarında beklemeler. Ve sonunda ölüm belgesi ile ilgili işlemler tamamlandı, annesini morgda bırakıp, hiç olamayacağı kadar hüzün dolu duygularla eve dönmek çok zor oldu. Yener, başsağlığı için; bir tarafta telefonla arayanlara ve eve gelen komşulara cevap verdi. Diğer tarafta da 3-4 gazeteye, ölüm ilanı bilgilerini eşi Filiz iletmeye çalıştı. Lefkoşa’daki ’İsmail Safa Cami’sinde öğle namazı sonrasında aile mezarlığına defnedilecektir canım annesi, yılların eskitemediği pespembe gül yanaklı annesini, çağın hastalığı alıp götürmüştü eskite eskite Saniye sultanı. Dört kardeşin büyü idi, iki kız kardeşi ve Ankara’da evli en küçük erkek kardeşi Kemal da bu acılı günde yanındaydılar. Babası annesinden yaşça 10 yaş daha büyüktü ve 5 yıldan beri de yatan yaşlı olarak babaevinde yaşamını sürdürüyordu. Ona nasıl söyleyeceklerini usundan geçirdi beyin damarları gerilirken. Öyle ya babasına ne söyleyeceklerdi? Şimdilik hastahanede tedavi için yattığını, öldüğünü söylememeye karar verip kardeşlerini ikna edip tembihledi.
Yaz başlangıcı olmasına karşın, sabah esintisi soğuk soğuk yüzüne vuruyordu. Eşi Filiz’i ve kızı Ayşim’i almadan hemen evden erkenden çıktı. Nasılsa Filiz ve Ayşim, sonradan Filiz’in arabasıyla gelirlerdi camiye. Gerekli cenaze defin işlemler akrabaların da yardımıyla tamamlandı cami avlusunda toplaşmaya başlanılmıştı, Başındaki ağrı çoğaldıkça çoğalmaktaydı, hiç dinmeyecekmiş gibi de beyni zonkluyordu. Yanına iri yarı yaşlıca birisi yaklaştı, ’ Başınız sağ olsun oğlum, sen Yener olmalısın’ deyip sarıldı sıkıca, gözyaşlarını tutamayarak. Yener şaşkınlığını belli etmeden gözlüklerini çıkarıp öylece baktı uzun uzun. Sesinden, yüzünden tanımadığı bu güzel giyimli, zengin babacan görünümlü, kanlı gözlerle şefkat dolu bakışlarla ona sarılan üzüntülü bey kimdi!
Mezar dönüşünde;. Ethem Bey; ’ben uzaklardaki dayınız Ethem Salih, Kıbrıs’a yeni döndüm Avustralya’dan. Bir rastlantı sonucu gazetede resmi ve ölüm ilanını gördüm, Bir on gün kadar oldu Kıbrıs’a döneli. Zaten sizleri bir tanıdıktan sorup bulmayı düşünüyordum.
Yener annesinden yurt dışında bir dayısının olduğunu vaktiyle anlatıp duruyordu. 35 yılı aşkın bir zaman geçmiş birbirlerinden haber alamamışlardı. En son 1974 Kıbrıs harekâtından önce Baf-Kukla Panayırında rastgele görüşmüşlerdi annesiyle dayısı, ki o zaman zaten Yener 10 yaşlarında olduğu için pek de hatırında kalmamış annesinin heyecanla o güzel rast geliş neticesinde anlattığı Ethem dayısını..
Gelen telefon üzerine Yener heyecanlandı içi acıyarak, annesinin yarı parçası dayısı Ethem Bey öğle yemeğine gelecekti bu pazar onlara. Eşi Filiz güzel yemek yapardı, hele hele fırın kebabını ve humusu. Tüm titizliğini ve yemek sanatını da katarak dostlukları, akraba muhabbetlerini pekiştiren şık bir sofra ve lezzetli yemekler yapmalıydı. Hazırlıklara başladığı sırada sabah kahvesine gelmişti Ethem dayı. Sabah kahvesi yanında turunç macunu (tane reçel) ikramı Ethem Beyin hoşuna gitti. Filiz gelinin içtenliği, gözlerinden taşan sevgi ışımasıyla, olgun duruşu, cana yakınlığı dikkatini çekmişti dayının. Filiz, kızı Ayşim ile öğle yemeği hazırlığı için mutfağa geçtiler, Yener de Ethem Dayı ile avludaki Verigo üzümü çardağına. Koyu gölgede kopkoyu sohbetlere başlamışlardı bile soğuk biralarını yudumlarken.
" Oğlum Yener, sen de benim oğlum sayılırsın. Avustralya’ya daha iyi bir geçince için göç etti; beni can evladı verdikleri yeni ailem. Annele biz, iki kardeştik başımıza o uğursuz felaket gelince dünyamız altüst oldu. Yazgımız da ona göre bambaşka bir durumda yazıldı. Annen Saniye belki anlatmıştır o eski olayları. Bizim neden hem yetim hem de öksüz kalışımızı. Zaten Saniye de ben de küçüktük ’ Can Evladı’ verildiğimizde. Saniye’yi, Lefkoşa Ortaköy’e beni de Baf köylerinden Kukla’ya çocukları olmayan ailelere vermişler. Ben, can evladı verildiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Eniştem Mustafa yani babanın köyünde kız kardeşimin gelin gittiğini yıllar sonra öğrendim. Saniye sanırım kaynanasından öğrenmiştir can evladı verildiğini". Yener, şimdilerde kullanılmayan, ama arada konuşmalarda annesinin hüzünlü gözlerle ’can evladı’ kelimesini kullandığını anımsıyordu. Kimi yöreler besleme, kimi yöreler evlatlık kelimesini kullanıyorlardı. Kim bilir ’can evladı’ kelimesi ; " her şeyim, kıymetlim, değeri ölçülmeyen" kelimelerini yükleyip kullanılması çok daha hoştu sanırım. CAN EVLADI...
" Altı yaşlarında ya vardım ya yoktum, Saniye ise iki üç yaşlarında; sabah kuşluk vakti bir bağrışmadır koptu verandada. Dedem tavukları yemliyordu ben de onun peşinde kümesin kapısındaydım. Horozun tavuklara göre daha süslü gösterişli oluşu ilgimi çekiyordu. Kırmızı kırmızı ibibiği, göğsünü, boynunu gere gere ötüşü, tavuklara sahip çıkışı hoştu. O esnada ne olduğunu anlamadan dedem yüksek sesle koşup kavgayı ayırmaya çalıştı. Korkunç bir bağrışma, kavga annem babamı korumak için araya girince adam elindeki keskin nacak ile babama saldırırken annem yere yığıldı. Ben Saniye’yi kucaklayıp uzaklaştırmak için üst kata, hanaya çıkardım. Ağlıyordu olup bitenleri anlamadan. Annemin ölümüne sebep olan Ahmet denen o uğursuz tarla komşumuzdu. hayvanlar ekinlerine zarar vermiş, ayrıca vereceği de varmış dedeme. Zamanında vereceğini verememiş, babam dedemin alacağı için istemede bulunmuş birkaç kez. Karın ağrısı tutunca kabadayılık yapayım derken cani oldu.
Ahmet canisi hapse gitti, annemin bu elim olay sonucu ölümünden sonra babam, göğsüne vura vura suçluluk duygusuyla hastalandı. O zamanın şartlarında doktora dahi gitmeden annemin kırkı dolmadan vefat etti. Dedem zaten yaşlıydı, ninemi kaybedeli beş yıl olmuş, ruh gibi yaşıyordu aramızda. Hem annemi hem de babamı kaybedince iyice çöktü. Ne bize ne de kendisine bakacak gücü de kalmamıştı. Konu komşu birkaç ay gidip geldiler. Ben sık sık ağlayan Saniye ile avluda suskun başım önde içimi çekip o buhranlı günleri yaşarken bize bir tanıdık ile orta yaşlı komşu Asiye teyze geldiler. Küçük dokuma battaniyesi ve üç beş eşyasıyla Saniye’yi gözyaşları içerisinde alıp götürdüler. Konuşmalardan çıkardığım şuydu: Saniye ’can evladı’ verilmişti. Dedem de altı ay sonra hastalandı, dayanamadı bunca acıya ve bir akşam üstü erkenden yatı daha da kalkmadı. Bunun üzerine büyük bir acı daha yaşattı yazgı bana. Üvey büyük amcam aldı yanına beni de. Yaşlı genaplam (yenge) çok huysuzdu. Bir hafta üzerine üvey büyük amcam katırla beni de Kukla köyüne can evladı olarak verdi.
Zor günlerin ardından verilen ailenin derin sevgisiyle ortaokulu yeni bitirmiştim. Ailecek Avustralya’ya göç ettik. Ben geçmişimin acısını büyülü bir kristal kürede hep sakladım; çünkü geçmişe ait hiçbir şeyin, eksilmesini, unutulmasını istemiyordum. İçimde saklayıp büyütüyordum anılarımı, acılarımı ve zaman akışında hep susturuyordum içimdeki isyanları....Tarih boyunca insanlar; ekonomik, siyasal ve ekolojik nedenlerle göç etmişlerdir. Yaşanılan koşulların daha iyisine ulaşmak için elbette. Yaşadığın toprağı, suyu, havayı, çevreyi kısacası, yaşamını başka yaşamla değiştirmek, her şeyin yenisine başlamak, alışmak...Göç olgusu önce sarstı bizleri, yerleşik olarak yaşamımızı sürdürmeye başladıktan sonra buradaki yaşama ve olanaklara alıştık. Cesaret işiydi buralara gelmek, sıfırdan başlayıp, dirençle başarabilmek. El memleketinde yaşama tutunmak, dilini , yasasını öğrenmek. Bir Hristiyan ülkesinde yaşamı sürdürürken kendi kültürünle, bayramlarınla değil de buranın kültürüyle yoğruluyorsun. Memleketinden çıktığın o sen değilsin ama tam olarak da göç ettiğin ülkeye de tamamıyla ait değilsin. Yüreğinin bellek odalarında hep toprağının özü, közü ve de söylenmiş söylenememiş çok sözü vardır...
Beş yıl aradan sonra Kıbrıs’a tatile geldik. Israrla Saniye kız kardeşimi görmek istedim, alınan bilgilerle Kız kardeşimin izini bulduk. Rast geliş bu ya annenin de bir haftaya kadar düğünü yapılacaktı babanla. Böylece hem ağlaştık hem kaynaştık birbirimizi tanımanın büyüsüyle neşelendik, sevinçlendik. Ne güzeldi köy düğünleri o zamanlar, ah ki ah çok güzel bir gelin olmuştu annen! Biz döndük bir ay üzerine yeniden Sydney’e, evlilik iş, yaşamın sevinçleri, üzüntüleri derken yıllar akıp geçti. Zaten daha sonra 1974 Çıkartması’ından sonra da yer yerinden oynamış kuzeye, güneye halkların göçü yaşandı. Evlendiğim bayan yabancı uyrukluydu. Tek bir çocuk yaptık, ikimiz de çalışıyorduk. Oğlum Amerika’da doktor şimdilerde. Yengeniz 6 ay oldu sizlere ömür. Onu da kaybedince, on yıl önce emekli olmuştum zaten ben de pılıyı pırtıyı toplayıp dağıttım, temelli dönüş yaptım...
Yener dayısını can kulağıyla dinlerken gözlerinden inciler gibi yaşlar aktı yanaklarından sinesine doğru. Yutkundu annesinin taze acısı, daha da ağır biçimde lav misali yaktı içini yeniden. Karşılıklı sohbetler sırasında avluya kadar mis mis, enfes yemek kokuları geliyordu ..Sofraya oturdular, muhteşem bir sofra bekliyordu onları. Filiz özenle donatmıştı, dayının hoşuna gidecek ne varsa hazırlamıştı. Masanın boyu kadar sehpa üzerine Ayşim bir kâse içerisine su ekleyip içine de 3-4 küçük mum koyup yaktı. Sofranın ortasına da taze fislikân budakları ile katmerli ful çiçekleri serpti. Babaannemin en çok sevdiği çiçekler diye de ekledi. Avludan ise buhurdanlıktaki zeytin yaprağı tütsüsü kokusu halkalar çizerek esinti yönüne doğru yükseliyordu.
Eskiye ait el tezgâhında dokunmuş bir masa örtüsü, peçeteleri hemen Ethem Bey’in ilgisini çekti. Humus, börülce ile bal kabağı salatası, çiçek dolması, çoban salatası, kuzu etiyle patates fırında. Evde yapılan koyun, keçi sütünden yoğurt, hellim, kırık yeşil zeytin, gabbar turşusu. Zarafetiyle konuşan bir sofra etrafında güzel bir öğle yemeği keyfi. Sofrada dillerden çok gözler konuştu, içler konuştu dudaklar hafif hafif tebessüm ederken, eski zamanlara giderek. Ayşim suskunluğu bozarak ’bu kez kahveler benden’ dedi.
Avluda kahvelerini yudumlarlarken Filiz, yutkundu içini çekti titrek bir sesle Ethem Dayı benim de size anlatacaklarım var, yaşamım üzerine. Dayı meraklı gözlerle anlatılacaklara pür dikkat kesilerek ’ tabi ki kızım, dinliyorum’ dedi.
’ Ben de annemi, babamı kaybettim 1974 yılında, 2. çıkartma yapılırken. Güney Kıbrıs’taki köyümüzden komşularla dağların arasından sınıra varıp Kuzey bölgesine geçeceğimize yakın bir yerde Rum askerleri taradı bizleri ve dört köylümüz o esnada öldü, birkaç kişi ise yaralandı. Beni ise o kargaşa sırasında yaşlı bir köylümüz sırtladığı gibi sınırdan geçirdi askerlerin taramasını göze alarak...Kısacası o günün şartlarında beni de; " Kimsesiz Çocuklar Yurdu’na verdiler. Bir müddet sonra da şimdiki ailem alıp büyüttü, yetiştirdi, en güzel okullarda okuttu beni.
Anlayacağınız varsa ben de kayınvalidem gibi ’ can evladı’ verildim zamanın getirdiği şartlar ve kader yazgısı sonucunda’...
GÜLŞEN ŞENDERİN
YORUMLAR
Güzel bir terim "can evladı"...her iki tarafa da can veren.
Güzel bir öykü "can evladı"... kaybolmamış tutunmuş kendine sıkı sıkıya yaşamlar içinde bulundukları kaosa rağmen.
Acı,hüzün, gözyaşı... baharatı gibi kabullenmek lazım yaşadığımız gerçeklerin tadı tuzu yerine geçmese de.
Öyle sanıyorum bir kurgudan ziyade yaşanmışlık öyküsüydü okuduğum.
Olsun başarıyla da süslenmiş ya yaşamlar bu yönü çok sevindirici.
Selamlar olsun değerli yazar.