Bir Okula Başlama Hikâyesi
Sene 1968… Fakir bir Anadolu köyü. Ne yolu var ne motorlu taşıtı ne de elektriği… Eşekler araba, traktörler kağnı, elektrik gaz veya lüks lambası, fırınlar gaz ocağı, çamaşır makinesi çayda kadınların ayakları ve elleriydi. İlkokulu bitiren daha fazla okumaz, kızlar halıya, oğlanlar çalışmak ve sanat öğrenmek için gurbete giderdi. Evlenmek isteyen kişi başlık parası vermek zorundaydı. Asla kız ve erkek buluşup görüşemezdi. Görücü usulü ile evlendirilirdiler. Eğer kazara birbirini görmüş ve sevmişlerse, kızın ailesi bu evliliği de onaylamazsa, kız bohçasını alır ve sevdiğiyle kaçardı. Özellikle kadınlar ikinci sınıf vatandaş gibiydiler, söz hakkı yoktu. Erkek ne derse yapmalıydı. Sabah namazıyla başlayan işleri ancak gecenin geç vakitlerinde sona erer, az bir uykuyla hayata yeniden tutunurlardı. Kadınlar, beslenen hayvanları önce sağar sonra çobana teslim eder, sonra tandırı yakar, sütü kaynatır, yemeği yapar ve ekmek pişirirdi. Uzak yerde olan çeşmeden de eve su da taşırdı. Sonra tarlaya gider çapa yapardı. Bu yapacaklarını eleştiremezdi. Çünkü gelenekti… Bütün ev işlerini kadınlar yapardı. Erkekse evin geçimini sağlamak için gurbete gider ve orada çalışırdı. Karı koca ancak kışın birlikte vakit geçirebilirlerdi.
Bir ikindi vakti kırkındı yağmuru yağmış, kısa süreli de olsa toprağı ıslatmış ve bir gökkuşağı asumanı sarmıştı. Üç kadın yol üstünde konuşuyor, birisinin çocuğu da annesinin ayaklarını sıkı sıkı tutarak onları merakla dinliyordu. Yanlarına öğretmen gelmiş, onlardan hal hatır sorarken, çocuğu fark etmiş ve adı İsmail olan öğretmen kısa sohbetten sonra çocuğun annesine dönerek,
-Çocuk kaç yaşında
-5
-Yaşı küçük ama bakınca büyük gösteriyor. Yeni ders yılında okula başlatalım olur mu?
-Siz öyle diyorsanız, olur elbette.
Annesinin ayağına sarılmış çocuk, okula başlaması haberini alınca, birden annesinin ayağından elini çekerek şeytan çarpmışcasına olanca hızıyla koşmaya başlamıştı bile. Adımları toz toprağa karışır olsa da umursamıyordu. Annesi arkasından durmadan bağırıyordu,
- Oğlum okul kötü bir yer değil… Hemen dur ve gel…
-Hayırrrr… Okula gitmek istemiyorum
Bunu kaç kez tekrar etmişti kim bilir… Nihayet soluk soluğa kaldığında durmuş, ona yetişen annesi zor da olsa onu telkin etmişti. Çocuk anlar ki, okula gidecektir, başka çaresi de yoktur. Boynunu bükmüş, gözyaşını silmiş, yine annesinin elini tutarak evin yolunu tutmuşlardı.
…/
-Abla okul nasıl bir yer, anlatsana
-(Ablası onu korkutmak istemiştir.) Senin okula başlamanı isteyen İsmail öğretmen varya o eli sopalı öğretmenin birisidir. Çalışmazsan, dersinde başarılı olmazsan hemen döver. Ben çok sopasını yedim kardeşim.
-O zaman bende okula gitmem kaçarım.
-Kaçsan yakalanırsın akıllım. Daha fazla dayak yersin. Gideceksin işte.
Gel zaman git zaman okul başlar. İsmail öğretmenin eli gerçekten sopalıdır. Sinirlidir. Bir sınıfta ilkokulun her sınıfından öğrenci vardır, köy ilkokulu işte. Aileler okula verirken, etki senin kemiği benim diyerek, öğretmenlerin bu tutumunu desteklemişlerdi. Oysa ne kadar yanlıştı… Bu kâbus dolu eğitim yılında ne doğru dürüst okumayı öğrenebilmiş ne de öğrenci olduğunu anlamıştır çocuk. Arada bir de dayak yemiştir. İyi kötü o yılı tamamlamış, orta ile birinci sınıfı geçmiştir.
O yaz tatilinde, babası onu Ankara’ya tatile getirmiştir. Köyden çalışmak amacıyla gelen birçok kişiler bu şekilde bir evde birlikte yaşamaktadırlar. Sıradan bir gurbet evidir. Her şey imece usulü paylaşılır, yemek yapmak için gaz ocağı kullanılır, yemek kokusu saatlerce odadan gitmezdi. Herkes aynı odada yatardı. Her akşam yemekten sonra onu dışarı çıkıp gezdirirdiler. Gençlik parkında lunaparkta oyuncaklara bindirdiler. Bir akşam onu açık hava sinemasına götürdüler. Sinemaya gidip gelirken yürüdüğü yol ona ne kadar uzun gelmişti. Bazı akşamlar köylülerin buluştuğu kahvehaneye giderdi. Çay içmişti büyükleri gibi. Amcaların ona olan ilgi ve alakası çok hoşuna gitmişti. Kahvehaneden çıkınca yokuş bir yol boyunca yemişçi dükkânları vardı. Canı sıkıldığında kahve haneden çıkar burada gezerdi. Babası giysin diye o yıllarda pahalı ve meşhur olan iskarpin ayakkabısı almıştı. Pırıl pırıl bembeyazdı. Yaklaşık bir hafta Ankara’da kaldı. Şehir ona çok değişik gelmiş ve beğenmişti.
Köye dönme zamanı gelmişti. Babası boyacılık yapan tontoş bir amcaya onu götürmesi için rica etmişti. O da bunu kabul etmişti. O tarihte tek tük otobüs vardı. Gündüz gözüyle otobüs yavaş yavaş gidiyordu. Gece yarısı köye varmışlardı. Köpekler havlıyordu sağda solda. Çok korkmuştu o anlarda. Amcanın elinden tuttu, sıkı sıkıya. Evlerinin kapısı açıldığında ortalık bayram yerine dönmüştü. Ankara’dan alınıp ortalığa dökülen üst başlar, evdekilerin beğenisine sunulmuştu. Evde, gurbete giden eşlerini bekleyen üç kardeşin hanımı ve çocukları birlikte yaşamaktaydı. Ev kalabalıktı. Annesi onun gelmesinden çok memnundu. Ne gördüyse tek tek anlattı. Kendini kahraman gibi hissetmişti. Kuzenlerine göre kendini başka hissetmişti.
İki yıl sonra, tüm aile Ankara’ya göçtü. Bir gecekonduda kalacaklardı. Üçüncü sınıfı şehirde okuyacaktı. Kim bilir, hangi öğretmenle ve hangi çocuklarla… Okumak istiyordu… Kim bilir mühendis, doktor diyeceklerdi… Köyünü asla unutmayacaktı, asla… Bunu çok iyi biliyordu.
Saffet Kuramaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.