- 399 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Korku nübüvvetin delilidir
Efendim, yaşı küçükler bilmez amma, seride ilk gözağrımız Unbreakable/Kırılmayan’dır. 2000’de gösterime girmiştir. Erken tevellüdünden mütevellid Split/Parçalanmış ve Glass/Cam filmlerinin abileridir. Dile kolay, Split ile arasında onaltı, Glass ile arasında ondokuz yaş vardır. Epeyce kıdemli bir abileridir yani. Ne demiş atalarımız: "Mazinin ’spoiler’ı olmaz." Evet. Biz de mezkûr hakikatten cesaret alarak bu ağır abinin konusunu bir parça kârilerimize aktaracağız. Aktaracağız ki sonrasında diyeceklerimiz havada kalmasın. Öhöm! Başlıyoruz:
Aslında bütün mevzuu çıkaran Samuel Jackson’dır. Yani nam-ı diğerle Glass’dır. Adı Glass olsa da kendisi klas bir abimizdir. Stil sahibidir. Özellikle saçları şekildir. Kınamayın arkadaşlar. Mevlam herkesi başka türlü imtihan ediyor. Biraz içlice ’Oh!’ çekse kemikleri çatırdayan bu abimiz de bir gün hazin durumunu tefekkür ederken der ki: "Ulan, vay, benim gibi üzerine ’kırılacak eşya’ yazılması gereken biraderler varsa âlemde zıtları da olmalıdır. Hacivat Karagöz’süz olur mu? Herşey zıttıyla kaimdir. Peki acaba hiç kırılmayan bu âdemoğlu nereyedir? Kendisi durumunu bilmekte midir?"
Yıllar geçip de ses çıkmayınca Glasscığımız "İş başa düştü!" deyu kendi çapında bir arama gayretine düşer. Fakat efendim, süreç sayesinde öğreniriz ki, her yeri kristal bardak hassasiyetinde olan esas oğlanımızın kalbi taştan bile serttir. Allah Allah! O ne katliamlar! O ne bedeller! Şairin görse "Bir kırılmayan uğruna ya Rab ne kırılabilirler batıyor!" diyeceği türden ne şerirlikler! Neyse, uzatmayayım, en nihayet Ferhat Şirin’ini, Mecnun Leyla’sını, Glasscığımız da Unbreakable’nı bulur.
Bulur da iyi mi yapar peki efendim? Hayır. Düpedüz başına bela bulur. Unbreakable, kendisini bu seride evvelden de zor ölmesiyle meşhur Bruce Willis temsil etmektedir, kemiklerinin kırılmadığını keşfettiği sevinçli günde büyük bir kalp kırıklığı da yaşar. Dostu sandığı Glass’ın şeytana papucunu ters giydirecek bir hinoğluhin olduğunu öğrenir. Vay, aman, ne olacaktır şimdi? Onca iyiliğinden sonra bu kristal enişteye ne yapılacaktır? Yağma yok. Kahraman dediğin prensipli olur. Devlete memur alınır gibi adam kayırma olmaz kahramanlıkta. Çaaaat! İşini yapar. Fişini çeker. İşte bu kadar. Yıllar sonra Newyorklu bir âşık yaşananları şöyle anlatır: "Artık sen bakarsın Glass nezaretinin duvarlarına./Bense koşarım kapşonumla kahramanlığın yollarına."
Filmin üzerine kurulu olduğu tema ’zıtlık’tır. Kainatta herşeyin ancak zıttıyla bilindiği düşünülünce çabuk kavranır bir tarafı da vardır bu temanın. Sıcak soğukla bilinir. Sert yumuşakla bilinir. Islak kuruyla bilinir. Sanki karşıtı olmayan şeylerin bilinebilirliği de yoktur. İnsan da kusurları sayesinde Cenab-ı Hakkın kemalini anlar. Yani âdemoğlunun Rabbisini tanıması da yine bir tür zıtlık ilişkisi içinde, ama ’karşıtlık’ değil ’yoksunluk’ bağlamında, mümkün olur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Hak Teala’nın, hâşâ, karşıtlık bağlamında zıttı, misali veya benzeri yoktur. Fakat onun sonsuz kemalinden yoksun masivası vardır. Gölgelerinin tonuyla nurunu tarif eden mahlukatı vardır. Bunlar Rablerinin karşıtı değil dilencileridir. Onun sayesinde varlardır. Ona rağmen değillerdir.
Evet, eser elbette her yeriyle "Beni ustam yaptı!" diye söyler, fakat aynı zamanda "Ben usta değilim!" cümlesini de haykırır. Sanatının güzelliğiyle ustasına yaptığı işaret haktır. Ancak işaretin ustalığın yerine geçmemesi de eksikleriyle mümkündür. Bir baskı makinesi kitap basar ama yazar olamaz. Çünkü yazarlık için kitap basmaktan da ötesi lazımdır. Tabiat, Rabbisinin bir sanatı olarak, çok yönleriyle ona işaret eder. Fakat ’onun gibi olmadığı’ yönleriyle de Rabbisiyle arasındaki mesafeyi bildirir. Su kabarcıklarındaki yansımasının gerçek güneşle karıştırılmaması bütün özelliklerine sahip olmaması sayesindedir. Bu türden bir farklılığın işaret ettiği zıtlık ’karşıtlık’ değil ’arızilik’tir.
Gölge ışığın zıttı değil yoksunudur. Kıyaslama yeteneği, sadece varlığı bilmenin değil, marifetullahın da yollarını açmıştır insana. Hatta Bediüzzaman’ın Ene Risalesi’nde izah ettiği üzere: Emanet ayetinin bir yüzü de bu ’kıyaslama yeteneğine’ bakmaktadır. ’Benim-senin-onun’ diyebileceği vehmî alanlar oluşturabilen insan, bu kurgu kabiliyeti sayesinde sınırlıdaki gereklilikleri kavrar-kuşatır ve daha geniş/farklı alanlara da bu gereklilikleri taşır. Üçgen benzerlikleri gibi; Açı-Kenar-Açı, Kenar-Açı-Kenar veya başka bir tür benzerlikleri kavradığında, ’burada gerekli olanlar’ı ’oraya’ da taşır. Yine mürşidimin verdiği bir misale danışırsak: Odasının temizleyeni olmadığında çabucak kirlendiğini farkeden, evrenin de bir temizleyeni olduğunu derkeder. Çünkü evren kendi odasından çok daha temiz, tertipli ve düzenli görünmektedir.
Hop, yazı uzuyor, toparlamalıyım. O zaman hemen Şuara sûresine gidelim. Orada tekrarını, Kur’an’daki her tekrar gibi, çok hikmetli bulduğum bir ifade tarzı var. Sûre içinde birbirine yakın şekillerde birçok peygamberin dilinden naklediliyor. Âdeta nübüvvet makamının ortak bir çağrısı gibi. Kısa bir mealini alıntılarsak şöyle: "Kardeşleri (...) onlara şöyle demişti: Korkmaz mısınız? Ben size gönderilmiş emin bir Resulüm."
Kimi meallerde ’tettekun’ kelimesine ’sakınmak’ kimisinde ’korkmak’ kimisinde ise ’çekinmek’ manası veriliyor. Lakin Ebubekir Sifil Hoca’nın bu kelimeye dair izahlarından biliyoruz ki: Daha fazlasını kapsayan bir içeriği var bu kelimenin. Tarifi ancak paragraflarla yapılabilecek bir ıstılah/kavramlaştırma var. Ancak oraya gelmeden şu da dikkatimi çekiyor benim:
Bazı meallerde bu korkunun adresi olarak, parantez içi izahlarla, Allah gösteriliyor. Yani şöyle söyleniyor: "Siz (Allah’tan veya Allah’a karşı gelmekten) korkmaz mısınız?" Daha başkalarıysa naklettiğim gibi diyor: "Siz korkmaz mısınız?" Allahu’l-a’lem kaydıyla ifade edeyim: Korkunun yalnız bırakılmasından, birincisiyle uyumlu ikinci bir okuma şekli olarak, ’hayatın her detayına karşı duyulan korkuya’ da işaretler çıkarılabiliyor. Çünkü nebiler kavimlerine hidayete çağırıyorlar. İnkârcı kavimler doğru bir Allah inancına ancak onları dinleyince ulaşabilecekler. Nasıl en başta onu hatırlamaya çağrılırlar?
Bunu bana düşündürenlerden birisi de Bediüzzaman’ın fıtrattaki korkuyla imandaki emniyet arasında kurduğu ilgidir. Risale-i Nur’u az-çok okuyanlar bilirler ki: Mürşidim insanı Allah’a yönlendiren şeylerden birisinin ’mahlukata karşı duyduğu korku’ olduğunu söyler. Evet. Korkusu vardır. Ama giderecek kudreti yoktur. Bu da emniyet arayışının kendisinden, en ileri seviyesinde de mahlukattan, ötede olmasını sağlar. Yani yarattığına karşı duyulan korkular aslında Allah’a duyulan korkunun parçalarıdır. Nasıl ki merhamet tecellileri onun rahmetinin tereşşuhudur. Korkular da öyledir. Tevhid ile korkuyu birleyemeyenler şirkin manipülatif ortamına düşerler. Herşeyden Allah gibi korkmaya başlarlar. Bu pencereden korkunun Allah’a atfı da bir parça anlaşılabilir. Yani aslında korkulan Allah’tır. Fakat Allah’ı inkâr edenler bu korkuyu esbaba dağıtmışlardır.
Buradan şuraya geleceğim: Böylesi ayetlerde korku-emniyet zıtlığı içinde bir enerji de üretilmektedir. Yukarıda zıtlıkları ’bilmenin yolu’ olarak gösterdiğimiz gibi burada da yine bir tür zıtlık insanı ’öğretici arayışlara’ sürüklemektedir. İnsan korkaktır. Doğru. Fıtratında korkmak vardır. Yeri gelir gelecekten korkar. Yeri gelir köpekten korkar. Yeri gelir karanlıktan korkar. Hatta, yeri gelsin-gelmesin, internetten duyduğu kem haberlerin başına gelmesinden bile korkar/korkabilir. Yani korkaklık yüreğimize çok bereketli bir açlık olarak bırakılmıştır. Midemizdeki açlığın bizi gıdaya sevkedişi gibi korkaklığımız da bizi bir çeşit rızka sevkeder. Hangi rızka peki? Emniyet rızkına. Güven arayışına. Korkunun da rızkı emniyettir. Ondan yedikçe geçer. Mahrum kaldıkça gelişir. Yani arkadaşım endişeleri yatıştıran bir çağrıya kulak vermek de bir tür doymaktır.
İşte bence bu ayetlerde peygamberlerin ortak tebliğ diliyle bize şu da hatırlatılıyor: Fıtrattaki açlıkları hatırlatın! İnsanoğlu fıtratındaki açlıklara çağrıldığında karşı koyamaz. Unutmaya çalışsa da unutamaz. Bastırmaya çalışsa da bastıramaz. Varlardır. Hatta elindekiler çoğaldıkça korkularının sayısı da artar. Modern insan yüzyıllar öncesindeki dedelerine/ninelerine göre daha fazla korku taşımaktadır. Neden? Çünkü bilinirliğin sınırlarının artmasıyla korkularının da sınırları artmıştır. Yaşamın devamı için devamı gereken hassas dengenin farkındalığı, yıllar geçtikçe bu farkındalıkta meydana gelen artış, insanı genişçe bir köprüden ince bir ipin üzerine indirmiştir. Ahirzaman çocukları canlılığın nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu mazidekilerden daha iyi bilirler. Fakat ne tuhaftır. Sonuçlarıyla yüzleşmede daha da çekingendirler.
Toplumlar değişebilir. Zamanlar değişebilir. Coğrafyalar değişebilir. Fakat fıtrat değişmez. Nuh aleyhisselamın ümmetine dediği Hud aleyhisselamın da ümmetine dediğidir. Hud aleyhisselamın ümmetine dediği Salih aleyhisselamın da ümmetine dediğidir. Bu âdeta şöyledir: Ne halde olursanız olun. İster kayaları oyup evler yapın, ister ticarette level atlayın, ister fiziksel olarak insanlar arasında yükselin, hâlâ birşeyler korkuyorsunuz. Korkacaksınız. Bu korku değişmiyor. Korkuyu yüreğinizden çıkaramıyorsunuz. O zaman bu açlığınızla yüzleşsenize: "Siz korkmaz mısınız?"
İkinci aşama: Korku varsa emniyet de vardır. Açlık varsa gıda da vardır. Şey varsa zıttı da vardır. İşte karşınızda topluluğunuzun en emniyetli kişileri: Peygamberler. Dillerinde yalan yok. Hayatlarında yanlış yok. Davranışlarında aşırılık yok. Onlardaki emniyete koşsanıza! Bunlar da bir tür ’kırılmayan’larıdır insanlığın. Günahsızlarıdır. Güven için bunlara koşmanız gerekmez mi? Hayatlarındaki denge size ’paniksiz bir alandan’ haber vermez mi? Kırılmasından korktuğunuz kalpleriniz için olsun, ey âdemoğulları, bu kalp kırmayanlara gitmek gerekmez mi? İkinci ayet de sanki musırrane bunu hatırlatır: "Ben size gönderilmiş emin bir Resulüm."
Korku varsa kaçılacak yer de vardır. Allah "Doğrusu hangisi?" diye telaşlandırıyorsa cevabını mutlaka ’Resuller’ eliyle yollayacaktır. Korku nübüvvetin de delilidir. Evet. Arkadaşım, burada sana ne dediysem, Allahu’l-a’lem kaydıysa söyledim. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Mürşidimin öğrettikleriyle Kur’an’ı seyr u seyahat ederken Şuara sûresinin yamacında dinlendim. Oradan kaynayan bir pınardan dudağımı ıslattım. Bana tadı böyle gibi geldi. Hata ettiysek affımızı o Rahman u Rahim’den dileriz.
YORUMLAR
Hocam iki gündür ne yazabilirim diye düşünüyorum bu özel eser için.
Hem bilgilendim, hem de eğlendim anlatim dilinizdeki ozgunlugunuz nedeniyle.
Sinema, mizah, tasavvuf...
Çok güzeldi, gerçekten çok güzeldi.
belkibirharfimben
Hocam, konulara giriş bölümünü çok güzel bir yerden yakalıyorsunuz:))
veya ben mi yeni yeni farkettim bilemiyorum
Bağlamayı da yine kendinizce yapacağınızdan eminim..
Spiller ve Glas'dan nasıl bir sonuç çıkaracaksınız , gözlerim ve dahi beynim ağrıdığı için sonra bu yazınızı okuyacağım kesintisiz..ölmez de sağ kalırsak yani...
şimdilik saygı sevgi ve hürmetlerimle..
iyi geceler..