- 593 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ATATÜRK VE HEKİMLER
Huyum gereği en sonda söyleyeceklerimi en başta söylemek istiyorum. Yazımı hazırlarken hekim kelimesini özellikle kullandım. Çünkü bana göre günümüzün ’’kullan-at’’ ve ’’yarını düşünmeden bugünü yaşa’’ mantığındaki pop kültürünün kullandığı doktor kelimesine karşın hekim kelimesi çok daha zarif ve bir o kadar de derin anlamlar içeriyor. ’’Hakim’’ kelimesinden gelen hekim, bilgili olmanın yanı sıra bilge olmayı da tarif ediyor çünkü. Sadece bilgi sahibi değil, bildiklerini doğru şekilde kullanan insandır bilge. Bunun için de özgür bir düşünceye sahip olması, evren, dünya, yaratılış ve insan üzerinde de düşünmesi gerekir. Ki, bir doktor bu özelliklere sahip olduğunda hekim olabilir.
Bu yazımda sizlere hekimlik tarihimizden çarpıcı örnekler sunmaya çalışacağım. Bu örnekleri okurken onurlu tarihimizin neden unutturulmaya çalışıldığının ipuçlarını bulacaksınız.
1918’in 13 Kasım’ı. Mondros imzalanmış, İstanbul’a düşman gölgesi düşmüştü. Haydarpaşa’daki Tıbbiye’nin kalın taş duvarları arasında ders yapan öğrenciler birden dışarıdan gelen top sesleriyle irkildiler. Dersi bırakıp pencereye koştular. Az sonra, gözyaşları içinde Boğaz’a giren düşman gemilerini izliyorlardı. Yıkılmışlardı. Hoca Tevfik Sağlam onları yatıştırmaya çalışıyor ve şöyle diyordu:
’’Efendiler, ordusu asla mağlup olmamış bir milletin çocuklarısınız. Çanakkale’de, aylarca ateş ve ölüm saçan ve sizin büyüklerinizi korkutup yenemeyen, arzuladığı bu güne o yoldan kavuşamayan o donanmanın, bugünkü kuru gürültüsü sizi telaşlandıramaz.’’
Bir ay sonra yani 1918’in Aralık’ında Tıbbiye binası işgal edilir. Binanın büyük kısmı kışla olarak kullanılmaya başlanır. müsaade edilmiştir. Önce karyolaları alınır öğrencilerin. Sonra da tuvaletlerine el konur. Koridorlarında idrar kovaları bulunan Tıbbiye’de hayat çok zorlaşmıştır şimdi. Ardından üniforma giymeleri de yasaklanınca sabır taşı çatlar. Tıbbiyeliler durumu protesto ederler. Koridorlar da, dersliklerde ve laboratuarlarda gecelik entarileri veya pijamalarıyla gelen öğrenci İbrahim Hasan’a ’’Bu ne kıyafet’’ diye soran Fizyoloji hocası Kemal Cenap Bey’in aldığı cevap ibretliktir: Efendim bu halimize Sefaleti Fizyolojika denir. Bir memleket işgal edilir, düşman çizmesi altına girerse varlıkları ile beraber kılık-kıyafetleri de bu hale gelir.’’ Hoca Kemal Cenap Bey teslim olmuştur: ’’Hayatımda fizyolojiyi senin kadar anlamış kimse görmedim. Tebrik ederim’’ der.
Bu mücadele sonucunda yasak kalkar ve Tıbbiyeliler üniformalarına kavuşurlar. Ama mücadeleleri bitmez.
Tıbbiyenin koridorlarında işgalci İngiliz askeri ile 1 liraya mavzer, 5 liraya makineli tüfek pazarlığı yapan Tıbbiyeli İbrahim, bunları Milli kuvvetlerin gizli polis teşkilatı Ayın-Pe’ye gönderir. Anadolu’daki silahlanmaya katkıda bulunmak için. Dev gibi bir Tıbbiyeli olan Recep Bey ise tartıştığı işgal askerini itiverir. Yere düşen tüfek kırılınca Recep Bey Maltepe’de 3 ay işkence görür. Sonra döner ve okulunu bitirir. Dr. Recep derhal Milli Mücadele’ye katılır. Büyük taarruz’da şarapnelle yaralanır ve felç olur. Onu gören alay doktoru Sudi, sağlık işlerini bırakır, eline silahı aldığı gibi düşmanın peşine düşer. Ve, bir samanlıkta kıstırdığı düşmandan Dr. Recep’in intikamını alır.
Tıbbiyelilerin memleket sevdası bir heves, bir moda değildir. Tarihi çok eskilere dayanır. Bu sevda elbet Tıbbiyelilerle Mustafa Kemal’in yollarının kesişmesine aracı olacaktı.
Nasıl mı?
1905’in Ekim’i. Şam’da karanlık bir çıkmaz sokağın sonunda bir ev. Üzerinde cılız bir ışık yayan lambanın olduğu masanın etrafında hararetle tartışan 4 adam. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin kurulmasıyla son bulan o gece, aslında 1908 Meşrutiyeti’ne giden sürecin başlangıcıydı. O gece 2 arkadaşıyla birlikte Mustafa Kemal’i de ağırlayan Tıbbiyeli Mustafa ise, bu sürecin gerçek mimarlarından biriydi.
Tarih; 6 Mayıs 1913. Edirne zindanlarının kalın ve rutubetli duvarları arasında bir adam. Masada esir subaylara verilen kurumuş ve küflü bir ekmek kırıntısı. Erler hepten aç. Her gün 20-30 tanesi açlıktan ölmekte. Adam, kanayan yüreğinden önündeki beyaz kağıt parçasına dökülen sözleri son bir kez gözden geçirmekte:
’’Kırk günden fazladır zindandayım. Vücudum sıhhatttedir. Çocuğa iyi bakman, bana olan muhabbetine bir delildir. Yavruma baba lakırdısından evvel ’vatan’ lakırdısını öğret. ...İftihar et.’’
Bu adam Edirne’deki Hilal-i Ahmer’in başkanı Dr. Bahattin Şakir’dir. 1896’da Tıbbiye’den mezun olmuş, İttihat ve Terakki’nin en faal üyeleri arasında yer almanın bedelini önce Erzincan’a, sonra da Mısır’a sürülerek ödemiştir. Daha sonraları Paris’te Adli Tıp Eğitimi yaparken o sıralar Selanik’te bulunan Mustafa Kemal’le de yazışmıştır. 1922’de Almanya’da katledildiğinde, Mustafa Kemal Dr. Bahattin Şakir’in çocuklarını okutmuş ve eşine de Erk soy adını vermiştir.
1919’un Ağustos’u. Suşehrine yakın ormanlık bir alan. Gece karanlık basmıştı.3 araba ve içindeki 10 yolcudan oluşan kafile Anadolu’nun derinliklerine yaptıkları yolculukta mola vermişti. Tüm yolculuk boyunca olduğu gibi biraz peynir, zeytin ve ekmekten oluşmuş zengin akşam yemeği yenmişti. Fırtına ve rüzgardan hayli yıpranmış ve defalarca hastalanmış olan yolcular tedirgin bir uykuda. O gece 3-5 nöbetini tutan iki adam, alçak sesle geleceklerini tartışmakta:
’’İstanbul bir Amerikan mandası tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır. Türkiye istiklal bütünlüğüne sahip olacaktır. Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi aşık olacaklar? Bu ne hayal, bu ne gaflettir. Onlar bizim hayal ve macera peşinde koştuğumuzu sanıyorlar. Tek ve değişmez parola şudur. Tek tepe, tek kurşun kalıncaya kadar mücadele yahut da, ya istiklal ya ölüm.’’
Dr. Refik, gözlerini karanlığın bilinmezliğine dikmiş Mustafa Kemal’i dinlerken kendisini bir ormanın ortasında 3-5 nöbetine getiren olayları düşünüyordu. 16 Mayıs 1919’da Bandırma vapuru’na, 9. Ordu Sağlık Başkan Yardımcısı olarak binmişti. Ama bir süre sonra karargah resmen dağıtılmış, Onu da Erzurum Askeri Hastanesi Bulaşıcı Hastalıklar Servis şefliğine atamışlardı. Refik görevi reddetmiş ve Mustafa Kemal ile birlikte yollara düşmüştü.
Askeri tıbbiye’de, Çırçırlı Refik diye takılırlardı ona. Temizliği, titizliği, ciddiyeti ve pek az şakalaşması ile ünlüydü. Ama en önde gelen özelliği sözlerine, vaatlerine ve randevularına sadık olmasıydı. Balkan Harbi’nde tifo, dizanteri, kolera ve veba ile başa çıkmıştı. Tifüse karşı hazırladığı aşı dünya tıp literatürüne geçmiş, 1. Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda kullanılmıştı. Kendisi henüz bilmiyordu ama o aşı Kurtuluş Savaşı’nda da kullanılacaktı. O gece Mustafa Kemal ile 3-5 nöbetini tutan Dr. Refiik Saydam gün gelecek genç cumhuriyetin ilk sağlık bakanı olacaktır. 13 yıl boyunca yaptığı bakanlık döneminde bugün kendi adıyla anılan Hıfzısıhha Enstitüsü’nü kuracak, 1925’te atandığı Kızılay başkanlığını 14 yıl sürdürecek ve nihayet 1939’da ülkenin 4. başbakanı olarak görev yapacaktır.
1919’un Ağustos’u. Yer Tıbbiyenin hamamı. Alacakaranlıkta göbek taşına oturmuş 25 Tıbbiyeli, üçüncü sınıf öğrencisi Yusuf’un önderliğinde alçak sesle konuşuyordu. Tartışma konusu Mustafa Kemal’in Sivas’ta yapacağı kongreye gidecek Tıbbiye temsilcilerinin kimler olacağı idi. Hedefleri, 2 Tıbbiyelinin bu toplantıya katılmasıydı. Ama yol parası için ceplerinden çıkan 25, 35 ve 50 kuruşları topladıklarında sadece 950 kuruşa ulaşabilmişlerdi. Bunun üzerine gönderilecek öğrenci sayısı 1’e düşmüştü.
1919’un 9 Eylül’ü. Yer Sivas İdadisi. Temsil Kurulu tarafından ortaya atılan Amerikan Mandası tartışılıyordu. Bazı üyeler batmakta olan Osmanlı Devleti’ni kurtarmanın tek çıkar yolunun mandacılık olduğu konusunda ısrar etmekteydiler. Tartışmanın ortasında, birdenbire ateş ve heyecan kesilmiş bir genç ayağa kalktı. Mustafa Kemal’e dönerek yüksek sesle konuşmaya başladı:
’’Paşam, temsil ettiğim Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer bunu kabul edecek olanlar varsa, bunları her kim olursa olsun şiddetle reddeder ve kabahatli görürüz. Örneğin, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i ’vatan kurtarıcısı’ değil, ’vatan batırıcısı’ olarak adlandırır ve lanetleriz.’’
Ortam bir anda buz kesmişti. Bazı üyeler genç Tıbbiyelinin yüreğinden kopup gelen bu sözler üzerine gözyaşlarına boğulmuştu. Gözler Mustafa Kemal’deydi. O da bu sözler üzerine heyecanlanmıştı. Coşkulu bir sesle ’’Arkadaşlar’’ dedi. ’’Gençliğe bakın. Türkün milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin.’’Daha sonra Tıbbiyeli Hikmet’e döndü: ’’Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir, değişmez. Ya istiklal, ya ölüm.’’
Yıllar sonra Atatürk etrafındakilere ’’acaba bizim Sivas Kongresi’ndeki biricik ateşli genç Tıbbiyelimiz nerede’’ diye soracaktır. Amacı Hikmet’i milletvekili yapmaktır. Ancak Sivas’tan dönen Hikmet, gönderilecek temsilci için Tıbbiye’de toplantı düzenleyen yakın arkadaşı Yusuf İsmail ile birlikte tekrar Anadolu’ya geçmiş ve Ankara’ya gitmiştir. Milli Mücadele’ye hizmet ettikten sonra İstanbul’a dönmüş ve tahsilini tamamlamıştır. Sorusuna Hikmet’in ölmüş olabileceği cevabını alınca Atatürk’ün canı sıkılmış ve o günkü toplantıyı sona erdirmişti. Halbuki Hikmet, o sırada Anadolu’nun bir köşesinde hekimlik yapmaktaydı. Rahatsız edeceği düşüncesiyle kendisini Atatürk’e hiç hatırlatmamış, çalıştığı şehirlere geldiğinde Atatürk’le karşılaşmaktan kaçınmıştı.+
Aradan yıllar geçer Dr. Hikmet 1943’te Balıkesir’den milletvekili yapılmak istenir. Ancak Balıkesir’li değil, aslen Giresun’lu olduğu yolundaki propaganda nedeniyle seçilemez. Halbuki Dr. Hikmet Boran 1901’de Balıkesir Savaştepe’de doğduğunda bu yörenin adı Giresun’dur. Bu mütevazi, iddiasız, fakat kıymetli insan ve eşsiz hekim, yakın geçmişte kaybettiğimiz Orhan Boran’ın babasıdır.
Hekimler Mustafa Kemal ile öylesine yakın ilişkiler içinde olmuşlardır ki, gün gelmiş olası bir suikasti engellemiş ve Milli Mücadele’ye katkıda bulunmuşlardır.
Her şey İzmir’in işgaliyle başladı. 23 Mayıs 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda yapılan mitinge katılmak için Bekirağa Bölüğü’nde hapis tutulan 41 tutukluya bir günlük izin verilmişti. Bu izinliler arasında bulunan Dr. Tevfik Rüştü, Ankara’daki 20. Kolordu Komutanı ve Kuvayı Milliye karşıtı Kiraz Hamdi Paşa’yı ikna ederek hapisten kurtuldu ve Eskişehir’e geçti. Buradan Ankara’ya geçen Dr. Tevfik Rüştü, ilerleyen aylarda Mustafa Kemal’in en yakın dostlarından biri olmuştur.
Bir gün Kastamonu’dan Ankara’ya dönen Dr. Tevfik Rüştü, Direksiyon binasında kalmakta olan Mustafa Kemal’i odasında koltuğunda oturur halde buldu. Karşısına oturdu ve Rusya ile olan ilişkileri konuşmaya başladılar. Tam bu sırada kapı aniden açıldı. Gelen, Çerkez Ethem’di. Ethem silahlıydı. İki silahlı adamı da girdikten sonra kapattıkları kapının iki yanındaydı.. Mustafa Kemal, ve Tevfik Rüştü hayret ve merakla Çerkez Ethem!e baktılar. Bu gelişin hiç de hayırlı olmadığını anlayan Mustafa Kemal, sağ elini yastığın altına soktu ve tabancasını kavradı. Çerkez Ethem Mustafa Kemal’e bakarak iki adım attı, ancak aniden durdu. O anda elinde kahve fincanı ile duran Dr. Tevfik Rüştü’yü fark etmişti. Hiç beklemediği bu ziyaretçi Çerkez Ethem’i durdurmuştu. Soğuk bir sesle konuşmaya başladı. Böylece ziyaret Çerkez Ethem’in planladığı bir suikasttan çıkıp, komutası altında çalıştığı İsmet İnönü’yü şikayete dönüştü. Bu arada binayı saran askerler duruma hakim olarak olası bir çatışmayı önlediler.
Bu olay sonrasında Mustafa Kemal’in Salih Bozok’a söylediği ’’Şüphesiz fark ettiniz. Ethem Bey’in niyeti halis değildi. Zannımca Tevfik Rüştü Bey’in mevcudiyeti tasarrufunu değiştirdi’’ sözleri hekimlerin Milli Mücadele’ye yaptıkları hayati öneme sahip katkılardan birini özetler.
Elinde İzmir’in işgaline karşı düzenlenen miting ilanlarıyla Babıali’nin duvarına yaklaştı. Oraya da bir tane yapıştırmayı kafasına koymuştu. Tam bir meydan okumaydı bu. Çılgınlıktı. Kapıda eski bir polis dostunu gördü. El salladı. Yaklaştı. Sohbet etmeye koyuldu. Bir ara polise karşı kaldırımda gelişigüzel duran bir kutuyu işaret etti. Bir bomba olabilirdi. Polis oraya doğru koşunca elindeki ilanı duvarın diğer tarafına yapıştırıverdi. Eli boş dönen polisle biraz daha lafladıktan sonra hızla uzaklaştı. Keyfi yerine gelmişti.
Tam bir zaferdi bu. Babıali’nin duvarında ilanı görenler, bunu tehlikeli bir gizli örgütün yapıştırdığını düşündüler. Oysa o tehlikeli örgüt tek başına Reşit’ten başkası değildi.
Mücadele Reşit’in kanında vardı. 1914’ ün Ağustos’unda henüz dördüncü sınıf öğrencisi iken Birinci Dünya Savaşı patlak vermişti. Reşit Maltepe Askeri Hastanesi’ne tabip olarak atandı. Ancak o bu durumdan hiç de hoşlanmamıştı. Kendisi gibi hastaneye tayin edilen Hüseyin Hulki şle bir yolunu bulup Harbiye Nezareti’ne çıktılar. Kısa bir görüşmenin sonunda iki kafadar ne yapıp etmiş be Harbiye Nazırı Enver’i ikna ederek Kafkas cephesine katılma izni almışlardı. Kafkas cephesinde geçirdiği 2 yılın sonunda aldığı harp madalyasının yanı sıra, hazin bir hatıra daha kalacaktır Reşit’e. Ömrünün sonuna kadar yakasını bırakmayacak ve sonunda da onu alt edecek tüberkülozdu bu hatıra.
Ama işte mücadele kanındaydı Reşit’in. Tıbbiye’den mezun olduktan sonra Akil Muhtar’ın yardımcısı ve yetimhane dahiliye uzmanı iken, Bir gün bütün eşyalarını topladı ve herkesin elde etmek için can attığı görevlerini bırakarak Kütahya’da köy doktorluğu yapmaya başladı. Milli Mücadele’ye bütün varlığıyla bağlanmıştı Dr. Reşit
17 Mart 1923. Yer Mersin. Hem Mersin’e girişinde hem de Türk Ocağı’nda kendisi için hazırlanan programda bütün öfkesi üzerindeydi Mustafa Kemal’in. Ancak kürsüdeki genç doktor çok değişik şeylerden bahsediyordu. Gazi ilgiyle dinlemeye başladı: ’’Bu memleket uzak ve yakın geçmişte de hakikaten kahramanlar, kurtarıcılar görmüştür’’ diyordu Dr. Reşit. Sonra da devam ediyordu: ’’Fakat onların, o sultan ve vezirlerin hepsi gördükleri işlerle o kadar mağrur oldular ki, artık kendilerini milletin bir ferdi saymayı kendileri için bir hakaret saydılar. Milleti bir hayvan sürüsü ve kendilerini gökten bu sürüyü istedikleri gibi sürüp götürmek için inmiş semavi bir vücut sandılar. Yani artık bu milletin bir ferdi olmaya tenezzül etmediler.’’Mustafa Kemal pür dikkat dinliyordu: ’’Sen ise bu millete ait olmakla iftihar ediyorsun, Fakat biliyor musun ki, bu millet te seninle ne kadar övünmektedir. Senin en birinci büyüklüğün bu milletin bir ferdi olmakla yetinmek ve iftihar etmekliğindir’’ Gazi’nin cevabı kısa oldu: ’’Bugün olduğu gibi ömrümün sonuna kadar milletimin hizmetkarı olmakla gurur duyacağım.’
İzmir’in işgalinde miting ilanlarını Babıali’nin duvarlarına yapıştıran o adam gerçekten de çok iş gördü. Türk Tarih Kurumu’nun ve Halkevleri’nin kurulmasında büyük rol oynadı.’’Bize coşkun hareket ve faaliyetlerle dolu hayat lazımdır’’ diyordu Dr. Reşit Galip ’’Hayatı kişisel mutluluğa erişmek için değil, son nefesine kadar çalışmak, didinmek ve yükselmek için sevmek. İşte Türk’ün gerçek ve tarihi
üstünlüğü budur. Ara sıra, inkılabın bittiğinden ve her işin artık doğal gidişine bırakılması gerektiğinden bahsedenlere rastlanır. Bu görüş, tembel, yorgun ve cesaretsiz ruhların görüşüdür.’’Kısa bir zaman sürdürdüğü Milli Eğitim Bakanlığı sırasında hantallaşmış ve çökmüş Darülfünun’un yerine bugün üyesi olmaktan onur duyduğumuz modern üniversitelerin kurulmasını sağlayan 1933 Üniversite Reformu’nun başarılmasını sağladı Reşit.
Doğru bildiğini söylemekten asla çekinmedi Dr. Reşit Galip.Öyle ki bir gün kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını söyleyen Maarif Vekili Esat Bey’i fena haşladı: ’’Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi. Bu bir geriliktir, kadınlar artık eski durumda yaşayamazlar. İnkılaplardan en önemlisi kadınlara verilen haklardır.’’ Harbiye’den eski hocası Esat Bey’in zor duruma düştüğünü gören Mustafa Kemal olayı kapatmak istedi: ’’Bu konuyu uzatmayalım, , burada kapatalım. Sonra konuşuruz. ’’Reşit Galip’in cevabı çok sertti: ’’Af buyurunuz paşam. Bu inkılap ve zihniyet meselesidir. Müsaade buyurursanız fikrimi söyleyeyim.’’ Mustafa Kemal’in ’’yorgun görünüyorsunuz, madem konuşmalar da hoşunuza gitmiyor gidip istirahat edebilirsiniz’’ sözleri Dr. Reşit Galip’i çileden çıkartmaya yetmişti: ’’Burası milletin sofrasıdır, kovulmamalıyım, kendimi iyi hissediyorum, kalkmam. ’’ O halde biz kalkalım’’ diye cevapladı ve ayağa kalktı Mustafa Kemal: ’’Masayı beyefendiye bırakalım.’’
Mustafa Kemal akıllı ve şanslı bir insandı. Akıllıydı çünkü etrafında ’’siz nasıl buyurursanız, en iyisi odur’’ diyenlerin farkına varabiliyor ve bu tuzağa düşmüyordu. Şanslıydı çünkü etrafında ’’hayır sizin söylediklerinize katılmıyorum, bence şöyle olmalı’’ diyecek kadar onu seven ve koruyan vatanperver insanlar vardı.
Etrafındakiler de şanslı insanlardı. Şanslılardı çünkü Mustafa Kemal akıllıydı.Çünkü bu dünya lideri ’’ben’’ dediği kadar ’’biz’’ diyebilecek kadar özgüvene sahipti. Söylenenleri dikkatle dinleyen, bilgiye ve uzmanlığa saygı duyan bir insanla, ’’acaba söylediklerimden dolayı bana ne olur’!’ korkusunu duymadan geceler boyu ’’uyanık’’ kalarak fikir alış-verişi yapabiliyorlardı. Mustafa Kemal’in mirasçılarına kalan ’’ilim ve akıl’’ idi. Eğer onlarda ’’dindar’’ bir nesil olabilselerdi düşünmeden biat edebilir ve geceleri huzur içinde uyuyabilirlerdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.