BEN HÜLYA SIRA ARKADAŞIM HASAN
BEN HÜLYA SIRA ARKADAŞIM HASAN
Ben Hülya, İstanbul denilince aklıma hep deniz gelir. Deniz, denilince de İstanbul gelir. Bende bu İstanbul ve Deniz sevdası okuduğum edebi eserlerden ve doğa sevgisinden olmalı. Bir zamanlar üniversiteyi bitirdiğim gençlik çağlarında; arkadaşlarımla bir devlet dairesi sınavına gitmiştik. Birçok arkadaşım kazanamaz iken ben kazanmıştım. Ama sırf bir gün başka bir ile tayin ederler diye ise bas vurmadım. Çünkü benzer durumla babam karşılaşmıştı. Babam annemi, beni ve kardeşimi bırakıp gitmek zorunda kalmıştı. Yıllarca bizi gittiği şehre götürmek için verdiği sözü de tutmadı. Sonrası anlaşıldı. Bir başka kadın vardı… Ben her ne kadar İstanbul’dan uzaklaşmamak gibi bir düşüncem varsa da. Sanırdım bilinç altımda babamın bize yaptığı vardı.
Neyse devlet dairesine gitmeyince özel bir bankaya girdim. İlden ile gitme korkusu, İstanbul’da ilçeden ilçeye gitme sevgisine dönüştü. Bütün İstanbul’u gezdim. En çokta Boğaziçi’ni sevdim. Bu iki boğaz yakası bana iki aşık insanın yüz yüze siluetine benzetim. İşten çıkışında yorgunluğumu, sıkıntımı hep bu sahilde attım.
Otobüs, minibüs, taksi, tren hiç biri beni vapur ve deniz taşıtları kadar mutlu etmez. Eğer İstanbul da bir yerden bir yere gidiyorsanız, gittiğim yöne denizle ulaşım varsa ilk tercihim olur. Hava ne kadar soğuk olursa olsun bu yolculuklar bana çok sıcak gelir. Bir çocuğun yüreği gibi olur yüreğim sevinçten. Sürekli yer değiştirir her yerden İstanbul seyrederim. Çocuklarımla neşeli ve eğlenceli yolculuklar yaptım. Mutlaka martılara atacak yiyecek bir şeyler bulundurmak zorunda kaldım. Zira çocuklar çok üzülüyorlardı. Onların sevinci martıları da sevinci idi. Ha unuttum. Çocuklarımın üçü de kız. Menekşe, Nergis, Karanfil üç nazlı çiçeğim. Onlarla ada gezileri en güzel anılarım...
Bir bahar mevsimindeyiz. Vapurdayım. Yine İstanbul seyrindeyim. Karşı bankta oturan bir adam dikkatimi çekti. Bu adam liseli yıllarıma görürdü beni. Sıra arkadaşım Hasan’a o kadar benziyor ki. Mimikleri, bakışları aynı Hasan… Sınıf öğretmeni, kızlarla çok konuşuyoruz diye beni Hasan’a birlikte bir sıraya oturdu. Sadece beni değil, diğer kızları da erkeklerle bir sıralara yerleştirdi. Böylelikle sözüm ona biraz da olsa sınıfta sessizliği ve sukutu sağlamıştı. Bir sınav sırasında yazılı kâğıdına adımı yazarken adımın baş harfini yazarken kalem tutukluk yapmış "l" nin yanına "H" koyup IH başlayan IHulya yazmıştım. H’ nin ortasındaki uzantısı. Hülya - Hasan aşk olarak sınıfa yansıdı. O sınavdan en yüksek notu ben almıştım. Ve bütün sınıf yazılı kâğıdımı görmüştü. Doğrusu ikimizi birbirimize yakıştırıyorlardı... Hasan da bana kayıtsız değildi. Bacağından çektiğim kopyalardan az yararlanmadı.
Kızların bacakta kopya çektiği bir sınavda… O yıllarda kızların bacaklarında müthiş kopya çekerdi. Şimdiki öğrencilerde var mı bilmem. Kadın öğretmen yerlerimiz değiştirdi. Ama biz her seferde eski konumuza dönerdik. Hem yanınızdaki arkadaşımıza ısınmıştık. Hem de çok sevdiğimiz sınıf öğretmenine olan sayımızı belirtirdik...
Hasan’a karşı ilgimi Hasan da anlamıştı. Tam birer sevgili olmanın arifesi de iken. Hasan’ın ilgisi siyaset kaydı. O yıllarda gençlik politik olmaya başlamıştı. Hasan da devrimci olmuştu. Sık sık okulu asmalar, polis tarafından gözaltına alınmaları vs. 12 Eylül gelmesiyle birlikte, Hasan iyice ortadan kayıp oldu. Okuldan atıldı mı? Okulu terk mi etti? Anlayamadım. Gerçi çeşitli söylentiler dolaşıyordu. Ama hangisine inanalım. Öldüğünü bile söyleyenler vardı. Bu muğlâklık biraz da Hasan’ın uzak bir yerde oturuyor olmasından kaynaklanıyordu…
Bunlar kafamdan gelip geçerken birden karşı da oturan adama sormak fikri ile anılardan silkindim. Hazırlandım. "Affedersiniz sizi bir yerde tanıyor gibiydim." Diyecektim. Gittim. Siz Hasan’misiniz diyerek daldım. Adam hemen kız Hülya diyince ve sesinden anladım. Yıllar geçti. Hasan’ın sesi değişmemişti. Değişmişti. Ama sesinden tanıdım. Tabi hal ve hareketleri de ben Hasan’ım diyordu. Hemen yanında bulunan boş yere oturdum. İkimizde de bir sevinç vardı. Yıllarca birbirimizi görmemenin verdiği merakla olsa gerek, birbirimizi tepeden tırnağa süzdükten sonra ilk söze o başladı.
- Annene benzemişsin
- Anneme mi?
- Evet, annene
- Sen benim annemi nerede gördün.
- Gördüm bir kere, sanırım bir veli toplantısında okula gelmişti.
- Haaa birçok kimse beni Anneme benzetir. Ne de olsa ana - kız.
- Ama seni ondan ayıran bir şey var.
- Neymiş o şey
- Annenin yüzü sert, sen o yüzünden eksik olmayan tebessümle daha
Sevimlisin. Bir de burun yapın çok güzel hani eski halini bilmezsen yaptırdın diyeceğim. Güzel kadını burnundan tanırım, güzel olanın burnu da güzel ve estektik oluyor.
- Teşekkür ederim. Sen anlat hangi değirmende ağarttın bu saçları.
- Ahh sorma Hülya
Bir an derin bir sessizlik oldu. O zaman anladım vapurda olduğumuzu. Dalga ve martı seslerini. Hasan’ın derinden içini çekmesi, açılarının da derinde olduğu izlenimini verdi. Ve söze başladı.
- Seninle sanırım 12 Eylül de lise ikiden sonra ayrıldık.
- Galiba
- Hani o her gün ülkede onlarca insanın öldüğü o yıllar. O yıllarda benimde ağabeyim vuruldu. 23 Nisan 1979 da. Yani çocuk bayramında… Düşünsene çocuk bayramında bir öğretmen vuruluyor.
Hasan yine derin bir şekilde içini çekti. Hatta gözleri yaşardı. Bende iyice mahcup olmuştum. Bu iç çekmelerde bir derinlik vardı. Ama bu kadarını beklemiyordum. Hasan’ın yarasına basmak beni de üzmüştü. Bir yandan da müthiş bir merak içinde idim. Hasan da bekleyişime söze devam ederek verdi.
- Evet Hülya. O 12 Eylül de herkes bir şeyler kaybetti. Bense en çoğunu kaybettim. Daha ağabeyimin kırkı çıkmadan, beni gözaltına aldılar. Bilirsin o yıllara örgütler birbirine misilleme yapardı. Ağabeyimden sonra vurulan karşıt görüşlü birinin faili olarak beni yakalamışlardı. Henüz bir lise öğrencisi idim. Ama bilirsin kardeşler çoğu kez ağabeylerinden daha boyludurlar. Sahi senin kardeşlerin var mı?
- Var
- Sen küçüksen, sen uzunsundur, o küçükse o uzundur.
Birden yarasını deştiğimi ve için bunu kaldıramadığını düşündüm. Yani lafı değiştiriyor sandım. Neyse diyerek tekrar anlatmaya başladı.
- Yani anlayacağın beni bir misilleme eyleminin faili yaptılar. O dönemde polis arasında da görüş ayrılığı vardı. Solcular Pol –Der, sağcılar Pol – Bir’ di... Tabi bir de terfi ve bir olaya bir faili bulma gibi bir görevleri vardı…
Yine bir sessizlik oldu. Benim nasıl bir tepki verdiğini okumaya çalışır gibi bir hali vardı. Ayrıca içini dökmenin rahatlığını basıyor gibiydi. Sanırım uzun süre kimseye açılmamış gibi bir hali vardı. Tam söze başlıyordu ki, bir baktık. Üsküdar’a gelmişiz. Herkes inme hazırlığında, bizde hazırlanırken bir yandan da indiğimizde bir yere bir şeyler içip sohbete devam edecektik. Vakitlerden öğle idi. Bir şeyler içmeden önce bir şeyler yemek daha ağır bastı. Hem karnımızı doyuracağımız hem de bir şeyler içeceğimiz bir yer aradık. Bir restorana oturduk. Yemek listesinden bir şeyler seçtik ve yemek gelinceye kadar laflamaya kaldığımız yerden başladık. Söz ondaydı ve başladı anlatmaya.
- Çok işkencelerden geçtim. Hülyacığım çok işkence gördüm. O genç yaşımda bir denek gibi her türlü işkencede geçtim. Sanırım faili görüşüne göre bir polis grubuna veriyorlardı. Bana işkence eden polisler her ne kadar tarafsız ve devlet memuru gibi davransalar da onların karşıt bir görüşten olduğunu hissediyordum. Ayrıca doğulu olma gibi bir dezavantajlarını vardı. Doğulu oldun mu Kürt yada alevisin. Hatta bulunduğun bölge yani memleketinde gayrimüslim varsa yandın. Bunu sünnetli olup olmadığına bakarak anlıyorlardı. Tam da yemekte böyle bir konuya girmek ne kadar doğru bilmem.
Tam da bu arada siparişler geldi. İzin isteyerek lavaboya gittim. Kendime bir çeki düzen verdim. Bir kadın her zaman karşısında bir ayna ister. Aynada kendime kalktım. Gerçektende aynı anneme benziyorum. Birçok kişi söyledi. Fakat Hasan gibi inandırıcı olmamıştı. Betimlemesi müthiş. Ben masaya geldiğimde o da lavaboya gitmişti. Biraz sonra geldi. Yemeğe koyulduk. Bana dikkatli bir şekilde baktı. Yüzümün kızardığını hissettim. Çünkü biraz da olsa kendime çeki düzen vermiştim. Yani kadınlık halleri… Her zaman bakımlı olma hali. Bir de halkla ilişkiler gibi bir yerde çalışma ve bankacı olma durumu... “Hasan bu işkence faslının geçelim. Bir kadın olarak kaldıramazsın.” Dedi. Bende:
- Nasıl istersen, hem sende çok kötü oluyorsun. Şimdi ne yapıyorsun. Çoluk çocuk nasıl.
- Ahh Hülyacığım ne kadar işkenceden söz etmezsek de, dönüp dolaşıp oralara geleceğiz. Çünkü yaşadığım işkence yaşamıma ve sağlığıma nüfuz etti.
Yine derin bir şekilde içini çekti. Yemeği habire karıştırıyor. Yemek içinde sevdiği bir lezzeti arar gibi idi. Bir çocuk gibi yemek yiyordu. Sanki yemiyor da yiyormuş gibi yapıyordu. Sonra kendini izlediğimi ve aklımdan geçenleri okudu. Gülercesine
- Şimdi sen bu adam ne mızmız bir şekilde yemek yiyor diyorsun. Sen değil mi? Hülyacığım sofrasını paylaştığım herkes söylüyor. Kusura bakma bu konuda iyi bir sofra arkadaşı olamayacağım. Midem işkence ve cezaevi izleri taşıyor. Hafifçe kaçırdığım da bu reflü hastalığı…
Hiç bir şey diyemedim. Yüzümü bir hüzün kapladı. Ona açıyor gibi bir duygu ile irkildim. Onu daha fazla üzmemek için farklı bir konuya girmek iyi olacaktı. Sonra ikimizin de çocukları olduğundan ortak bir nokta hem konuyu değiştirecek hem de hüznünü dağıtacaktı.
- Hasan çocuklar nasıl dedim.
Hasan önünde bulunan yemeklerle uğraşma bahanesiyle düşünmeye başladı. Beni müthiş bir korku aldı. Acaba bir pot mu kırdım. Evli mi, çocuğu var mı? Korkum, merakla karıştı. Hasan’la göz göze geldik.
- Hülya seni tatsız yaşamıma sıkmaya başladım galiba. İstersen biraz senden bahsedelim.
Dediğinde çok sevindim. Konuyu değiştirmek için çok iyi bir çıkıştı. Hemen söze girdim.
- Hasan benim yaşamım da pek parlak sayılmaz. Çok acı çekmediysem de mutlu olamadım.
Dikkat kesilmişti. Bu da onun merakı açlığını göstermişti. Konuyu değiştirme işi başarılı olmuştu. Bende dolu idim. İçimi derdimi açacağım bir arkadaşım yok gibiydi.
- Üniversiteden sonra bir bankada çalışmaya başladım. Bütün banka işlemleri öğrenmeniz için her departmanı da çalışıyorduk. Vezne de çalışırken sürekli gelen bir müşteri vardı. Giyimi kuşamı yerinde ve sürekli hesabına para ekleyen biri idi. Bir inşaatın elektrik mühendisi olduğunu söyledi. Her geldiğinde işlem sırasında sohbetimiz oldu. Sonra bir gün yemeğe davet etti. Yemekte sohbet koyulaştı. Arkası da geldi. Evlilik teklif etti. Evdeki huzursuz ortamdan kaçar gibi. Bu evliliğe sarıldım. Eşimi fazla tanıma fırsatım da olmadı. Öyle çok kötü göze batar bir yanı yoktu. Sigarayı bile şantiyede çok içtiğini düşünerek bırakmıştı. Ama sigara yerine pipoya başlamıştı. Bana çok kokuyordu. Pipoyu da cimriliğinden içiyordu. Kendisinin söylediğine göre çok da hesaplı imiş.
Bu ara yemeğimiz bitmişti. Yemek üstüne bir şey içecektir. Öyle kararlaştırmıştık. Önce karar vermemiz gerekiyordu.
- Hülyacığım bizim efkarı ancak bir içki dağıtır. Ama benim mide kaldırmaz. Ben bir çay alacağım. Sen ne içersin. İstersen bir bira veya bir kadeh rakı, şarap olabilir.
-Senden ayrılmamayım. Bende çay alayım.
Garson geldi. Hasan çay söyledi. Kendisinin cam bardak olmasını özellikle istedi. Bana fincanla gelen çay ona bardakla gelmişti. Yüzüme öyküsünü devamını ister gibi baktı.
- Rıfat’la sade bir törenle evlendik. Sadelikten hoşlanırım diyerek, sade bir törenle evlendik. Banka arkadaşlarım; “sen çok güzelsin böyle düğün töreni mi olur” diyerek.”Keşke bankadan kredi alsa idiniz” dediler. Personel faiz indirimi vardı. Rıfat tutumlu biri idi. Bu krediyi aldık. Birikimi ile bir ev aldık. Hakkını yemeyeyim. Benim hiçbir ısrarım olmadığı halde evi benim üstüme yaptı. Evlilikte cicim aylar vardır. Kısa bir balayımız oldu. Bizim banka ve onların inşaat şirketi izin az vermişti. Sonra ben başını bankaya gömdüm. O da inşaat şantiyelerde geçiriyordu. Daha sonra il dışındaki şantiyelerde aylarca gelmeksizin çalışmaya başladı… Yok ev borcu, eşya borcu, çocuklar derken. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Üç kız çocuğum oldu. Onları annemin katkısıyla büyüttüm. Sonra onların öğrenim hayatı… Eşimle çok şık bir arada olamıyorum. Çoğu kişi beni bir asker eşi sanıyordu. Özellikle subay, astsubay eşleri arkadaşlarım bu benzeşimi çok rahat yapıyordu. İlk yıllar beş on sene tatil yaptık arkası kesildi. Rıfat bir sahil kasabasında yazlık yapacağı bir arsa aldı. Bir kulübe yaparak yazları bizi oraya götürmeye başladı. Kızlar oteller alışmış, ota böceğe yabancı rahat edemedik. Zaten zırt pırt şantiyede çağırıyorlardı. Bizi o ıssızlığın ortasında bırakıp, yok inşaata hırsız girmiş, yok işçiler kaza geçirmiş gibi bahanelerle gelmezdi. Bütün bunlar mesleki durumlardı. Ama en çok beni ve çocukları rahatsız eden durum ise aşırı cimriliği idi. Neymiş efendim bir şey sahibi oldu istek bu tutukluluğunun sayesinde derdi.
Bu arada lafa o kadar dalmışım ki, fincanda çayın yarım kaldı ve soğudu. Hasan’ın çayda yarım kalmış ve içmemişti. Benim çayı tazeletti. O içmeyince çay kötü zannettim. Sordum. Çay ile de aram yok, sana eşlik etmek istedim dedi. Bu kez de Neskafe istedim. Bir neskafe molasından sonra ‘Eeee’ der gibiydi.
- Eeee’si Rıfat cimriliği yaşam kalitemizi düşürmeyi ve mutluluğunuzu artırıyordu. Çocuklara hiç zaman ayırmadığı gibi onların isteklerine yanıt vermemesi de bizi kendisinden uzaklaştırıyordu. Bir de ihtiyaçlarını bitpazarından karşılıyordu. Ucuz, işportaya razıyım. Ama Rıfat bitpazarından alıyordu. Neymiş bu eşyalar yabancılar tarafından az kullanılmış olarak ya da hiç kullanılmamış olarak buralara düşüyormuş...
Biraz soluklandım.
- Senin yaşam da zormuş, hiçbir kadın cimri bir adamı sevmediği gibi hiçbir çocukta cimri bir babayı sevmez.
Öyle der gibi başımı salladım. Baş sallamanın yetmeyeceği düşünerek kaldığım yerden anlatmaya başladım.
- Gerçi bu cimriliğin onun yaşamına girmesi tamamen onun yaşadığı koşulların bir gereği. Anlattığına göre Ankara’da bir lisede okumuş. Haa bana gösterdi o liseyi. Eski bir cezaevi. Şehrin merkezinde kaldığı için daha sonra Ulus Meslek lisesi olmuş. Lisenin biraz ilerisinde hergele meydanı mı, itfaiye meydanı mı ne diye bir bitpazarı var. İşte Rıfat bir yoksul ve çok çocuklu bir ailenin ferdi olarak böylesi bir ortamın ürünü. Zaten parlak bir öğrenci olmadığından meslek lisesini tercih etmiş. Okuma, kendini geliştirme gibi bir durumu da yok. Düşün yüksek mühendisi bir adam Taksim’de buluşacağız. Beklerken bu adam burnunu kurtuluyor. Tabii uzunca bir süre bekletince buluştuk.
Bu anlatımdan sonra Hasan’daki reaksiyonu gözlemek istedim. Sanırım, Hasan, Rıfat’la ayrılığımız anlamıştı. Biraz sonra tekrar anlatmaya başlayacaktım. Hasan oturarak çok hareketsiz kaldık diyerek, yürümeyi önerdi. Zaten vakitte çok geç olmuştu. Biraz yürüyüşten sonra ayrılacağız. Ama bundan sonra sık sık görüşebileceğiz. Emin değilim. Ama öyle sanıyorum. Restorandan çıktık, deniz sahilinde yürüdük. Bir yandan da konunun dışında, dışarıda mevsimden havadan sudan bahsederek üzerimize çöken kasvetli havayı dağıtmaya çalışıyoruz. Bir ara saat baktım. Hasan’ın dikkatini çekti ve sordu. “Geciktiysen seni uğurlayayım. Daha sonra bir daha görüşelim.” Telefonumu aldı. Bir kartvizit uzattı. Kartvizitte bir büfeler zincirinin sahibi olduğu yazılı idi.
Ayrılırken tekrar Hasan’a baktım. Oldukça zayıf ve yaşlı gözüküyordu. Hemen eve gelir gelmez lise fotoğraflarında onu aradım. Canım sıkıldığında bu fotoğraflara bakar, eski günlere giderdim. Hasan’ın bulunduğu beş altı kare buldum. Hasan lisede iken çok yakışıklı ve sınıfın en gözde öğrencisi idi. Aslında başarılı bir öğrenci de sayılırdı. Ağabeyinin öğretmen oluşu, onun derslerine de katkı sağlıyordu. Başına talihsizlikler gelmese, bugün o da bir üniversite bitirmişti. Belki de bizim başlamadan biten aşkımız, filizlenip ikimiz bir çift olacaktık. Acaba daha neler yaşamıştı. O kadar merak ediyordum ki, uyku tutmadı. Hep onu düşündüm. Neden şimdiye kadar birbirimize rastlayamadık. Sanırım geçirdiği büyük değişimle onu tanıyamadım. Bu karşılaşmamız da tesadüf oldu. Bir daha ki buluşmayı iple çekeceğim. Ertesi gün telefon etti. Okul arkadaşları ile okulu kırıp geldiğimiz Kabataş da buluştuk. Yanımızda Güzel Sanatlar vardı.
- Hülya sana daha önce niye rastlayamadım.
- Bende sana soracaktım.
- Ben uzun süre İstanbul’da değildim. Ama insan bu şehirden vazgeçmiyor.
- Aynen öyle
- Hele de bir çok anısı olan insan unutamıyor. Oysa bu şehrinde işkencelerden geçtim. İstanbul’a döndüğünden beri Eminönü ve Sirkeci’den geçerken, Sansasyon Han’a bir bakmadan edemem. Bu tarih binayı neden pis işlerinde kullanırlar diye düşünürüm. Tabi gayrimüslimlere çökerek gasp edilmiş olduğuna kanaat getiririm.
- Çok mu işkence ettiler.
Dedim, kendi kendime bozuldum. Sanki daha önce anlattığını dinlememiş gibi oldum. Adam ne demişti. Yaşamımda hala izlerini taşıyorum. Demişti. Boş bulundum. Ya da bir iki laf etmek ve kendisini can kulağı ile dinlediğimi belirtmek istemiştim.
- Ahhh Hülyacığım bana kan işettiler. Birinci eşimden çocuğum olmadı. İkinci eşimden de tıbbi yoldan bir kız çocuğum oldu. Kırk yaşından sonra baba oldum. Gören dedesi sanıyor beni.
- Demek iki evlilik yaptın. Peki, mutlu musun? İkincisini daha iyi olduğu söylenir.
Dedim. Yine derin bir içini çekti. "İlk aşk hiçbir zaman unutulmaz" diyerek. Sanki bana olan aşkını anlatacak sandım. Ve heyecanlandım.
- Dinle Hülyacığım, cezaevinde bir yığın ağır işkenceden geçtikten sonra. Faili olduğum cinayetin asıl faili yakalanmıştı. Ayrıca cinayet günü ve saatinde bulunduğum yeri şahitleriyle ispatlamıştım. Cezaevinden beni askere sevk ettiler. Askerde baktılar ki, sağlığım çok kötü, oradan da askeri hastaneye sevk ettiler. Askeri hastanede çürüğe ayırırlar, diye düşündüm. Ama olmadı. Genç oluşum, dirençli kılmıştı beni. Biraz hastane, biraz hava değişimi biraz askerlik derken şafak sıfırladık. Askerde cezaevinden geldiğim ve hastanelerde yatmış biri olarak beni kantine verdiler. Daha doğrusu terhisi yakın hemşerim, kendinden sonra yetiştirmek için beni yanına aldı.
Evden çıkarken kek, börek gibi şeyler almıştım. Birde yanına bir kaç çeşit meyve suyu almıştım. Bu benim çocuklarımla yaptığım rutin bir alışkanlıktı. Ama bu kez Hasan’la yapıyordum. Aslında çay daha iyi olurdu. Ama Hasan’in arası olmadığını öğrenmiştim. Hasan da pastaneden ayçöreği ve acıbadem almıştı. Nasıl sevindim. Anlatamam. Bu adam beni çok sevmiş. Ayçöreği ve acıbadem o sevdiğimi unutmamış. Hasan dalmış Güzel Sanatlara bakıyordu.
- Hayrola bu okulda mı okumak istemiştim.
- Ne bildin yoksa sana bu konuda bir şeyler mi anlatmıştım.
-Yooo
- Sen var mıydın bilmem ben bir gün okulu kırmıştık. Buraya geldik. O zaman arkadaşlardan birileri demişti. Güzel Sanatlarda erkek ve kadın çıplak model arıyorlarmış. Kim böyle bir işi ister. Bazı arkadaşlar iyi para veriyorlardı ben yaparım demişti. Sanırım kız arkadaşlardan hiç biri istememişti.
- Ben yoktum. Tijen’den duymuştum.
- Aslında ben iyi bir grafikerdim. Duvarlara yıldız yumruğu iyi çizerdim. Askerden sonra bir mimarlık bürosunda harita çizer oldum. Benim de şantiyelerde çalışmam var. Kara Yolları şantiyelerde çok çalıştım. Baktım ne uzuyorum ne kısalıyorum. Ayrıldım. Şantiye de kaldığımdan ev kirası yoktu. Yemeği ve ihtiyaçlarını da şirket sağlıyordu. Bu nedenle iyi para biriktirdim. Askerliğim Bursa da idi. Orayı sevdim. Asker arkadaşım sayesinde Karayollarından sürekli iş alan firmanın haritacısı olmuştum. Haritacılık da kendime yeterlilik verince, biriktirdiğim para ile büfeciliğe soyundum. Askerde edindiğim kantincilik tercümesi ile zorda olmadı. Büfeye yakın bir de ev tuttum. Büfede uzun süreli çalışıyordum. Kendime zaman ayıramıyordum. Büyük marketlerin yaşamımıza girmesi ile kapanan küçük esnafın yani bakkalların yerini büfeler almıştı. Bende bulunduğumuz mahallenin bakkalı idim. Bir süre dikkatimi çeken güzel bir kız alışverişe başladı. Kıza tutuldum. Günde 14 - 15 çalıştığım büfede sıkılırken, onu beklemekten adeta zevk alıyordum. O gelince kalbim heyecanlanıyordu. Onun hakkında araştırma yapıp nerede oturduğunu merak ediyordum. Daha sonraları her geldiğinde sohbete tutuyordum. Bir süre sonra oda bana kayıtsız kalmadı. Ama ne komplimanlar yaptım, anlatamam. Yemeğe götüreceğim. Ama büfeyi bırakacak güvenilir birini bulamıyorum. Baktım olacak gibi değil, bir çırak bulmaya çalıştım. Nermin’den yardım istedim. Adı Nermin’di. Nermin, komşularının çocuğunu önerdi. Liseli bir genç çocuktu. Hem okuyacak hem de bende çalışacak okul harçlığını çıkaracaktı.
Hasan bunları anlatırken, kendime şaştım. Ben hiç böyle uzun anlatımlara hikâyelere gelemezdim. Gerçi buraya kadar gelince işin içine aşk girince ilgim daha da arttı. Benim ilgi ile dinlemem de onun hoşuna gidiyordu. Anlatırken arada bir içini çekmesi, bu aşkın bir hüzünle sona dediği izlenimi veriyordu. Bu da beni iyice meraklandırıyordu. Bir roman okur gibiydim. Ya da bir film izler gibiydim. Bu izleme bir yakınımızda aitse sizi zorunlu kılıyor. Hasan da benim yakınım gibiydi. Ondaki memleket sevdası olmasa idi, siyasi olaylara atılmada idi. Bu anlattığı aşk bizim olacaktı. Belki demek daha doğru olacak. Beni sabırlı bir şekilde dinlemeye itende bir aşk yaşamadığım olsa gerek…
- Nermin’den aşkıma aldığım karşılıkla havalara uçuyorum. 12 Eylül’de sadece ağabeyim vurulmuş, bense ağır yaralı kalmıştım. Ağır işkenceler, cezaevi ve askerlik süreci. Askerde bile işkence gördüm. Yürüyüşlerde zorlandığımda eğitim çavuşları anamı ağlatırlardı. Sonra bir başka komutan bu çocuğa fazla yüklenme, bu çocuk hasta aylarca hastanede kaldı dediğinde biraz rahatlamıştım. Yaşamda çok yaralanmıştır, bu yaraları ancak Nermin sarardı. Nermin’in aşkıyla şifa bulmuştum. Çok mutluydum. Nermin’in komşu çocuğuyla biraz rahatladım. Nermin’in parklar, bahçeler, sinemalar ve hatta Mudanya’ya denize bile gittik. Bu kadar gezip toz maya çevre iyi bakmayacak diye korktuğumdan hemen nişanlandım. Artık evlilik hazırlıkları yapıyoruz. Gurbetçi, yalnız bir adam olarak fazla uzatmadan, çok güzel bir düğünle evlendim. İstanbul’dan annem babam kardeşlerim geldi. Biz iki erkek kardeştik.. Üç de kız kardeşim vardı. Biz iki erkek kardeş olarak annem ve babamı çok üzgümüzden onlardan hep uzak durmak zorunda kaldım. Onları eniştelere ve kız kardeşlerime bıraktım.
Birden gözleri doldu. Ağlamaya başladı. Benimde gözlerim doldu. Burnunu çekip ağlamaya başladım. Karnımız acıkmaya başlamıştı. Hasan getirdiğim börekten biraz yedi, meyve suları rahatsız ediyor diye içmemişti. Kalktık bir şeyler yiyeceğimiz bir yer araştırmaya başladık. Beşiktaş’a doğru gidip orada bir şeyler yemeğe karar verdik. Asırlık çınarların ve tarih kokan caddeden sohbet ederek yürüdük. Arada bir ilaç alıyordu. Çekindiğimden soramıyordum. Çünkü bu tür soruların altında bir acı çıkıyordu. Kendisi bir açıklık getirdi. “Bizi sakat bir insana çevirdiler, şimdide ilaçlarını pazarlıyorlar” derken çok kızgındı. Bir ara telefonu çaldı. Arayan kızı idi. Bir şeyler konuştular. Bu arada telefondan kızının resmini gösterdi. Kız çok küçüktü. Eşini gösterdi. Bende kızlarımı gösterdim. Her birini inceledi. Benimle benzeşim kurdu. Babasını görmedim ama hepsi sana benziyor demişti. Eşimin resmini gösteremedim. Çünkü hepsini silmiştim. Söyledim de. Babası olacağı sana göstermek isterdim. Ama bütün fotoğrafları sildim’ dediğimde; "o derece yani" dedi. Bir yer seçtik. Bir şeyler yedik. Özür diledi. Niçin olduğunu anlamak için yüzüne baktım. Senin iştahını kaçıracağım dedi. Aklım Nermin’de kaldı. Nasıl oldu da bu yaraları saran kadından ayrıldı. Yoksa öldü mü? Ağladığını göre mutlaka öyle bir durum var. Öğrenmeden rahat etmeyeceğim. Bir şeyler sormaya da cesaret edemiyorum. Hele de o gözyaşından sonra. Ama Hasan’ı okuldan da bilirim. Bir defa derste tahtada bir şey anlattı. Bütün bir ders sürdü. Teneffüs zili olmasa daha da devam edecekti. Yani çenesi biraz düşüktür.
Denize nazır oturduk. Bir yandan yemek yiyor, bir yandan da İstanbul üzerine konuşuyorduk. Geçen vapurları izliyoruz. Bir anısını anlatmaya başladı. Vapur aslan kükremesi gibi siren çaldı.
- Gülhane parkındayım. Hayvanat bahçesinde, bir aslan bir kükrüyor ki, deme gitsin. Dışarı çıktım. Eminönü kadar geldim. Vapurlar bir siren çalıyor ki, aynı aslan kükremesi. Hayvanat bahçesinden aslan kaçtı sandım.
Beraber gülüştük. Benimde aklıma Rıfat’ın boğaz da balık tutmaları gelir. Balık tuttuğunda en çokta kızlar sevindirdi. Hasan aklımdan geçeni anladı. “Sende de buraların anısı var anlat bir tane de biraz daha gülelim. Biraz ağlayalım biraz gülelim. Yaşam da bundan ibaret” dedi. Anı bekleyişine geçti.
- Boğaz bizim kızlarla yürüyüş yaptığımız ve eğlendiğimiz bir yer. Rıfat balık tutar biz de yürüyüş yapardık. Birçok defa Sarıyer’e kadar yürüdüğümüz olurdu. Rıfat balık tutarken kızlar çok sevindirdi. Rıfat da sevindirdi. Bir gün Rıfat oltaya asılıyor. Yüzünde bir sevinç, “o sevinçle bu kez büyük bir balık yakaladım’’ dedi. Oltayı çekti ki, ne görelim. İçi çer çöp dolu bir ayakkabı… Meraklı, sevinçli bakışlarını hayal kırıklığına dönüştü. Arkasından hepimizde bir kahkaha…
Bir kez de Hasan’la güldük. Sabırsızlanmıştım. Aklım Nermin de idi. Bu kez dayanamadım. Direk sordum. Nermin’i anlatıyordun. Arkasından ekledim. Ama ağlamadan’ Dedim. Yine güldük. Yemek Faslı da bitmişti.
- Nermin’le güzel bir ev tuttuk, dayayıp döşedik. Çok mutluydum, mutluyduk. Tuttuğumuz ev annesine yakındı. Özellikle yakın tuttuk ki, ben geç saatlere kadar çalıştığında annesi ile olsun. Esnaf olunca böyle oluyor. Esnafın da aile yaşantısı pekiyi olmuyor. Neyse kısa da olsa bir balayımız da oldu. İnsan esnaf olunca bir aklı da dükkânda oluyor. Esnaf olduğunda, ya çok güvendiğim birileri olacak ki, gözün arkada kalmayacak. Korktuğum başıma geldi. Dükkânda benim yaptığım cironun çok altına düştük. Sebebini araştırdığımda emanet ettiğim çırak, kasayı tırtıkladığı gibi, okul arkadaşlarına parasız öteberi veriyor. Başladık başka birini araştırmaya. Nermin seninle dönüşümlü çalışalım dedi. Sen dinlenirken ben çalışayım, ben dinlenirken sen dedi. Yeni evliyim, Nermin çok güzel bir kadın ve bende müthiş bir kıskançlık başladı. Katiyen olmaz dedim. Burası bir bakkal değil, büfe. Üstelik içki ve sigara satılan bir yer. Bu kez Nermin gündüz ben, gece sen diye tutturdu. Yine kabul etmedim. Yine bir çırak arayışına girdik. Önceki çırağın okul arkadaşlarına dükkânı yağmalatması ders olmuştu. Bu kez ise ihtiyacı olan dürüst biri aradık. Güvenilir birini bulamadık. Bir süre dişimizi sıkacaktık. Düğün ve eşya borçları da vardı. Bir işe güce daldık. Sabah 07.00 akşam 24.00 cumartesi yok, pazar yok, bayram yok, seyran yok. Hasta olmaya bile hakkımız yok. Öğle yemeğini bile çoğu kez dükkânda yitiyorum. Yemeğin nerede gittiğini bilmiyorum. Tam yemeğe oturuyorum, pat müşteri, müşteri beklemez. Çalışma yaşamı böyle giderken Nermin’i de ihmal ediyordum. Onun görünürde pek bir şikâyeti yoktu. Annesi ile geziyor, tozuyor, alışveriş yapıyordu. Düğünlere, günlere gidiyordu. Zaten ne olduysa bu günlerde oldu. Bir çocuk yapma fikrini hayata geçirmeye çalıştık. Olmadı. Nermin sağlıklı idi. Bense gördüğüm işkence ile pek sağlıklı değildim. Ama doktorlar baba olmamda hiçbir nedenim olmadığını ve sağlıklı olduğumu söylediler. Belki de bir iki çocuğumuz olsa sonumuz böyle olmayacaktı. Çocuk için ayrılan çiftler aklıma geldi. Ama mutluluğu yakalamış, biri için böylesi bir ayrılık saçma geldi bana. Acaba Nermin bu konuda çok mu ısrarlı idi. İçecek bir şeyler aldık. Hasan kemik erimesi yaşadığını ve süt istedi. Kaldığı yerden anlatmaya başladı.
- Mahallede müthiş bir dedikodu yok çocuğumuz olmuyormuş, evi otel gibi kullanıyormuşum vs. vs. Özellikle kayınvalidem bu söylentileri çok büyütüyor ve Nermin’in başının etini yiyor. Yok, kendini yaktın, gençliğini heba ettin falan filan. Bense kendimi işe güce vermiştim. Büfeye yardımcı bir genç buldum. Bu arada kredi çekerek ikinci bir büfeyi açtım. İlk büfeyi yardımcı gence bıraktım. Genç üniversiteye hazırlanan Yusuf isminde bir gençti.
Biraz neşelenmişti. Bakma hadımsak da bende çoluk çocuk çok. Diyerek güldü ve beni merakta bıraktı. Ve söze devam etti.
- Banka kredileriyle yedi büfe açtım. Güvenilir, gençleri başlarına geçirdim. İçinde hayırsızlarda çıktı. Ama ince eleyerek, sık dokuyarak her birine bir iki kişi buldum. Üçü Bursa da dördü de burada. Bende bunlar arasında mekik dokuyarak zaman geçiriyorum. Bu gençleri bir kısmını okutuyorum. Bir kısmını evlendirdim. Torun bile var. Ha Haaa.
Bu arada benim aklımda bir fikir uyandı. Hasan’ın, bu anlattıklarını yazmak… Fikri kafamda bir buluş gibi parladı. Yıllardır okuya okuya geçmiştir ve bir şeyler yazmak istiyordum. Fakat cesaretin yoktu. Hasan’ın yaşamı tam bir romandı. Gerçi bu fikrin uyanmasını da o tetikledi. Hayatım bir roman demişti. Bakalım daha neler anlatacak. Bu yazma fikrinden dolayı daha can kulağıyla dinlemem getirdi.
-Kayınvalide Nermin’in altından girip üstünden çıkıyordu. Sanki benden boşanmasında, birine mi yamayamaya çalışıyordu. Aslında Nermin annesi etkisinde kalacak kadar zayıf biri değildi. Bugün, bu büfeler zinciri bile onun fikri. Kayınvalide beni çok sevmişti. Üstelik onların hanesine de yardımcı oluyordum. Kayınçoların bile öğrenimlerini üstlenmiştim. Kayınpeder ise Allahlık zavallı biri... Öyle bir noktaya geldik ki, Nermin artık boşanmayı telaffuz etmeye başladı. Bense koşturmaktan bitap düşüp konuşup onu ikna etmiyor âdete kaçıyordum. Söylentiler Nermin’i canından bezdirdi, kadını mutsuz kalmıştı. Keşke kayıpları göze alıp, oradan onunla birlikte uzaklaşsam çok iyi olacaktı. Ama işte keşke ağacı kuru bir ağaçtır ve yeşermez demişler. Hülya biraz da sen kendinden anlat. Seni sıktığımın farkındayım.
- Hayır, hiç sıkılmadan, anlatmanın seni hüzünlendirdiğini görünce üzülüyorum. Dediğin gibi biraz ben anlatayım. Nerede kalmıştık.
Hasan’a baktım. Gerçekten de nerede kaldığımı anımsamadım. Nereden anlatsam Hasan’ın ki, gibi hüzünlü idi…Hasan imdadına yetişti.
- Eşinin cimriliğini anlatıyordun.
- Ahh sorma Hasan, canımdan bezdirdi. Sadece beni değil çocukları da bezdirdi. Artık ondan kaçıyorduk. Düşün kırmızı bir pantolon almış bitpazarından onunla bir buluşacağız. Bir de kemer yerine askılıklı pantolonu iyice çektirmiş. Ayak bilekleri ortaya çıkmış. Bu ne biçim insan ayna diye bir şeyden habersiz galiba. Tam bir palyaço… Palyaçoya kurban olsun. Karikatür. Uzaktan görünce buluşmaya gitmedim. Ağaç gibi beklettim. Hastalandığını söyledim. O yıllarda böyle cep telefonları yok. Zaten cep telefonu çıktığında da uzun süre telefon almadı. Gerçi çalıştığı şirket bir tane vermişti. Emekli olana kadar onunla idare etti. Onun bu huyundan dolayı çalıştığım bankaya gelmesini hiç istemezdim. Yani anlayacağın biz birbirimizi hiç tanımamız Bankacıyız arkadaş, eş dost toplantıları yapıyoruz. Öylesi ortamlara bile ben aldığım giysiler giydiriyorum. Yok, buna kaç para verdin, şuna kaç para verdin vs. Her gittiği yerde de mutlaka bir bitpazarı bulur. Bir de bu bitpazarlarından antika merakı sardı. Eski şamdanlar, mutfak eşyaları, kilimler, plaklar en vay çeşit eşyalar. Zaten üç çocukla üç odalı eve zor sığıyoruz. Bir de Rıfat efendinin müze merakı. Şunu üçe aldım beşyüz yerseler vermem muhabbetleri. Özellikle izinli olduğu zamanlar canımızdan bezdirdi. Şantiyeye gitmesini dört gözle beklerdik. Çok zor bir insandı. Çevremizde onun benim dengim olmadığı bakışları bir süre sonra söyleme dönüştü. Ama ne yaparsın kızlarının babası. Benim yoğun bir bankacı olmam, onun cimri bir adam olarak sürekli inşaat şantiyelerde kalması; birbirimizi çok iyi tanımamamızda etken oldu. Daha sonraları ikinci el bir jeep alıp bir balık sevdasına tutuldu. Şantiyede kimlerle balık avlarına takılmaya başladı. Evlilikte bir alışkanlığa dönüştü. Ona bir erkek çocuğu veremedim diye üzülüyor umdum. Ama onun umurunda değildi. Benim gibi herkesin aşılmaya fırsat kolladığı kadına dönüp bakmıyordu. Beni pek arzulamıyordu bile. Bu yanıyla tutucu, köylü yani vardı. Bazen onun ihtiyacını şantiyeye attıkları hayat kadınları ile giderdiğini düşünüyorum. Bir defa kendisi anlattı. Askerliğini yedek subay olarak yaparken askerlerin getirdiği kadınları anlatırdı. Kızlar eskici baba diye isim takmışlardı. Arada bir “antika adam” derlerdi.. Emekli olunca biriktirdiği eşyalarla antikacılık yapacağını söyler. Bu fikri de o dolaştığı eskici dükkânlarından kaptığı belli. Eskicilik yapacağım diyemediğinden antikacı diyordu. Bir yandan da deniz kıyısındaki arsaya çok güzel bir köşk yapıp kafa dinleyeceğim söylüyordu.
Biraz soluklanıp bir şeyler içmek istedim. Böylesi renksiz insanla birlikte olmakta yaşamı renksiz yapıyordu. Öyle efkârlandım ki, Hasan’ından izin isteyip bir sigara içmek istedim. Öyle tiryaki değilim, kadın arkadaşlarla bir çay içerken bir sigara da iyi geldiğinden çantamda bulunduruyorum. Hasan’sa içimlyordu. Daha önceleri içmiş ve bırakmış. Sende bir tane yak dedim. Ben başlarsan bırakamam. Ben bıraksam o beni bırakmaz. Sonra doktorlarla bozuşurum. Dedi..Sigara için ayrılan bölgede sigaramı içtim. Bir yandan da Hasan bana bakıyor, ben Hasan’a bakıyorum. Bitirip yanına gittim.
- Seni efkarlandırdım. İstersen anlatma hepimizin acı da olsa tatlı da olsa bir yaşam öyküsü var.
- Sen üzülme Hasan ben içimi döküp rahatlıyorum. Şu arada bir içtiğim sigaraya bile söylendi. Sanki tiryakiyim de günde iki üç paket içiyorum. Yok, çok pahalı imiş… Kendi piposu bile ondan çok ucuzmuş. Artik hangi bitpazarından, merdiven altından alıyorsa. Söyler misin ben bu adamla nereye kadar giderim. Üstelik emekli olunca çok daha çekilmez oldu. İşte nasıl bir adam olduğunu emekli olunca uzun uzun birlikte olunca anladım. Evi de şantiye gibi kullanmaya başladı. Kızlar onun işçileri o şantiye şefi. Çocuklar onun bu haline alışamadı. Araba yıkanacak kızlar, su taşısın. Biri balık, av malzemesini getirsin, biri yiyecek hazırlasın. Bir kaç haftalığına kulübesine gidip yalnız olmuyor sizde gelin ısrarı. Biz gideriz birçok kendi gibi adamı toplamış, bize hizmet ettiriyor. Ya bizi bunun için mi çağırdın diyoruz. Neymiş zaten bir sofra kuruluyormuş ha üç kişi fazla ha üç kişi eksik. Falan filan. Biraz ara verdim. Önümde Neskafe buz gibi olmuştu. Onu tazelettim. Hasan elini Rodin’in düşünen adamı gibi çenesine koymuş düşünceli düşünceli dinliyordu.
Farkında değildim. Ama insan biraz kendini dinleyince farkına varıyordu. Rıfat’ı anmak bile insanı yoruyordu. Hele o kendini inşaat sahasındaki gibi yerlere tükürmesi. Neymiş efendim. Şantiyede alışmış. Malum, kireç, çimento, moloz tozu vs. Orman gibi kıllı göğsünü olur olmadık yerde açıp kasınmalar. Çocuk gibi azarlamalara sessizce katlanması bile insanı kızdırıyor. Aslında benim terslemelerime katlanmasının tek nedeni. Benim de bir erkek gibi çalışmam, beni güçlü kılıyordu. Keşke çok önceleri aramızda bir gür çıksaydı da boşansaydık. Yıllarımı heba etti. Şu kızlarda olmasa hayatın bir anlamı olmayacak. Bu yaştan sonra da insan çocuklarıyla evli oluyor.
Hasan öyküsünün sonunu merak ediyordu ve bir bekleyiş içinde idi.
- Rıfat’a katlanamadığım gibi bankaya da katlanamadım. Müdür konumuna geldim. Biraz rahat ederim sandım. Ama nafile Hasancığım bu özel bankalar adamın derisini yüzüyor. Devlet bankalarında çalışan meslektaşların var. Çoğu çok rahat… Belki de emekli olup kafa dinleme düşüncesi ile Rıfat’ın hareketleri beni çok rahatsız etti. Kızlarla yıllarca ilgilenmeyen adam, şimdi onların burnundan getiriyor. Bir dövmediği kalıyor. Oysa ben onları serbest ve terbiyeli yetiştirdim. Oturmasını kalkmasını bilen çocuklar. Onları gören babalarını bir şey sanıyor. Yakıştıramıyor, akraba mı diyorlar. Şimdi lafı uzatmadan dananın kuyruğunun koptuğu yere geleyim. Bir kış ayında Rıfat’ın inşaat şirketinden bir arkadaşı trafik kazasında öldü. Rıfat eve Barka uğramaz oldu. Yani her gece geliyor. Ama sabah işe gider gibi evden çıkıyor. Kazada ölen arkadaşının karısı ve çocuklarıyla ilgileniyor. Öyle bir ilgileniyor ki, anlatamam, hiçbir zaman bizimle bu kadar ilgilenmemişti. Benden çok çocukların tepkisini çekti. Bu aylarca sürdü. Ne pazara gidiyor, ne alışverişe evle hiç ilgilenmiyor. Doğru dürüst ne yemekte ne de kahvaltıda birlikte oluyoruz. Bir gün öyle sinirlendim ki, kadını ziyarete gittim. Kadın zavallı biri öyle Rıfat’ta gözü olacak biri de değil. Ama Rıfat insanlığı tutmuş. Yok, kazayla ilgili mahkeme işleri, yok aracın hurdaya verilmesi, yok çocukların okul sorunları, kadını çalıştığı inşaat şirketine yerleştirmesi. vs. vs. Ama kadına acıdım. Rıfat’a olan kızgınlığını geçti. Kadına o kadar acıdım ki, Rıfat’ı kadının başına sarmaya karar verdim. Şiddetli bir tartışmadan sonra ben senden boşanacağım dedim. Ve boşandık. O kadınla evlenir zannettim. Benden sonra evlenmek istemiş. Ama kadın onun bütün yardımlarına karşın evlenme isteğini kabul etmemiş. Üstelik senin yüzünden yuvam yıkıldı gibi laflar etmiş. Anlayacağın simdi, özgür bir kadınım, kızlarının da aynı hataya düşmesinden korkuyorum ve onları bu konuda uyarıyorum. Gerçi ayrılınca kızlar kıymete bindi. Onlara şimdi çok daha kıymet veriyor. Belki de tekrar bana dönmek için onları aracı olarak kullanmak istiyor.
Hasan üzülmüş gibi bir hali vardı. Oysa evli olsaydım, Hasan’la bir araya gelip bunları anlatıp içimi dökemezdim. Birçok hem cins arkadaşım var. Ama derdimi onlara anlatamıyorum. Gerçi anlattığım, paylaştığım var elbette. Herkesle de paylaşamıyorsun. Kadınlar hem cinslerimde olsa uzak duracaksın. Birin yanına beş katıyorlar. Akşam olmak üzere idi. Sen bitirdin ama ben bitiremedim. Dedi ve ekledi. Asıl acıların büyüğünü Nermin’de sonra yaşadım. Diyerek, heyecanlı bir bölüm finaliyle biten bir dizi gibi bir durum ortaya çıktı. Yani bir dahaki buluşmamızda Hasan’ın öyküsü devam edecekti. Kadınlar çok daha meraklı oluyorlar diye yaygın bir kanı var. Galiba çok doğru… Meraktan çatlayacağım.
Ertesi gün bekledim. Aramadı. Ben arayayım dedim. İkirciklendim. Tam arayayım diye karar verdim. O aradı. Bursa’ya gitmiş. Oradaki dükkânlarda ilgili bir problemi çözecekmiş, hem de denetleyecek imiş. Dönünce seni ararım dedi ve kapattı. Üç gün sonra aradı. Uzun süre Emirgan’a gitmediğini orayı özlediğini, bana da uyuyordu orada buluşacağını söyledi. Geldi. Yine ayçöreği, acıbadem ve Bursa’nın meşhur kestane sekeri getirmiş. Hem de iki paket küçük olanı ikimize büyük bir paketi de kızlar için eve almıştı. Doğrusu Hasan’ın bu kadar ince olduğunu bilmezdim. Hele ayçöreğini ve acıbadem o sevdiğimi unutmaması bile başlı başına bir incelik. Oysa Rıfat’a defalarca söylediğim halde bir gün bile alıp getirmedi. Gerçi şantiyelerin bulunduğu illerden o yörenin ürünlerinden getirme alışkanlığı vardı. Köy pazarlarından ucuz yollu şeyler getirdiği olmuştu. Ama bir gün bile ne bir ayçöreği, ne de acıbadem kurabiye. Belki de ben kendim ve kızlar için aldığımı düşündüğünden almıyordu. Bunları yapan özel pastaneleri bile ona göstermiştim. İnsan kızlar için de olsa bir iki alır gelir. Ama o kör olası cimriliği. Bir defa gittiği yol üzerinde pastaneden almasını söyledim. Eski pastaları içine koyuyorlar dedi, bir bahane üretti. Hâlbuki o pastane ayçöreği ve acıbademiyle tutulmuş bir pastane idi. Sanırım Hasan da seçiminde titiz, daha önceki ayçöreği ve acıbademi inceledim hiçte fena değildi. Bende Emirgan’ı özlemişim. Bir güzel gezdik ve konaklayacağız bir yer aradık. Denizi gören bir kafe’ye oturduk. Bursa seyahatinden dükkânlardan, çalışanlardan havadan sudan bahsetti. Üzüntülü bir şekilde "eskiden Bursa’da bahsedilirken yeşilini anlatırdım, şimdi o yeşillikten çok az şey kaldı. Dedi.
- Nermin’le tartışmalarının öyle bir boyuta geldi ki, artık annene gitmeyeceksin demek zorunda kaldım. Bu da evliliğimiz bitirmenin ilk adımı gibi oldu. Boşanmayı ağzına alan sensin sen başvurunu yap diye kestirip atınca ipler tamamen koptu. Üç tane Büfe olmuştu. Birini ona bırakmayı teklif ettim. Kabul etmedi. Büfenin birisinin gelirini teklif ettim. Nafaka olarak kabul etti. Bir de evi eşyalarıyla ona bıraktım. Kirasını da üstlendim. Annesine taşınmadığına sevindim. Bir süre sonra tekrar bir araya gelme umudu yaşıyordum. Ben bir süre uygun olan bir dükkânda kaldım. Rahat etmeyince iki odalı bir ev tuttum. Bu durum çok zoruma gidiyordu. Özellikle kayınvalide ile çok kötü kavga ettim. Bilemedim ki, annesi ile böyle kötü bir şekilde kavga etmek aramızı iyice açacağını. Baktım bir sene gibi bir süre geçti gelişen bir şey yok. Araya koyduğum insanlarda kar etmiyor. Bu durum beni mahvediyor. Bir kaç kez içkiye kendimi verecek oldum. Midem kaldırmadı. Hatta mide kanaması geçirdim. Karar verdim, İstanbul’a baba evine dönmeye. Dükkânlardaki çocuklar sağlamdı. Onlara bırakıp, soluğu İstanbul’da aldım. Burada da bir büfe açarak işe koyuldum. Artık tekrar İstanbullu olmuştum. Bursa ile bağları koparmak istemiyordum. Dükkânları denetlemek bahanesiyle gittiğim de bir yolunu bulup Nermin’e İstanbul’a gelmeyi teklif edecektim. Ben böyle düşünürken, bir haber aldı ki, Nermin başka biri ile evlenmişti. Anladım ki, o benim için aşktı. Ama ben onun için aşk değilim, bir insanın ilk aşkını terk etmeyeceğine inanıyordum. Büyük bir hayal kırıklığı oldu. Onu unutmaya çalıştım. İstanbul’da kendimi işe güce verdim. Büfelerin sayısını artırdım. Çevreden evlilik baskıları da yoğunlaşmaya başlamıştı. Karar verdim. İkinci bir evlilik yapacaksan annesiz babasız, kimsesiz biri ile evlenecektim. Çocuksuz bir ailenin yanında evlatlık olarak yetişmiş bir kız varmış. Analık, Babalık çok yaşlı olduğu için bu kız çocuğunu yanlarına almış. Bir ayakları çukurda imiş vs. Olur belki, bir tanışalım dedim. Şimdiki eşim Seher’di bu. Seher’i yanına alan aile okutup, öğretmen olmasını da sağlamıştı. Bir ilkokulda öğretmendi ve aileye bakacak çok zamanı oluyordu. Seher’i gözüm tuttu. Bir kaç kez çıktık, gezdik, tozduk. Aileye olan minnetinden dolayı onlara bakmayı sürdürmek şartıyla kabul etti. Aile ise bağırlarına bastığı bu vefalar, fedakâr kızın mürvetini görmek istiyorlardı. Evlendik. Seher’in ailesine yakın bir ev tuttuk. Seher’in yaşı biraz geçkindi. Bir çocuk yapmamız gerekiyordu. Bende baba olmak istiyordum. Bir süre hastane hastane dolaştık. Sonra işkence ve cezaevi süreci ile sağlığının bozulduğu ve bu nedenle tüp bebek kararı önerdiler.
Biraz dinlenmek için ara verdi. Sesi çatallaştı. Ağlamaklı bir hal aldı. Bendeki tepkiyi izledi bir süre. Oysa tüp bebekte olsa bir çocukları olmuştu. Acaba çocuk sakat mı doğmuştu. Bir gariplik olduğu anlaşılıyordu. Söze tekrar başladı.
- İşte bu bebek sürecinde canıma okudular. Bir kız çocuğu armağanına karşılık iki insanın canına okudular.
Biraz durakladı. Sonra söze tekrar başladı.
- Yanlış bir tedavi ile beni iyice sakat ettiler. Tazminat davası açtım. Yıllardır sürüyor, bakalım ne zaman sonuçlanacak. İşin kötüsü eşime olan görevimi yapamıyorum. O bir süre çocuk sahibi olmanın mutluluğu ile pek sıkıntı yapmıyor ama yarın Nermin gibi o da başlayacak diye korkuyorum. Nede olsa benden genç… Bunları düşünerek buna bir formül bulalım. Ayrılalım. Yaşın fazla geçmeden başka biriyle evlen dedeysem de tutturdu bir ağıt. Fazlasını konuşamadık. Bakma şu anda iyi gibi görünüyor ama ben hiç iyi değilim. Sürekli antidepresan ilaçlarla ayaktayım.
Koca adam başladı tekrar ağlamaya. Bense mahcup olmuştum. Çünkü bana anlatmada böyle üzülmeyecekti. Oda farkında idi. Ve özür diledi. Bunları kimseye anlatmadım. Seni yakın bulduğum için anlattım. İçimi döktüm rahatladım, sende rahat ol" diyerek beni telkin etti. Bir programı olduğunu söyleyip izin istedi. Bir gün eşi ve kızı ile tanıştıracağını ve benim de kızlarımı getirmemi hepimizin tanışmasının iyi olacağını söyledi. Kalktık. Parkı biraz daha gezerek ayrıldık.
Bir hafta geçti. Sık sık telefondan arayıp hal hatır sordu. Benden eşine bahsettiğini söyledi. Önümüzde bir gün yemeğe çağıracaklarını söyledi. Artık yemek daveti bekliyorduk. Bir hafta içi aradı. Hafta sonu yemeğe bekliyorlardı. Kızlar bir erkek arkadaşıma yemek davetine şaşırdılar. Onun liseden arkadaşım olduğunu söyledim. Eski lise fotoğrafını gösterdim. Kızım .... ’ bu adam sana aşıkmış demez mi? Nereden çıkardın dedim. Şu bakışlara bak. Gözleri senin üzerinde dedi. Gerçekten hiç fark etmemiştim. Ama evli ve bir kızı olduğu için, küllenmiş bir ilişki olduğunu anladılar. O merakla geldiler. Tanıştık. Eski eşini görmemiştim. Ama Seher’i çok sevdim. Gerçi Hasan telefonunda Nermin’in bir fotoğrafını göstermişti. İlk aşk unutulmaz derler ya Hasan da unutmamıştı. Fotoğrafını taşıyordu. Hala görüşüyorlarmış. Bursa ya gittiğinde hep görüşüyorlarmış. Kadının dört çocuğu varmış. Sanırım çocuk düşkünü imiş dediğim de Hasan, öyle çocukları çok sever demişti. Yeni kocası ile Hasan kadar da mutlu değilmiş.
Hasan’la dostluğumuz uzun suredir devam ediyor. O kadar acılar çekmiş ki, bana anlatılanlar buzdağının üzeri. O da kendine mutlu olacak bir şeyler bulmuş. Eski eşinin çocuklarının eğitim masraflarını üstlenmiş, hiç istemediğim halde ısrarla benim kızların da eğitimini üstlendi. Başka eğitimini üstlendiği akraba çocukları vardı.
Eğitim hayatında başarılı olmayan çocukları büfelerde istihdam ediyor. Onları kar ortağı ediyor. Evlendiriyor, çoluk çocuklarına bir torun gibi bakıyordu.
Hasan’dan sonra Seher’le çok iyi bir arkadaş olduk. Onun da çok sıkıntılı bir yaşamı olduğunu ve ona destek olmaya karar verdim. Bu Hasan’ı da mutlu ediyordu. Seher de emekli olmuş ve bir öğretmen emeklisi olarak kitap okumaya kendini vermişti. Bende okumayı seven biri olarak birbirimize her ziyaretimizde kitap götürüyorduk….
Hasan da çok kitap okuduğunu bildiğinden, artık yazmaya basla benim hayatımı anlat. Diyerek. İkinci bir kez hayatım bir roman diyordu. Takıldım, Hasancığım senin anlattıklarının çoğunu unuttum dediğimde. Sen yaz ben tekrar anlatırım dedi. Ben de o acıları tekrar sana yaşayamam dediğim de. O da istemediğini ve bu kez gönüllü olmadığını anladım. İçimden en iyisi senin yazman diyecektim. Diyemedim ve konuyu kapattım.
Roman yazmayı çok isterim. Ama şimdilik, beni aşan bir etkinlik... Bir öykü çıkartabilirsem benim için bir başarı. Hasan’dan izin çıkmıştı. İlk okurum o olacak ve herhangi bir abartı var mı yok mu? Korkusu yaşıyordum. Onu incitmekten korkuyordum. Sanırım Hasan liseden beri benim bir edebiyat tutkunu olduğumu ve yazmam niçin onca dili dökmüştü.
Bir görev almış gibiydim. Bu benim için bir deneyim olacaktı. Yıllarca okumanın mutluluğu, mutsuzluğa dönüşmüştü. Mutlaka yazıp içimdeki huzursuzluğu atmam gerekiyordu. Bilmem başaracak mıydım? Bir yerde okumuştum. "Gözünde büyüyen bir zorluğu, başlayarak küçültürsün" diyordu. Ben de öyle yapacağım. Bir yerden başlayacağım. Çok okuduğumu gören kızlarım da bunu sık sık vurguluyorlar ve beni sıkıştırmıyorlardı…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.