- 317 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (6)
Bu konuya dair daha evvel de yazmıştım. Fakat başka bir vechesiyle. Başka bir pencereden bakarak. Bugünse Mustafa Öztürk’ün ’vahyin mahiyeti’ne dair iddialarını mizana vururken aynı perspektiften istifade etmeyi düşünüyorum. Bismillah. Tevfik Allah’tan. Hamd ise yalnızca ona. Nereden başlayalım? Belki şurası senin için de uygundur: Mürşidimin Şualar’ın hemen başında dikkatimizi çektiği şöyle bir husus var: Herşeyi yaratan aynı Allah olmazsa hangi şeyi kimin yarattığını bilemezsiniz. Yahut da şöyle ifade edelim: Eğer yaratıcıların sayısını çoklayan bir itikada sahipseniz neyin-kimin idaresinde olduğunu şaşırırsınız. Veyahut şöyle toparlayalım: Tevhid olmazsa Allah ile kul arasında sağlıklı bir marifet-ibadet ilişkisi de olmaz.
Neden böyle söyler mürşidim? Çünkü ’tevhid’ eser-müessir bağının arızasız bir şekilde görülebilmesinin, okunabilmesinin veya yorumlanabilmesinin tek yoludur. Açalım: Sözgelimi Eski Yunan’da olduğu gibi ’Nerede bir mahalle var, orada bir muhtar var’ tarzında ateşe ayrı bir ilah, suya ayrı bir ilah, şaraba ayrı bir ilah, tarlaya ayrı bir ilah, savaşa ayrı bir ilah, aşka ayrı bir ilah vs... yani neredeyse ’şeyler sayısınca ilahlar’ tevehhüm ettiğinizde, bu defa ’hangi şey için kime teşekkür edeceğinizi’ karıştırırsınız. Neden? Çünkü kainatta şeyler karışık olarak bulunmaktadır. Hatta herşeyde bu karışıklığın izleri az-çok görülmektedir. Örneğin: Şarapta bir bitki olarak üzüm, bir element olarak su ve hazırlanma sürecinde kullanılan ateşin de payı vardır. O halde şarap tanrısı bu şeylerin tahsilatını nasıl yapmaktadır? O da diğer tanrılardan mı ödünç almaktadır? Peki bu tanrıların mevcut duruma içlenip "Ulan üzümü, suyu, ateşi biz veriyoruz, teşekkür sana gidiyor, ne iş?" diye itiraz etmelerini ne engeller?
Aynı durum, ateizm de dahil olmak üzere, bütün şirkler için geçerlidir. Ve bütün şirkler, ister Hititler gibi bine tapsın, ister Hristiyanlar gibi üçe tapsın, sayıyı çoğaltmaktaki sıkıntıları yaşarlar. Çünkü şirk sahadaki yaratışların okunmasını güçleştirir. Güzel yağmur için A tanrısına teşekkür eden, fakat korkutucu yıldırım tanrısının da B olduğunu düşünen, gökgürültüsünün de şakacı bir C tanrısıyla ilişkili olduğunu sanrılayan şaşkının, üçünü birden karşısında görünce, hatta biraz daha bilgisini arttırıp bilimsel olarak da birisinin birisiz olmadığını anlayınca, düşeceği cendere "Nasıl ayıracağım ben bunları şimdi?" durumudur. Hem iş bu bu kadarla da kalmaz. Bir elma için bir kainat gerekir. Pirenin midesi için güneş sistemi gerekir. Sivrisineğin gözü için güneş gerekir. Yani kainatın her zerresiyle söylediği açıktır: "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!"
Ateizm için de yukarıda ’şirk’ dedim. Belki bazılarınız ’tanrı tanımazlığı’ nasıl olup da Allah’a ortak koşma olarak gördüğümü sorgulayacaklar. Arkadaşlar özetle şunu söyleyebilirim: Ateizm varlığın varlığını sorgulamıyor. Varlığın varlığını kendilerine bağlıyor. Kendilerine bağladığı için de aslında yaratışı Allah’ın elinden alıp şeylerin kendilerine vermiş oluyor. Yani Allah’ı inkâr edince ilahsız kalınmıyor. Şeyler sayısınca ilah edinilmiş oluyor. Çünkü yaratışı açıklama ihtiyacı ortadan kalkmıyor. İşte bu yüzden ateizm de bir şirk ekolüdür. Hatta Bediüzzaman bu konuda der: "Birtek İlâhı kabul etmemekle, zerreler adedince ilâheleri mezheplerince kabul etmeye mecbur olarak, Cehennemin esfel-i sâfilînine girmeye müstehak düşerler."
Peki, sadede dönelim, ben bu bahsi niye açtım? Nasıl olup da mevzuyu "Vurur yüzlere akademik unvanımın titrisi, ben bu dini baştan yazıyorum bitanesi..." Mustafa Öztürk’ün vahyin mahiyetine dair söylediklerine bağlayacağım? Hızlıca oraya geleyim. Arkadaşlar ben şu yolu kullanabileceğimizi düşünüyorum: Mustafa Öztürk’ün ’vahyin mahiyeti’ne dair iddiaları, yani onun Aleyhissalatuvesselamın kalbine manaca inip lafızlarını ise kendisinin belirlediği vehmi, şüphesi, sanrısı, artık ne derseniz, aslında şirkin kainatta yaptığı şeyi bizim vahye bakışımıza taşıyor.
Evet. Nasıl ki ilahların birden fazla olduğunu düşünmek marifetullaha doğrudan etki ediyor. Hatta sağlıklı bir marifetullah edinimini imkansız hale getiriyor. Çünkü, yukarıda zikrettiğimiz gibi, kimin-neyi yarattığı, hangi eserden hangi ilahın hangi isim-sıfat-şuunatına varılacağı belli olmuyor. Yani, tabirim mazur görülsün, bu kurgu tanrılardan hangisinin huyunun ne olduğu bir türlü çıkarılamıyor. Bilginin üzerine yükseltileceği sınırlar kayboluyor. Çıkarımlar düzeyinde de bir kaos meydan alıyor. Aynen öyle de: Vahyin neresinin kime ait olduğu karışınca da benzer bir durum yaşanıyor. İddia sahipleri bunu bir sorun olarak görmeseler de...
Lafızları Aleyhissalatuvesselamın kendisinin seçtiği, yaşadığı şartlara uygun olarak ifade ettiği, elindeki malzemeyi kullandığını söylemek aynı zamanda şunu söylemektir yani: "Vahyin ne kadarının Allah’a ait olduğu belli değil." Bu dolaylı yoldan müslümanların vahiy anlayışına şirk karıştırmaktır. Biz vahye böyle iman etmeyiz. Çünkü kainata da böyle iman etmeyiz. Allah’ın kainatı Allah’ın kainatıdır. Allah’ın kelamı da Allah’ın kelamıdır. O bir kelama "Kelamım!" diyorsa "Yok yahu, araya kimbilir neler karışmıştır, Aleyhissalatuvesselam yazdı onları!" demeyiz biz. İlahî olanı beşerîleştirmeyiz. İçine böyle şüpheler karıştırmayız. Şüpheli hale getirmeyiz.
Hâşâ. Titreriz bundan. Hem zaten iş burada da kalmaz. Tıpkı şirkin kainattan alınacak marifeti zehirlediği, engellediği, belirsizleştirdiği gibi Kur’an’dan aldığımız marifeti zehirler, engeller, belirsizleştirir bu şüphe. Şirkin şüphesi eserden/kelamdan çıkarılan bilginin üzerine bir sis gibi çöker. On kişinin çalıştığı bir mutfakta pasta yapılsa üzerindeki herbir fiilin kime ait olduğunu tayin edemezsiniz. En ortasına konulmuş çilek için kime teşekkür edeceğinizi kestiremezsiniz. Ama usta bir olsa adres de belli olur. Okunaklaşır. Ki mürşidim bunu söylüyor işte: "Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa o hazine-i ezeliye gizli kalır." Zaten ilk vahiy esnasında Aleyhissalatuvesselamın "Neyi okuyayım?" sorusuna "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" diye cevap buyrulmasının bir hikmeti de bu birlemeyi öğretmek değil midir? Yani: Efendimiz aleyhissalatuvesselam üzerinden vahiy bize şunu söyler: "Onun eseri olarak okuduktan sonra neyi okursan oku."
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.