- 1079 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
SİSLER UYGARLIĞI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Hayatını sanatla iç içe yaşayan insanlar diğer insanlara göre daha hakiki bir huzur ve huzursuzluk içinde olurlar. Neden huzur ve huzursuzluk? İkisinin bir arada olması ilk bakışta tezat gibi görünse de; kişiliğine sanat bulaşmış bir insan, bütün yolculukların tıkandığı bir zamanda kendine doğru yolculuklar yaparak huzurun kapılarına ulaşır. Bu mükemmel huzurun tadını çıkartır. Kendindeki huzuru ilişkide bulunduğu herkese, her şeye bulaştırır. Huzursuzluk ise kaosun kucağında kalmış ve kanama geçiren bir toplumda sanatçının içinde kurduğu acıdan yapılmış şık bir ülkedir. Huzuru da huzursuzluğu da zirvede yaşar sanatçı. Ki “dünya mükemmel olmadığı için sanat vardır” der Andrey Tarkovski.
O halde şunu diyebilir miyiz:
Eğer dünya mükemmel olacaksa, eğer dünya kargaşadan, savaşlardan
ve acılardan kurtulacaksa sanat olmasın varsın.
Bir yazar sadece yazar değildir. İnsan ve insanlıktan, geçmişten, şimdiden ve gelecekten de sorumludur. Kelimelerin anlam peşinde koştuğu, ele geçirilmemiş bir boyuttadır yazar. Boğazına sarılmış olan günlük planlanmış yaşantı, alışkanlıklar, aile, koşuşturmalar, ihtiyaçlar ve diğer sıradanlıklar geçidi, akşamın cüretkâr çağrısından sonra yerini, kurgu ve gerçeklik adındaki o iki ateşli sevgiliye bırakır. Genellikle herkes gibi başka bir mesleği ve vermek zorunda olduğu bir yaşam mücadelesi vardır yazarın. Ancak o büyülü dünyaya, o mükemmel hisler gezegenine girdiğinde bütün somut gerçeklik yerini kusursuz bir akışa bırakır. Zaman denen sonsuz hapishaneden bu şekilde kurtulur ancak.
“Aynı şeylere bakıyoruz, aynı yere, aynı uğultuya, aynı ağıda ve aynı dilsizliğe…
Ama hiç anlamıyorum, hiç, neden farklı şeyler görüyoruz?”
Diye sormuştum yıllar önce bir öykümde. Sonra aynı karanlıkta olduğumuzu ama aynı şeylere bakmadığımızı –çünkü bakışı belirleyen şey vicdan ve sözcüklere yayılış serüveni olan imgedir- fark ettim. Aynı sokaklarda, aynı şehirlerde, aynı evlerde ve aynı yıkılışlarda olsak da göğsümüzün tam ortasındaki toplantı salonunda farklı hisler buluşmaktaydı.
Görünmeyen o toplantı salonuna; bir anlaşılmamış öyküler toplayıcısı geldi Polen Bulutları’yla. En yakın uzaktan seslendi: ‘masanın üzerine bırakılmış kolay ve güvende olan bir sözcük değildir anlam, anlam pes etmemişlerin işaretidir’ dedi.
Böylece anlamıştım neden farklı şeyler gördüğümüzü. “Hepimiz aynı berbat çukurun içindeydik. Ama bazılarımız yıldızlara bakıyordu.” diyor Oscar Wilde. Evet, yıldızlara bakabilmek, yıldızlara bakma cesaretini gösterebilmek… Bu, bir yazarın duvarların içinden geçebilme yeteneğidir. Duvarlar tuzaklarla doludur. Keskin kayalıklar ve zehirli otlarla doludur. Duvarın içi; sis uygarlığıdır.
Bir yazar haritaların sesini dinler masumiyetin başkenti olan bir kalbi dinler gibi, o seslerden öyküler taşır gerçekliğe. Yenilmişlerin yüzlerine ışık tanecikleri bırakır anlam fabrikasından. Anlam işçiliği yazarın devrimidir. Kaybolmuş ve gözden çıkarılmış gemileri bulup yeniden işe alan bir limandır yazar. Bazı ülkelerde suçtur bu. O ülkelerde yazarlar her an, açlık, gözaltına alınma, işkence ve yıllarca içerde kalma tehlikesiyle yaşar. Yazar bunu göze almıştır. Bu tehlikeyi satın almıştır.
Dünya mükemmel olsa da olmasa da yazmak ve anlatı sanatı, o sisler uygarlığında yürüyüşünü sürdürecektir, kayalıklara gizlenmiş kötülüğün tetikçisi keskin nişancılara rağmen. Çünkü o sisler uygarlığı yazarın göğsündeki toplantı salonundan havalanan kelimelerdir; keskin nişancılar hedeflerini iyi göremesinler diye.
YORUMLAR
çoğu şey zamanla alışkanlığa dönüşüyor...uyku bile...biraz dinlenim, biraz şu yoğunluktan kurtulim, biraz arınim diye kucağına düştüğün uykunun esiri bile olabiliyor zamanla insan...sonra mı? sonra boş bir çuval gibi dünyanın sıradanlığına, kokuşmuşluğuna bırakıp kendini alışıyorsun...ama bi zaman sonra gerçeklerle yüzleşip şunu sorunca kendine 'hangi ara böyle oldun sen?' diye bir mecburiyet caddesinden geçince örneğin; 'boşuna üzülme! zaten bir şey olmayacaktı ki! sen ölene kadar da iki nokta üst üsteden sonra da açıklanmayacaktı yine bir sürü şey' diyen bazı kollu kuvvetlerin baskısı altında mecburen aynı yerden, aynı gün ve saatle kader arkadaşı gibi yola çıkıp dilsiz ve dipsiz bir kuyunun içinde atılan taşları toplayıp sayacaktık beraber...kim bilir belki 'çamur at izi kalsın' imzalı duvar yazılarıyla birlikte kirazdan küpeler bile yapacaktık...hani hayatın böyle kan lekeleriyle yazılmış bir duvar boyu yüksekliğinde muzip espirileri de olur bazen...gülmek bile metalleşir yeri gelince...bozuk para gibi harcandığımız günlerde gülmek törensel bir havayla evden çıkan gelin olur bizimle...despot tavırlı insanların arasında çöken bağışıklık sistemi karşımıza dikilir yine duvar gibi..."insanları düzen içinde tutan ne?" sorgusuyla...
düşüncelerin yasalarla denetlenmediğini, baskı altına alınarak yok edilemeyeceğini söyler 'mülksüzler'...Ursula'nın söylediği gibi peki "insanı delirten, gerçeğin dışında yaşamaya çalışmak" mı? yoksa alışmak mı?..."gerçek dehşet verici. insanı öldürebilir. yeterince zamanı olursa kesinlikle öldürür. gerçek acıdır."
ne kadar istesem de benim duvarım ve de gerçeklerim hiç yıkılmıyor işte ve 'resmî olarak sürekli savaştayız' anlayacağın...ve ne acıdır ki ben artık cesetleriyle beraber yaşamaya alışmış olan bu duvardan, mezardan da farksızım...bir şey hissetmiyorum...bunu söylemek ne acıdır oysa...tabi haliyle bizim de ete kemiğe bürünmüş bazı tehlikeli fikirlerimiz de var kafamızın içinde yok değil...
yalnız o sislerin arasında seni görmek, okumak iyi geliyor:)
çokça sevgi, selam yolluyorum sana...
Dramatik Buluntular
Sisler iç dünyamızın sözcüksüz anlatımıdır belki de. Orada buluşalım.
Sevgilerimi yolluyorum yürek yoldaşı...
mesnevideydi sanırım, ilk defa fil görecek bir köyde karanlık bir ahıra fille beraber dört-beş kişi sokuyorlar, kimi hortumunu, kimi kulağını, kimi bacağını tuttuğu için, farklı şeyler anlatıyorlar, öyküyü sizin güncelleme imkanınız olsaydı, oraya kapıyı aralayan, yani yıldızlara bakan birini daha eklerdiniz sanırım. sisin üstünde yıldızların olduğunun bilincinde oldukça birileri, sis elbet bir gün dağılır...
Dramatik Buluntular
Her şey anlamını yitiriyor bazen.
İki yüz gramlık organın ve kendi ürettiğimiz kimyasalların sanrılarinda yaşatıyoruz tüm duygularımızı. Zaman ve mekan aldatmacasiyla...Ne farkı varki sanal yaşam süren bir canlıdan.
İnsan kendisine tutsaktir... Yazar istediği kadar ugraşsa da kaçabilir mi ki bu kaderden.
İstediğimiz kadar yadsiyalım her bireyin dünyası kendi yaşam merkezi etrafında dönüyor. Kiyameti de kendine özgü oluyor istesekte istemesekte.
Kendi dışımızda bir gerçeklik kanitlanmadan O keskin nisancı tetikçiye de pek inanasim gelmiyor. Keşke kanitlasa bir ölüm kadar "acı" da olsa ya da bir yok oluş.
Yine de uğraşıyoruz en azından "an"daki gerçekliği yaşamak için.
Dramatik Buluntular
Keskin nişancılar çağındayız; kapitalizm ve zulüm çağında onların sözcüleri keskin nişancılardır. Masumlar yürürken sisin çıkmasını beklerler. Çünkü siste vurulma olasılığı daha düşük olur. Yazar o sisi yaratandır veya öyle olmalıdır.