- 422 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Her kalp sahibinin bir çelikyeleğe ihtiyacı vardır
Lisedeki fizik derslerini hayal-meyal hatırlıyorum. O alanda hiçbir iddiam olmadığı için büyük kısmı silinip gitmiş. Fakat yine de dirençlerin ne işe yaradığını anımsıyorum arkadaşım. Evet. Dirençler, elektrik akımını sınırlayarak, hassas devrelerin zarar görmesini engellerler. Farklı kullanım şekilleri olsa da, en genel anlamda, akım kaynağı ile devreden murad olunan işlevi sağlayan kısım arasında ’yumuşatıcı’ bir pozisyonları vardır. Yani, tabir uygunsa, onlar hassas devrelerin çelikyelekleridir.
Hani Enfal sûresinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "Allah kişi ile kalbi arasına girer." Buna da tüm zerrelerimle iman ediyorum arkadaşım. Çünkü biliyorum: İnsan kalbiyle arasına girecek şeylere de muhtaçtır. Neden? Zira oraya her yansıyanla bizzat muhatap olacak kadar güçlü değildir. Birşeyler kuşanmalıdır ayakta durabilmek için. Darbeleri yumuşatabilmek için. Direnebilmek için. Kalbinden sekip ruhuna koşan kurşunlara karşı zırhlar sarınmalıdır. İşte, bana öyle geliyor ki, Aleyhissalatuvesselamdan öğrendiğimiz herşey bir yanıyla böyledir. Yani kalbimize karşı kuşandığımız çelikyeleklerdir.
Dikkat ettiysen ’mülkümüz olmayan yerler’ gibi tarif ediyorum kalplerimizi. Çünkü hakikaten bir miktar öyle olduklarını düşünüyorum. Evet. İnsan kalbinden geçenlerin ’sahibi’ değil ’şahidi’dir çoğu zaman. Dolayısıyla da esaretindedir. Orada yansıyanları da tıpkı dışındaki manzaraları izler gibi izler. Etkilenir. Maruz kalır. İçindeki gözleri kalbine bakar. Dışındaki gözleri dünyaya. İçindeki kulakları kalbini işitir. Dışındaki gözleri dünyayı. İçindeki teni kalbini hisseder. Dışındaki deri dünyayı. Bu iki âlem(ler) arasında kurulmuş bir berzahtır insan dediğimiz. Boyutlar arası bir kapıdır. Dışındaki malları içeriye, içindeki malları dışarıya sergileyen bir tezgâhtır, çift taraflıdır.
Baktığımız yerleri seçmek bir ölçüde yansıyan şeyleri de seçmek anlamına gelir. Bunu kabul ediyorum. Ancak baktığımız şeylerin içimizde oluşturacağı dalgalanmayı tastamam kontrol ettiğimizi düşünmek yanlıştır. Doğru şeylere bakmak bile en nihayetinde ’içimize doğru edilmiş bir dua’ yerine geçer ancak. Peki böylesi duaların cevabı ne şekilde verilecektir?
Bunu yalnız Allah bilir. Hakîm olan hekimliğini elbette keyfimize göre değil hikmetine göre eda eder. Bazen, bakasın da meşru bir lezzet alasın diye verilmiş ne şirin şeyler, sırr-ı imtihan gereğince ellerimizden çekilip alınırlar. O zaman sanırsın ki baktıklarına da hep yazık olur. Hem sanırsın ki, aklın, ’vasıta-i nakl-i hüzün ve elem-i havf ve gam’ olur. İşte, sen de gördün arkadaşım, bunlar düpedüz kalbimizden seken kurşunlardır. Arzuladığın gibi gerçekleşmeyen her oluşuyla dünya, kalbinden dolanıp, imzasını kazımak üzere ruhuna koşmaktadır.
Tam da bu noktada, elhamdülillah, Allah kişi ile kalbi arasına girer. Nasıl girer? İmanıyla girer. Ümidiyle girer. Hikmetiyle girer. Marifetiyle girer. İsimleriyle girer. Sıfatlarıyla girer. Kur’an’ıyla girer. Habibinden ders aldığımız sünnetiyle girer. Evet. Bu tarz ne öğrenmişsek katından, ne bilgi bahşedilmişse bize, ne feyz akmışsa içimize, o aslında kalbimizle aramıza da girmiştir. Bir kavgamızı ayırmıştır. Bir kurşundan korumuştur bizi. Bir darbeyi yumuşatmıştır. Üzerimizdeki tesirini azaltmıştır.
Sevdiğinin yitişini kalbinden seyreden sancısına karşı Allah’ın hikmetine, rahmetine ve ahiretine sığınır. Düşmanının ihanetini hisseden Allah’ın adaletine, kudretine ve yardımına iltica eder. Hastaların hastalıklarına karşı dayanakları Allah’tır. Borçluların borçlarına karşı dayanakları Allah’tır. Özleyenlerin özlemlerine karşı dayanakları Allah’tır. Allah’tır, Allah’tır, Allah’tır!
İşte bütün bu sığınmalar, iltica etmeler, dayanmalar içimizde bir yerde Allah’ın (değil hâşâ zatıyla ama tasarrufuyla, ilmiyle, lütfuyla, hıfzıyla, keremiyle, marifetiyle ve hidayetiyle) kişi ile kalbi arasına girmesiyle mümkündür. Onun varlığı, marifeti, şeriatı, hidayeti, isimleri vs. kalbimizde yansıyarak hız alan, güç kazanan, sarsıcı duygulara dönüşen şeylerin baskısından bizi korur. Evet. Şeyler duygulara kalbimizde dönüşür. Duygulara dönüşmeyenler ruhumuzda kalıcı izler bırakamazlar. Canımıza dokunamazlar. İman ise, araya girerek, onları ruhu besleyecek güzel bir kıvama büründürür. Yani, mürşidimin ifadesiyle, fakdü’l-ahbabı firaku’l-ahbaba dönüştürür. Elhamdülillah.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.