- 843 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ata-Dede Yurdunda
Hakan Yozcu
ATA - DEDE YURDUNDA
Üniversiteden okul arkadaşım Mustafa Altunok ile sohbet ede ede Adana’dan, İmamoğlu-Kozan üzerinden Kadirli’ye doğru hareket ettik.
Mis gibi portakal çiçeği kokusunun burnumuza vurduğu Kozan Şehrine girdik. Kozan Dağlarının hemen eteklerinde kurulan şehir tüm güzelliği ile bize merhaba diyordu. Özellikle şehre girerken yol kenarında boylu boyunca uzanan portakal bahçeleri karşılıyordu bizi. Tüm ağaçlar çiçeklerini cömertçe açmış kokularını etrafa yayıyorlardı. Mis gibi hava doluyordu ciğerlerimize.
Bir lokanta bulup çorba içtik. Sonra dışarı çıkıp caddede yarım saat kadar yürüyüp Kadirli’ye hareket ettik.
Kadirli ile Kozan, iki komşu ilçe idi. Yıllardır bu iki şehir arasında ne hikâyeler uydurulmuştu. Bunların en meşhuru da “Torba- Yılan” hikâyesi idi.
Hikâyeye göre Bir Kozanlı ile bir yılanı aynı torbaya koymuşlardı. Yılan bas bas bağırıyordu. “Kozanlı beni sokuyor, kurtarın beni” diye. Sonra yılan torbada bulunan bir delikten fırsatını bulup kaçıyordu. Kadirliler, hikâyeyi buraya kadar anlatıp bitirirken, Kozanlılar hikâyeye devam ederler: “Yılan, torbadan kaçarken, aniden karşısına bir Kadirlili çıkıyor. Yılan Kadirliliyi görünce “Eyvah Kadirlili geliyor” diyerek tekrar çıktığı delikten torbaya Kozanlının yanına geri gidiyor.”
Kadirli ile Kozan arasında bir sınır beldesi vardır. Çukurköprü Köyü. Bu köyü, bir köprü, ikiye ayırır. İşte bu Köprü’nün aşağısında yaşayan insanlar Kadirli’ye bağlı, yukarısında kalanlar ise Kozan’a bağlılar. Yani Çukur Köyü’nün yarısı Kadirli’ye, diğer yarısı Kozan’a bağlı bir köy.
Bunu duyunca şaşırmıştım. Ama gerçekte öyleymiş. Mustafa da yolda şunu anlatıyor: “Gardaş Kozan’a gelip dağdan üç taş atıp Çukur’dan Kadirliye geçersen Hacı olursun. Bunu Umre zamanında yaparsan da umre görevini yerine getirmiş olursun.” diyor. Gülüyorum: “Ne yani şimdi Kozanlıları taşlayarak şeytan mı taşlamış oluyoruz” deyince başlıyor gülmeye.
Yıllar sonra bir kez daha Kadirli’deyim. Acı haber tez duyulur derler ya. Bu da öyle oldu. Kadirli’de yaşayan Emekli Öğretmen Ağabeyim Hanifi Yozcu’nun geçirdiği ani bir kalp krizi nedeniyle acil olarak Kadirli’ye gittim. Şükürler olsun ki anında müdahale edilerek korkulan şeyler başımıza gelmedi. 4 damarı tıkanan ağabeyime yapılan müdahale sonunda hayata tekrar tutunması sağlandı. Şimdi durumu gayet iyi. Bu vesileyle arayan ve üzüntülerini bildiren herkese teşekkür ediyorum.
Halk arasında adı “Çukurağa”dır. Çukurova’nın Ağası anlamına gelmektedir. Kadirli’den söz ediyorum. Çukurova’nın en verimli topraklarına sahip, Türkiye’nin en fazla üniversiteli yetiştirdiği, Osmaniye İli’nin en büyük ilçesi, Kadirli’den söz ediyorum.
Şairlerin, ozanların, yazarların, sanatçıların yurdu olan şehirden söz ediyorum. Yaşar Kemallerin, Halil Karabulutların, Abdulvahap Kocamanların, Aşık Feymanilerin, Ayşe Çağlayanların, Emre Karayellerin, Cezmi Yurtseverlerin, Kürşat Yozcuların şehri Kadirli’den söz ediyorum…
Adeta Türkiye’ye sanatçı yetiştiren Kadirli… Benim doğduğum ve fakat hep ayrı kaldığım şehir.
Tabii ağabeyimin durumu iyiye gittikten sonra Kadirli’yi gezmek, eşi dostu görmek ve akrabaları ziyaret etmek nasip oldu.
Her şeyden önce Yeğenim Namık Mehmet Balcılar ve Amcaoğullarından Ata Mehmet Yozcu benimle çok ilgilendiler. Çocukluk arkadaşlarım Necati Akgöllü ve İsmail Özdoğan da beni yalnız bırakmadılar.
İlkokuldan arkadaşlarım olan Ali Demir ve Muhammet Çuhadar ile görüşme imkânım oldu. Yine üniversiteden okul arkadaşım olan Salim Karakuş ile hasret giderdik. Hep birlikte geçmişi yâd ettik.
Ben, babamın köyü, ata dede yurdu olan Çangaza Köyü’ne hiç gitmemiştim. Şimdiki adıyla Topraktepe Köyü.
Kadirli’nin güneyine düşen bu köy, şehre o kadar yaklaşmış ki adeta iç içe olmuş. Şehrin bir mahallesi olmaya az kalmış.
Amcaoğlu Şair Ata Mehmet Yozcu eve gelerek “Seni almaya geldim. Ata dede yurduna gidelim. Akrabalarınla tanışırsın” dedi. İşte bu müthiş bir fikirdi. Çünkü babamın ve bazı kardeşlerimin doğduğu, annemden, babamdan binlerce defa bir masal gibi dinlediğim Çangaza Köyü’ne hiç gitmemiştim.
Yanıma üniversiteden gelen oğlum Alperen’i de aldık. İstedim ki o da rahmetli dedesinin doğduğu köyü, toprakları görsün ve buradaki akrabaları ile tanışsın.
Eski adıyla Çangaza, yeni adıyla Topraktepe Köyü, şehre araba ile yaklaşık 15 dakikalık uzaklıkta. Yakın bir gelecekte şehrin bir mahallesi olmaya aday bir köy.
Köye girmeden Ata Mehmet bize bilgiler verdi. “Çangaza Köyü’nün aslında antik bir köy olduğunu, burada daha önce bir kilise çanının olduğunu ve hatta bu çanın altın olduğunu, onun da bu köyde bir tarlada gömülü olduğunu, bu nedenle köy adının “Çanı olan kaza” anlamına gelen Çangaza olduğunu belirtti. Hatta birçok kez definecilerin bu çanı aradığını ve köyü köstebek yuvasına çevirdiğini ama bulamadıklarını” söyledi.
Ata Mehmet anlatıyor: “Köyün girişinde bir mezarlık bulunuyor. Burası Kabasakız Mezarlığı adını taşıyor. Hemen önünde asırlık bir ağaç var.” Anlatmaya devam ediyor: “Burası Kabasakız Mezarlığı. Hemen hemen bütün akrabaların burada yatıyor. Deden, Eşkıya Yozcu, amcan ve diğer bütün Yozcular burada. Şu gördüğün ağaç asırlık bir ağaç. Kadınlar, yoğurtlarını, peynirlerini, yumurtalarını ve diğer köy ürünlerini alıp şehre satmaya giderlerdi. İşte bu ağaç onlara dostluk ederdi. Buraya gelip yaz sıcağında oturup dinlenirlerdi. Kimler geldi kimler geçti bu ağacın altından”
Arabaya binip köye gidiyoruz. İlk önümüze gelen evin önünde yaşlı bir adam oturuyor. Evin önünde duruyoruz. “Hacı Ahmet Yozcu” diyor Ata Mehmet. “Senin amcan, benim de babam” diyor. İnip elini öpüyorum. Kendimi tanıtıyorum. İlerleyen yaşına rağmen babamı hatırlıyor ve eski günleri anlatmaya başlıyor.
Oradan kalkıp az ileride bulunan küçük bir tepeye yöneliyoruz. Köy camisinin önünden geçiyoruz. Tabii köyün bütün güzelliği artık gözlerimizin önünde sergileniyor. Yemyeşil tarlalar. Ağaçlar alabildiğince yürüyüp gidiyor. Köyün güzelliği karşısında adeta büyüleniyoruz…
Her taraf ekilmiş. Boş bir tane tarla yok. Genelde hep buğday ekili. Yollar taşlı. Arada bir araba taş savuruyor. Köye iyice girince tezek kokuları kendini göstermeye başlıyor. Oğlum “Of bu koku da ne böyle. Burnumun kemiği kırıldı” diyor. Ben de “Köy yaşamı. Burada bu normaldir. Sen dışarıdan geldiğin ve buna alışık olmadığın için kokuyu alabiliyorsun. Burada yaşayanlar için bu gayet normal bir şey. Onlar bu kokuyu duymuyorlar bile. Biz de burada yaşasaydık, biz de öyle olacaktık” diyorum.
Birkaç yüz metre sonra ağaçlar arasından çitlerle yapılmış, belki de kerpiç olan yan yana birkaç evin önüne geliyoruz. Dışarıda 3 genç sohbet ediyor. Hepsi de yağız, çekik gözlü. Bakınca “Bunlar Yozculardan” dememek elde değil. Yüzleri kendilerini ele veriyor çünkü.
Duruyoruz. Ben kendimi tanıtıyorum. Gençlerde bir sevinç beliriyor. Yabancı değiller, hepsi akraba. Amcamın oğlunun çocukları. Bize göre dördüncü veya beşinci nesil. Tokalaşıp sarılıyoruz. Bana hep “Amca” diye hitap ediyorlar. Bir tanesi “Amca seni yazılarından tanıyoruz” diyor.
En küçüğü eve buyur ediyor. “Babam içerde amca, İçeri buyurun” diyor. İçeri giriyoruz. Küçük bir ev. Oda da dolayısıyla küçük. İçerde bir iki tane küçük çocuk var. Bu nedenle etraf oyuncak dolu. Sanki de bir oyuncakçı dükkanına girmiş gibi hissediyorum kendimi.
Sabri ağabeyi simasından tanıyorum. “Kan çeker” derler ya. İşte ondan. Saçları bembeyaz olmuş. Bir tek siyah saç teli bile kalmamış. Beni tanımıyor tabi. 45 yıldır hiç görmedi. Kendimi tanıtınca şaşırıp kalıyor. Sarılıyoruz birbirimize. Duygulu anlar yaşıyoruz.
Odada 2 kişi daha var. Biri misafir. Kara’lardan biri imiş. Kıbrısta da akrabaları olduğunu ve onlara selam iletmemi söylüyor. Diğeri Sabri ağabeyin büyük oğlu Erkan imiş. Birbirimizi ilk defa görüyoruz. Erkan Adana’da oturuyormuş ve orada çalışıyormuş. Tesadüfen bugün babasını ziyarete gelmiş.
Amcaoğulları sohbete başlıyoruz. Geçmişi konuşuyoruz genelde. Sabri ağabey “Amcam sizi iyi ki de götürmüş. Biz burada hala perişanız. Güya çiftçilik yapıyoruz. Ekiyoruz, biçiyoruz ama bir şey kazanmıyoruz. Ancak boğaz tokluğuna yaşıyoruz” diyor.
Köyün durumu, köylünün durumu, çekilen sıkıntılar, geçim kavgası dile getiriliyor hep. Vakit nasıl geçiyor farkında dahi olmuyoruz. Yeni demlenen tavşankanı çaylarımız geliyor. Sohbet anında yudumluyoruz. Sohbet o kadar güzel gidiyor ki akşam olduğunun farkına varamıyoruz. Kalkmak için izin istiyoruz. Sabri ağabey “Yemek yemeden bırakmam” diyor. Ama buna vaktimiz yok. Israr ediyoruz.
Gitmek için dışarı çıkıyoruz. Tam bu esnada amcamın diğer oğlu olan Orhan ile karşılaşıyoruz. Sabri ağabeyin küçüğü. Ama onun da saçları beyaz olmuş. Beni görünce duygulanıyor. Gözyaşlarına hakim olamıyor. Onunla yıllar önce Kıbrıs’a geldiğinde tanışmıştık. Ondan sonra bir daha hiç görüşemedik.
Ayak üstü biraz daha sohbet ettik. Hatıra fotoğrafları çektirdik. İzin isteyerek Ata dede köyünden ayrıldık.
Bizi çok iyi karşıladılar. Samimi ve içten davrandılar. Kim bilir bir daha ne zaman ve nerede karşılaşacaktık?
Akşam olmak üzereydi. Hafiften de yağmur dökmeye başladı. Arabaya binip uzaklaşmaya başladık oradan. Topraktepe köyü usul usul yeşillikler içinde geride kalmaya başladı. Biraz sonra da görünmez oldu.
Ata Mehmet Yozcu’ya bu güzel anları bize yaşattığı için çok teşekkür ediyorum. Yıllar sonra akrabaları görmek, onlarla tanışmak o kadar güzeldi ki anlatmaya kelimeler yetmiyordu işte…
Ertesi gün çocukluk arkadaşım Necati Akgöllü ile Kadirli’yi gezmeye başlıyoruz...
Önce Sülemiş Tepesi’ne çıkıp Kadirli’yi izliyoruz. Sülemiş’in eteğindeki ağaçlar çok büyümüş. Şehir, ağaç aralarından zor görülüyor neredeyse.
Kadirli, devasa bir şehir olmuş. Şehir dışarı doğru yürümüş. Şehir, o zamanlar Çukobirlik dediğimiz yeri de aşarak Çukurköprü’ye doğru koşmaya başlamış. Buraları evler, binalar ile dolmuş. Her yer apartman olmuş.
Tepeden aşağıya baktığımızda uçsuz bucaksız bir şehir görünüyor. Ovalar hep binalarla dolu. Tam karşı tarafımızda Murtlu Tepe dediğimiz tepe görünüyor. O zamanlar çıplak ve kel bir tepe olan burası, şimdi evlerle, apartmanlarla dolmuş. Tepe, artık hiç görünmez olmuş.
Sol tarafında bulunan ve 7 Mart Mahallesinin bulunduğu Yeşiltepe aynı durumda görünüyor. Her taraf binalarla dolmuş. Topraktan sanki hiç iz kalmamış. Hemen yan tarafında ise şehir, Karakütük Köyü’ne doğru yürümüş ve burası ile birleşerek sanki bütünleşmiş. Buradaki köyler artık Kadirli’nin bir mahallesi olmuş.
1970’li yıllarda Savrun Çayı’nı geçince Kadirli, Köprübaşı dediğimiz yerden başlardı. Buradaki köprü, yapılan düzenlemelerden sonra görünmez olmuş. 1970’li yıllarda yukarı Andırın Caddesi’ne doğru Nato Yolu denen bir yeni yol başlatılmıştı. Bu yol, şu an aktif. Sağ tarafında birkaç tane kahvehane açılmış. Sol tarafta ise genelde dükkânlar var. Ama merkezinde yol tadilatı var. Bu nedenle geçişler sağlıklı olarak verilemiyor. Osmaniye tarafına gidebilmek için tali yollar kullanılıyor. Tabii bu da şehirde yaşayanları çileden çıkartıyor.
Ortaya bir Atatürk heykeli dikilmiş. Eskiden Bu bölgede bir dispanser vardı. Kaldırılmış. Sağ tarafı Osmaniye Yolu, sol tarafı da Uzun Çarşı’ya gidiş yönü idi.
“Boklu Dere” dediğimiz küçük dere terbiye edilerek betonlarla kafes içine alınmış. Duyduğuma göre adı da Bülbül Deresi olmuş.
Hemen girişte petroller, yanında Belediye Düğün Salonu ve arkasında Otobüs terminali vardı. Terminalin arkasında bir un değirmeni vardı. O, hala duruyor. Yanında bir iki tane araba tamir dükkanları.
Ön tarafta yolun az ilerisi, Üçgen Park denilen yer idi. Burası o zamanlar Kadirli’nin en canlı noktası idi. Üçgen park dışında bunların hiç birini göremedim. Ne düğün Salonu kalmış, ne otobüs terminali, ne lokantalar, ne de çay ocakları… Her şey değişmiş.
Üçgen Park’ın gerisinde Uzun Çarşı başlangıcında “Murat Sineması” vardı. Bu sinemanın tam karşısında babamın Kebap ve Paça Salonu vardı. Adı “Erenler Lokantası” idi. Sağında "Ali" adında genç birinin çalıştırdığı Çay Ocağı vardı. Hemen yanında küçük bir kalaycı dükkânı bulunuyordu. Bakır tabakları, kazanları ve sahanları kalaylardı. Sol tarafta ise adının Saim olduğunu hatırladığım bir kasap vardı. Kasabın tam önünde su böreği ve tatlı satan bir seyyar tablacı vardı. Erenler Lokantası’nın hemen arkasında 505 Taksi Garajı bulunuyordu. Andırın’a giden yolda Nuri Parmaksız’ın mağazası vardı. Bugün bunların hiçbirini göremedim. Murat Sineması belki de daha o yıllardan yerini mağazalara, bugün de dev alış merkezlerine bırakmış. Çay ocakları, kasap ve taksi garajından maalesef hiç eser kalmamış.
Terminal, Osmaniye Yolu üzerine taşınmış. Belediye Binası, Savrun Çayı Köprüsü’nün yanına yapılmış. Büyük ve modern bir bina. Eski Belediye ise günümüzde Kaymakamlık olarak hizmet vermeye başlamış.
Kabasakal Parkı da çok değişmiş. O yıllarda ortasında balık biçiminde bir havuz vardı. Çocuklar için teller içinde eski de olsa salıncaklar, kaydıraklar vardı. Üç beş tane olmasına rağmen çocukluğumuzu burada yaşıyorduk. Park Savrun Çayının hemen yanında idi. Parkın sonuna doğru iki büyük bina yapılmış. Biri Öğretmen Evi, diğeri de Kültür Sanat Evi. İkisinin de şehre ihtiyacı büyüktü. Çünkü koskocaman şehirde bir tiyatro, bir konferans salonu yoktu. Bu yapılan bina gerçekten ihtiyaca cevap vermiş.
Sülemiş Tepesi ayrı bir şehir olmuş. Sumbas Yolu ise apayrı bir Cadde. Sağlı sollu dükkânlar, marketler ve lokantalar yapılmış. Yollar insan dolu. Nüfusun 130 bini aştığı söylenildi. Yani Türkiye’nin birçok ilinden fazla bir nüfus yoğunluğu bu.
Uzun Çarşı’nın görüntüsü tamamen değişmiş. Modern dükkânlar ve büyük binalar yer almış. O zamanlar bu caddenin en meşhur dükkânları Kunduracı Temel ile Sümerbank Tanzim Satış Mağazası idi. Her kesime ve her kesime uygun malzeme satılırdı. Sümerbank tabii ki tarihe dayanamayarak yenik düşmüş.
Tam merkeze geldiğimizde dört yol kavşağı aynen duruyor. Sağ köşede o yıllarda da var olan “Köşe Tatlıcısı” hala yerinde duruyor. Bu köşede tatlıcılar, şalgamcılar, sucuk ekmekçiler vardı. O zamanların meşhur “Kebapçı Cırrık” da buradaydı. Çocukluğumda komşumuz olan ve ailecek çok sevdiğimiz Rahmetli Tatlıcı Veysel Cinkara Amcamız da burada halka tatlı satardı. Onun halka tatlıları çok güzel olurdu. Diyebilirim ki tatlıyı Veysel Amca sayesinde sevmişimdir. Nur içinde yatsın. Birçok binalar yıkılmış. Seyyar satıcıların hemen hiçbiri kalmamış.
Sağ tarafta “Yeni Sinema” vardı. Yerinde yeller esiyor. Büyük binalara terk etmiş yerini. Sinemanın solunda kahvehane vardı. O da zamana yenik düşmüş. Hemen yanındaki Yazlık Yeni Sinema günümüzde otopark olarak hizmet vermeye başlamış. Ama sinemanın beyaz perdesi olan duvar hala ayakta duruyor. Bunca geçen yıla meydan okuyarak “Ben, dimdik ayaktayım” diyor. Bunların yanı sıra Yazlık Hakan Sineması, Yıldız Sineması da tarihe karışmış… Yanlış hatırlamıyorsam bir de “Uğur Sineması” vardı… Tabii şimdi öyle bir isim kalmamış.
“Yeni Sinema”nın karşısında Şalgamcı Halo vardı. Tablalarda evde yaptığı şalgamı satardı. O yıllarda Kadirli’nin en meşhur şalgamcısı idi. Halo’nun arkası Yazlık Melek Sineması idi. Tabii bu arada sırtlarında taşıdıkları kavisli yuvarlak biçimde olan, adını bilmediğim bir kazanla haşlama satanları unutmamak gerek. Ellerindeki tasları birbirine vurarak “Haşlamaaaaa!” dediklerini hiç unutmam. Hatta Cuma günü bir hayırseverin parasını ödeyip, bedava dağıtılmasına çocuk olarak çok sevinirdim. Satıcının “Sebil, sebiiiil!” diye bağırmasını duyunca hemen koşar bardak bardak içerdik. Yeri gelmişken bir de “Kemunnu” satanlar olurdu. Nohutu haşlayıp, üzerine kimyon döküp fincan ile ölçüp bir kâğıt kese içinde döküp satarlardı. Bunların hiç birini bulamadım. Yıkılmış ve yerlerine büyük alış veriş merkezleri yapılmış.
50 yıl önceki Kadirli’yi bulamamıştım. Caddeler artmış, insanlar çoğalmış, binaların çehresi değişmiş.
Uzun Çarşı’da bulunan Çamlı Kahve bile durmasına rağmen tanınmaz hale gelmiş. Ortasında bir havuz ve havuzun yanında büyük bir çam ağacı vardı. Bu çam ağacından dolayı adına Çamlı Kahve denmişti. Tabii bu çam ağacının da yerinde yeller esiyordu. Havuzu dahi görememiştim.
Çamlı Kahve’nin sağında Ara Çayhaneler denen “T harfi” biçiminde yan yana yüzlerce küçük çay ocaklarından kurulmuş bir sokak var. Bereket burası hala aynı özelliğini korumuş. Tabii ki zaman içinde burası da değişimden nasibini almış.
O gece burada Galasaray-Fenerbahçe maçını izleme fırsatım oldu. Ara sokağa dev ekranlar kurulmuş. Sandalyeler atılmış. Müthiş bir kalabalık var. Ben kafamdan yaptığım hesaba göre en az 3 bin kişi var. Fakat yeğenim Namık 4 binden az değil deyince şaşırmıştım. Şaşkınlığım maç başlayınca daha da arttı. Çünkü biraz sonra kendimi Şükrü Saraçoğlu Stadında zannetmiştim. Binlerce taraftar kendi takımı lehine tezahüratlar yapıyor, alkışlıyor ve bağırıyorlardı. Hakemin birçok kararına, futbolcuların sert girişlerine tepkiler en üst derecedeydi. Küfürler havada uçuşuyordu. Hem de ne küfürler… Gün yüzü görmemiş küfürler…
Biraz sonra Galatasaray gol atıyor. Tüm Galatasaraylılar ayakta. Alkışlar, bağırışmalar… Fenerliler sessiz… Çok geçmiyor. 5 dakika sonra golü Fener atıyor. Bu sefer Galatasaraylılar sessiz kalırken Fenerliler yırtıyor ortalığı…
Ertesi gün, Osmaniye Yolu üzerinde sucuk ekmek yapan akrabam Oğuzhan Yozcu’yu buluyorum. O da yıllardır burada bu işi yapıyor.
Sucuk Ekmek Kadirli’nin meşhur bir yemek çeşididir. Yörede “İriçkil” denen sucuğu bir tahtada ezerek kıvamına getiriyorlar. Ateş üzerindeki bir saca atıp pişiriyorlar. Yarım ekmeği de üzerine koyup ısıtıyorlar. Pişince sucuğu yağladıkları ekmeğin arasına koyup içine sumaklı soğan koyarak şalgam suyu eşliğinde afiyetle yiyorlar.
Akrabam olan Oğuzhan “Emmioğlu Kadirli’ye gelmişsen sucuk ekmek yemeden olmaz. Eğer sucuk ekmek yemezsen Kadirli’ye geldim demeyeceksin” diyor. Tabii ben teşekkür ederek yiyemeyeceğimi söylüyorum. Diğer kardeşlerini de telefonla arayıp gelmelerini istiyor. Biraz sonra akrabalar olarak güzel bir sohbete başlıyoruz.
Andırın Caddesi’ni de anlatmadan edemeyeceğim: Bu Cadde, bir bakıma özelliğini çok fazla kaybetmemiş. Sağlı sollu dükkanlar, marketler ve lokantalarla dolu idi. Hala aynı şekilde kendini korumuş.
Sadece Yıldız Sineması gözlerini hayata yummuş. O yıllarda Andırın Caddesi’nin şehirden Andırın’a doğru giden yolun hemen başında köşede İmparator Çay Evi vardı. Bina olarak duruyor fakat başka amaçla kullanılıyor. O dönemde, gençlerin uğrak yeri olan bu çay evi Kadirli’de oldukça meşhur idi. Öğrendiğim kadarıyla bu çay evinin anıları bir kitap haline getirilmiş.
O zamanlar Kadirli’nin belki de tek oteli olan Andırın Oteli de bu cadde üzerinde idi. Önünden geçmeme rağmen, tabelasını göremedim. Belki de dikkatlerimden kaçmıştır. Hala durup durmadığını çözemedim çünkü.
Şehirden son gün ayılırken, minibüs şirketinin önünde Kadirli’nin iki emektarını görüyorum. Biri ayağında terlik ve şalvarı, başında yağlığı, elinde demli çay bardağı ile burada motorlu aracında marul, sebze satan ve geçimini bununla sağlayan bir bayan ve çocukluğumdan beri hep terminalde “Osmaniye-Adana” diye bağıran Sivri’yi görüyorum. Zayıf, esmer, uzun boylu ve sivri bir yüze sahip olduğundan herkes ona “Sivri” diyor. Onu Kadirli’de tanımayan yok. Sürekli bağırıyor: “Adana-Adana-dana-dana-dana…” Elinde valizi veya çantası olan birini görünce hemen yanına koşarak “Adana mı ağabey?” diyerek çantaya sarılıyor ve onu hemen bilet almaya götürüyor…
Bunlarla hatıra fotoğrafı çekmeden olmaz diyorum. Ayaküstü biraz konuşuyoruz. Gazetede köşeyazıları yazdığımı söyleyince Sivri: “45 yıldır bu işi yapıyorum. Bizim yaptığımız simsarlık. Yolcularımızı alıp otobüse veya minibüse yerleştiriyoruz. Güvenli bir şekilde Adana’ya yolcu ediyoruz” diyor.
Demek ki şimdi sıra bizde idi. Sivri kısa bir muhabbetten sonra “Adana yolcusu kalmasın” diye bağırıyor. Bizler de minibüse binerek Kadirli’yi yine hayallerimizde sevgiyle terk ediyoruz…
Çocukluğumun, rüyalarımın Kadirli’si seni çok seviyorum. Umarım bir daha bu kadar ayrı kalmayız…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.