- 711 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İHTİYAR
Sabah, yaşlılar için çok uzundu. Ömürleri gibi. Gün erken göçerdi yaşadıkları topraklardan bu mevsimde. Soğuk ise kendini iyice gösterdiğinde evin ısınma sorunları gün yüzüne çıkardı. Her şey bu aylarda zorlaşmaya başlardı. Fadime Teyze’nin de apartmanda yaşama fikri bu dönemde daha belirgin bir hal alırdı.
Çocukları kendilerini göçmen kuşları gibi çoktan terk etmişlerdi. Göçmen kuşların dönüşü gibi onların da dönüşü iki mevsim kadardı. Yine müteahhitler Fadime Teyzeyi yokluyorlardı. Onun bu sıkıntılarını bildiklerinden belki ikna ederiz de oda Hüsnü Amcayı diye. Ama Fadime Teyze ne kadar istese de Hüsnü Amcayı -bir dönüme yakın evi ve arsasını- satmaya ikna edememişti. Etrafları beton bloklarla dolmuştu. Tüm müteahhitler gözünü buraya dikmişti. Lakin Hüsnü Amca çok inatçı ve geçmiş değerlerine önem veren birisi olduğundan yanına bile yaklaşılamıyordu. Ama Fadime Teyze öyle miydi? Evin kiri pası ve ısınma sorunları derken canına tak etmişti her şey. O, artık ısınma ve temizlik sorunu olmayan bir eve çıkmak, yaşlılık dönemini rahat içinde geçirmek istiyordu.
Hüsnü Amca yine bahçenin bir köşesinde ertesi gün pazara götüreceği lahana ve pırasaları; bir marangozun tahtasına verdiği biçim gibi şekillendiriyor ama yapraklarının da ziyan olmasını istemiyordu. Ne de olsa alıcı önce şekline bakıyordu. Bu nedenle gördüğü güzel olsun alanı çok olsun ve pazarda akşama kalmadan malları bitsin diye sadece düzeltme rendesiyle dokunarak biçimlendiriyor ve temizliyordu.
Güneş, henüz gök kubbenin bu yüzünde rengini göstermiyordu. Soğuk iyice kendini hissettirirken elinden keskisi düştü. Hüsnü Amca hafifçe belini dikleştirerek olduğu yerden şöyle bir doğruldu. Sağına soluna baktı. Sakalını sıvazladı. Komşularının binası karşısında öylece duruyordu. Kutu gibiydi. Onu çevreleyen tüm binalar tornadan çıkmış gibi birbirine benziyordu. Gökyüzünde yıldızlara ulaşmak için adeta yarışıyorlardı. Daha önceki ev sahiplerini yani toprak sahiplerinin çoğunu tanıyordu. Birçoğu ölmüştü. Kalanlarla da arada sırada uğradığı eski kahvehanede görüşebiliyordu. Aklından akranı Murteza geçti. Tam karşısındaki binaların yerinde onun toprakları vardı. Şimdi ise birkaç beton bloktan başka bir şey yoktu. Murteza artık evden çıkacak durumda değildi. Arada bir onu ziyarete gidiyordu.
Keskiyi alarak kaldığı yerden satabileceğini düşündüğü ürünlerini düzeltip onları nazik şekilde tasnif ederek yan yana koyma¬ya devam etti. Yeteri kadar kestiğini düşündüğünden olacak ki bir süre sonra hazırlıklarını bırakıp bahçe köşesinde kendi emeği küçük kulübeye gitti. Üzerindeki tulumu soyunarak, dışarının tozunu, toprağını, kirini pasını orada bırakarak eve girdi.
Fadime Teyze seslendi, “Hayırdır!”
Hüsnü Amca teyzeyi duymadı, mutfağa gitti. Elinde bir bar-dak sıcak su ile babasının ceviz ağacından yaptığı yadigâr koltuğa oturdu. Eşinin söyledikleri halen kulağındaydı. Şöylesine bir bakındı. Fadime Sultanı’nın gözlerinde on numara gözlükle elinde bir tığ iplerle cebelleşiyordu. O anda göz göze geldiler.
Fadime Teyze yine seslendi: “Bey, hayırdır, bugün erkenci-sin!”
“Neye göre erkenciyim, mevsime göre mi, ya da yaşadıklarıma göre mi hanım?”
“Sana da bir şey söylenmiyor, hep benim anlamadığım kelimeleri söylüyorsun. İşi iyice arapsaçına çeviriyorsun.”
“Hanım, senin anladığın ne ki? Örneğin bu evi satmak için çaba sarf etmeni sekteye uğratmam mı?”
“Yok, yok! Diyeceğim odur ki Patos Murteza yine rahatsızlanmış. Oradan geçerken torunu Hüseyin söyledi. Gözüm kesmedi beşinci kata çıkmayı. Hani günde devrildi bir baksan diyecektim.”
Onun aklından da arkadaşına uğrama fikri geçmişti. Hüsnü Amca suyunu bitirdi. Konuşmak istemedi. Mesajı aldı, kalktı. Eliyle koltuğun arkasındaki elma motifli bölümü yokladı. Her kalkışında mutlaka o elma figürünü eliyle yoklardı. Yılların alış-kanlığı ile o dokunuşlar elmayı hep parlattı. Koltuklar birkaç kez tamire gitti ama her defasında geldi. Genelde de koltukların yüzleri değiştirilirdi. İskelet çok sağlamdı. Ona dokunuşu, bir babanın evladının saçlarını okşaması gibiydi.
Tekrar mutfağa yönelerek bardağı tezgâhın üstüne bıraktı. Gözü tereklere ilişti. Onlar da meşe ağacından yapılmıştı. Ve süslemeleriyle mutfağa ayrı bir hava veriyordu. Yine alt taraftaki dantelleri gördü. Şimdi karşıki beton kutularının hangisinde bu el emeği göz nuru vardı... Evinin her köşesi, elleriyle yaptığı eşyalar¬la doluydu. Bu değerleri görmek, onu mutlu ediyordu.
Gardırobun kapısını açtı, altıgen şapkasını aldı. Kaşe palto-sunu da giyerek evden çıktı. Sokağa şapkasız çıkmazdı. Sadece evdeyken takmazdı. Şapka onun için bir giyinme değil, bir simgeydi. Kıyafet Kanununun imzalandığı zaman aralığında doğması ve gençliğe geçişinde babasının ona ilk hediye olarak şapka alması ayrıca unutamadığı anılarından biriydi. Bu duygular içinde çıktı sokağa. Soğuk iyice çökmüş; evlerden kömür kokusu değil, sis gibi bir bulut kümesi yükseliyordu. Arkasına döndüğünde evinin bacasından kara bulutlar yükseliyordu. Murteza Dayı’nın kapısının önüne geldiğinde dermanının kalmadığını hissetti. Acaba bu kadar katı çıkabilecek miydi? Biraz soluklandı. Kararını verdi, zile bastı. Çok geçmeden kapı açıldı. Kapı açıldıktan bir hayli sonra megafondan “Kim o?” diye bir ses duyuldu. İçinden “Yani…” dedi. Asansörü yoktu. Yavaş yavaş merdivenleri tırman¬maya başladı. İçinden “Kötü bir şey olmasa…” dedi, katları çıkarken. Murteza ile olan anıları depreşti. Her bir katta on yıllık süreci film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Haylazlıklarını, hayallerini, hep hayret ettikleri okyanus ötesi ülkeleri ve o engin suları, meraklı hallerini…
Hiç farkına varmadan adımlar atılmış birinci kata çıkılmıştı. Her kat arası on beş badaldan oluşuyordu. O arada ilkokul sondaki bir anısına döndü. Okulun çevresi iki metre yüksekliğin-deki duvarlarla çevriliydi. O zaman gözünde çıkılmaz bir engeldi. Duvarlara bir dağcı edasıyla tırmanmayı Murteza’dan öğrenmişti. Daha atletik olduğu için duvarları aşmak onlara vız gelirdi.
Bu kez ikinci kat merdivenlerinin yarısına geldi. Pervazından tuttu ve arkasına baktı. Daha bir kat gitmişti ve işin zoru, daha yukarıdaydı. Ortaokul sona gelmişlerdi. Okul çok uzaktaydı ama yaya gidip gelirlerdi. O yol onlar için bazen bir yarışma pisti bazen de haylazlıkların her türlüsünün yaşama geçirildiği bir saha gibiydi. Ve ayak parmaklarının kazaya uğraması tam da o seneye denk gelmişti.
…
Üçüncü katın orta yerinde oturdu. Dermanı iyice gitmiş yıllar yılları kovalamış enerjini alıp götürmüştü. Lisedeydi. Murteza için çalışma vakti kendisi için ise hayalleri daha diri ve gelecek güzel günler kokuyordu. Murteza’yla o mahalleden ayrılışı o yıllardaydı. Karışık zamanlardı. Kavgaların liselere sıçradığı ve kendi için bir yol ayrımının da olduğu o zaman, liseyi zor bela bitirmişti. Ama çevresinde insanlar semti teker teker terk etmişti; az sayıda insan kalmıştı. Kimi çalışmak için kimiyse başka nedenlerle ayrılmışlardı. O ise halen aynı noktada, aynı evde, yani bıraktıkları yerde duruyordu. Nefes almakta zorlanıyor, bacaklarındaki sızı onu aşağıya doğru çekiyordu. Son badalı da aştı. Ne çok yorulmuştu! Sanki bir ömür geçti, gitti. Biraz soluklandı. Ve artık tepe noktaya geldi. Karşılayan yoktu ama kapı, ardına kadar açıktı. Misafir kabul edilmişti. Ayakkabılarını, güç bela çıkardı. Evini düşündü ne güzeldi. Yorulmadan, ayaküstü girilen bir barınağının olması yüzünü gülümsetti.
Murteza tekerlekli sandalyeye bağlıydı. Onun için ise bu ev bir hapishaneden başka bir şey değildi. Hoşbeşten sonra “Ben hiç iyi değilim Hüsnü ama sen iyi görünüyorsun.” dedi.
“Ne sen söyle, ne ben diyeyim Murteza.”
“Hüsnü, bu yaşta çalışıyorsun; seni kutluyorum. Toprak seni iyileştiriyor. Biz ne zaman topraktan koptuk, hayattan da kopma¬ya başladık. Ya sen öyle misin? Biz düzene uyduk, uydurulduk; belki senin deyişinle kandırıldık. Zamanın ruhu bizi teslim aldı. Pahalı ama ucuz şeylerin hesabını yaptık. Belki bizimki aylaklıktı. Toprağa yabancılaştık bununla. Kutu gibi evlere mi teslim olduk yoksa onun yanında verilen promosyon katlara mı kandık bilmiyorum artık! Katlandığımız şey, o an yaşayamadığımız şeyler diye önümüzde dururken şimdi yaşlandığımızda beşinci katta asılı kaldık işte.” dedi yılların yorgunluğu üzerinde.
“Çok dertlisin Murteza; buraya bağımlılık, sana düşünme fırsatı yaratmış.” dedikten sonra sağ başparmağı çorabın içinden firar edişini görünce diğer ayağının altına aldı göze çarpmasın diye.
“Ah Hüsnü, ah… Ben hep düşünceliydim. Ama senin gibi bildiklerim değil, başkalarının bildikleri şeyler beni teslim aldı. Kuşatmayı kıramadım. Ailede de çevrede de bir başına kaldım. Ya ayrılık yaşayacaktım ya da aykırılık. Ben aykırılığı seçemedim be arkadaşım! Sen ki hâlen çalışıyorsun; bir ağaç gibi köklerin toprağın derinliklerinde. Her şeyi oradan alıyorsun. Biz ise işte böyle… Şimdi toprakla uğraşmak, ondan olmak, ona dönmek, onunla harmanlanmak, uyum sağlamak.”
Hüsnü Amca uzunca baktı çocukluk arkadaşına. Onda çocukluğunu aradı, belki biraz da saflığını. O zamanlar şehrin çok dışındaydı bu topraklar. Sonsuz bir uzaklık vardı şehirle aralarında. Mavi ve yeşil hep daha güzeldi ve onları mutlu ederdi. Murteza’nın bir sözü düştü aklına, onunla paylaşmak istedi. “Hatırlıyor musun? Şu ilerideki binaların yerinde Ali Amcanın Asma Bahçeleri vardı. Oradan karşı dağlara bakar, şöyle der¬din: “Doğa hep böyle yeşil mi olacak?” Ben de sana “Neden yeşil olmasın ki? Doğa kusursuz işliyor kendi döngüsünde. Öyle olacaktır.” demiştim. Sen de “Hayır, hayır Hüsnü! Biz insanların hırsları, yeşili bırakmayacaktır.” demiştin. Ben de bu kadar ağaç nasıl yok edilir ki?” demiştim. Bugün anladım ki doğa alabildiğince hızla yok ediliyor ve bizler, seyircisi kaldığımız gibi bazen bu yok oluşa katkıda da bulunuyoruz.”
Murteza Amca, gözlerini Hüsnü Dayı’dan kaçırdı. Kederi gözlerinden akıyordu. Buradan anladığı, kalkma vaktinin geldiğiydi.
“Hüsnü biliyor musun, sana bir şey diyeceğim. Yıllardır içim-de tuttum. Biz gittik, geldik baba topraklarına. Ya sen? Hep burada kaldın. Kol kanat gerdin bu topraklara. Biz ise başka topraklarda başkalarının kolu kanadı altında geçirdik bütün ömrümüzü. Yaşamı üretim içinde ve onunla sevmek, ayaklarını bastığın yeri tanımak ve gücünü oradan almak, başka bir şey. Aslında yaşamın sırrına, yaşayarak ve yaşlanarak orada eriyorsun. Bizlere doğduğumuz yerler dar geldi. Doymak için yeni yerler, topraklar aradık yıllarca. Ama ne oldu? Yine başa döndük. Bütün her şey bu beton bloklar için miydi? Doğduğumuz yerle doyduğumuz yer içinde ya çektiklerimiz. Bunları anlatmak bile istemiyorum sana şimdi.” dedi ve eliyle arkadaşının elini sıktı. “Ayağındaki eksik parmaklar mı seni eksik yaptı ya da benim ruhumun derinlikte burada sevdiklerimle olamamak mı?” diyerek elini bıraktı.
Hüsnü Amca, Murteza Dayının omzuna dokundu. Ev sıcaktı, sohbet ateş gibi. Akşam iyice karanlığa büründü. Geldiği yoldan geri döndü. Arkasına bakamadı. Sokağa çıktı. Köpek sesleri, ortamın sessizliğini boğuyordu. Sis iyice yere çökmüş sokak lambaları mum gibi dibini aydınlatıyordu ancak. Zar zor attı kendini eve.
Gece çok soğuk geçti. Kömürü tutuşturmak için geçen gün pazardan getirdiği son tahta kasalarını yaktı. Gece uzun, gündüz kısaydı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.