- 615 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ŞEHRİN KUCAKLADIĞI GENÇLER
Köy çok kalabalıktı. Herkes, işinde gücünde çalışıp duruyordu. Köyde arazinin kıt kanaat olması, köy halkına gurbetlik hayatı yaşatıyordu. Köy halkı, altı ay şehirde çalışır, kışın da kazandıkları paraları harcardı. Bütün zorluklarla boğuşur ve mücadele ederdi. Yanaklarından mutluluk eksik olmazdı insanların.
Köylüler, kışın köy odalarına toplanırlar, gece yarısına kadar sohbet ederler ve geleneksel oyunlar oynarlardı. Onlar, dar gelirliydi ama çok mutluydular. Kışları köyün nüfusu daha da kalabalıklaşır, camiler ve köy odaları dolar taşardı. Hoca mektepleri de dolar taşardı. Halk kısa sûreleri, ilmihal bilgilerini bu mekteplerde okur ve öğrenirdi. Neredeyse kışın köyün nüfusu belediyelik olma durumuna yaklaşmıştı. O zamanlar, bir yerin belediyelik olması için iki bin nüfus şartı aranıyordu. Bu güzide dağlık köyümüz, belediyelik hayalini kıl payı kaçırmıştı…
Yazları durum tam tersineydi, herkes çalışıp para kazanmak, evini el âleme muhtaç kılmadan geçindirmek için gurbetin yollarını tutardı. Gurbetlik zordu. Büyük, küçük, kadın, kız, erkek ve herkes için zordu. Bu yüzden yazılmamış mıdır gurbet türküleri, ozanlar dertli sesleriyle gurbetçilerin çilelerini sazlarıyla dile getirirler. Bu bitmeyen ama tatlı bir çiledir. Köyde herkes birbirine güvenir; malını melalını, ırz ve namusunu kısaca her şeyini birbirlerine emanet ederlerdi. Zaten bu güven her daim vardı, küçücük yurtlarında köylünün.
Kocaman kocaman şehirler vardı uzaklarda. Bu şehirlerle tanışmayan yüzlerce binlerce genç vardı. Şehirler kucağını açmış, Anadolu’nun saf ve temiz gençlerini bekliyordu. Aslına bakarsanız, şehir de yorgundu hem de çok yorgundu. Her gelene kucağını açıyor, kimseyi reddetmiyordu. Çünkü kaderi öyleydi. Haydudu, hırsızı, kaçakçısı, densizi donsuzu ve mafyası aklına gelebilecek bütün kötülükleri yapan insanlar, şehri biri sığınak yeri edinmişlerdi. Para elde etmek onlar için şehirde daha kolaydı. Çalışmadan kazanmak, hile yapmak, tuzak kurmak, çalmak, çırpmak ve aklınıza hangi düzenbazlık gelirse hepsi bunlarda vardı. Onlar da şehrin bir parçasıydı. İşte şehrin bu gibilerden canı yanıyor, ağlıyor ve sızlıyordu ama derdini kimseye anlatamıyordu. Adeta dert küpüydü koca şehir. Dağı taşı altın ya herkes altın toplamak için şehre iniyordu. Neler kaybedeceklerini düşünmeden; onlarca, yüzlerce binlerce, yüz binlerce ve milyonlarca genç, her geçen gün şehre akın ediyordu. Sel sularının hırçın aktığı gibi şehre akıyorlardı, yurdun dört bir köşesinden. Şehirde iş, aş ve para vardı. Aklınıza gelebilen güzellikler de mevcuttu şehirde. Ama onları bulmak emek isterdi, çile isterdi…
Şehir susamıştı; namuslu, doğru, dürüst ve adaletli gençlere. Onların eksikliğini her dem çekip duruyordu. Gençleri bekliyordu. Nöbet tutardı, geceleri ve gündüzleri ne zaman gelecekler diye…
Sel gibi coşuyordu şehre gelebilmek için insanlar. İstanbul da bu göçten en çok nasibini alandı. Erdemli, saf ve temiz insanları bekleyen şehirlerin başında İstanbul geliyordu. Hani şu dağı ve taşı altın olan İstanbul. Anadolu’dan akın akın göç başlamıştı şehirlere. İnsanlar, kendilerine şehre atabilmek için köy ve kasabaları tek tek boşaltıyorlardı. Köyler, öksüz kalıyordu bazı zamanlarda. Ali, İhsan, Ahmet, Mehmet ve Veysel de gurbetin yolunu tutmak isteyen gençlerden sadece birkaç tanesiydi. Şehir insan gibiydi, bazen ağlar, bazen de gülerdi. Umulmadık zamanlarda gözyaşı döker, ağladığını ve üzüldüğünü etrafındakilere hissettirmezdi. Bazen de kahkahalarla gülerdi…
Köylerinde dürüstlüğü ile meşhur olan geçler, istedikleri saygıyı yaşadıkları köyde fazlalısıyla görürlerdi. Yalan semtlerine uğramazdı. Namazlarını kılarlar, oruçlarını huşu içinde tutarlardı. Kimsenin malında ve mülkünde gözleri yoktu. Emanete ihanet etmezlerdi. Hırsızlık diye bir canavar onlara yaklaşamazdı. Dağı taşı altın olan İstanbul bu beş Anadolu çocuğuna şefkatli yüzünü gösterecek mi yoksa korkusuz gecelerinde sabahlayan berduşların arasına mı katacaktı? Bu gençler, ilk defa gidiyorlardı büyük, kocaman, ucu bucağı görünmeyen şehre…
Ali uzun boylu, zayıf yağız bir delikanlıdır. Hasan ise orta boylu hafifçe kilolu cesur bir delikanlıdır. Veysel kilolu ve boyu da kısadır. Ahmet ve Mehmet gelince ikisi de orta boylu sempatik gençlerdi. Hepsinin yüzü de umut doluydu. Kanları cıvıl cıvıldı, istikbal kokan gençlerdi. Beş Anadolu çocuğunun yaşam öyküsü İstanbul’a göç eden, saf arı Anadolu gençlerinin tam da anlatıldığı öyküdür. İlk defa bir şehre gitmek… En büyüğünün yaşı yirmi beştir, diğerleri yirmisinden yirmi beşine kadardır. Hepsi de umut yüklü, istikbâl vadeden gençlerdir…
Ali ile arkadaşları, salı günü Ali’nin evinde toplanarak gelecek için hayal kurarlar. Artık şehre gitme zamanı gelmiştir. Köyde iş yok, iş yeri yoktu. Tarımla uğraşsalar, tarlalar yetmiş iki bölüğe ayrılmıştı. Bu bölüklerden kendilerine bir evlek mi iki evlek mi düşer bilinmezdi. Bu da karın doyuracağa benzemiyordu. Bu gençlerin hepsi de evlidir. Bu evin geçiminin sağlanması gerekiyordu. Çoluk çocuk ev geçindirme kolay olmasa gerek.
Ali toplantıda:
-Arkadaşlar! Çarşamba günü ilçeye gidip hepimiz adına otobüs biletlerini alacağım. Cuma günü akşam saatlerinde başlayan yolculuğumuz, Cumartesi sabahı inşallah İstanbul otogarında sonlandırırız. Dedi.
Mehmet:
-Ali abi bu kadar çabuk mu? Biraz daha geç gitseydik. Ben yeni evliyim.” Dedi.
Ali ise:
-Mehmet’im yolcu yolunda gerek, zaman kaybına tahammülümüz yok.” Diye karşılık verdi.
Bu arada Hasan söze dalar:
-O zaman ben, anne babama söyleyeyim, harçlığımı yatak ve yorganımı hazırlatayım.” Dedi.
Veysel:
-Vay anasını be! Hiç ayrılmadığımız köyden ayrılma vakti geldi ha! Ne yapalım kadere boyun eğeceğiz.” Dedi.
Ahmet heyecanlı bir şekilde:
-Arkadaşlar yiyecek, içecek alacak mıyız? Ne götüreceğiz yanımızda? Diye sordu.
Ali:
-Bakın arkadaşlar! Bir yatak ve yorgandan başka bir şey götüremeyiz. Kalacak yerimiz yok. Nerde yatıp kalkacağımız bile belli değil. Akrabalarımız yok ki onlarda kalalım. Anlaştık de mi? Herkes Cuma gününe kadar; eşi dostu, anne, baba ve kardeşleriyle vedalaşsın. Vakit ayrılık vaktidir.” Dedi.
Geç vakitte evlerine dönen gençleri, heyecanın dışında endişe de kaplamıştır saf yüreklerini. Köylerindeki dostluklar, arkadaşlıklar, oyun ve eğlenceler, şakalar hep yatakta uyumadan akıllarına geldi durdu… Eşlerinden, çocuklarından ve anne babalarından ayrılmak kolay mıydı acaba? Köyde son üç günlerini çok iyi değerlendirmeleri gerekiyordu. Zaten pek birbirlerinden ayrılmazlardı. Onlar bir zincirin halkaları gibiydiler. Cami cemaatini bırakmayan bu gençler, abdestsiz gezmezlerdi. Oruçlarını bırakmazlar, nerde yardıma ihtiyacı olan biri varsa koşarlardı yardımlarına. Elli altmış yaşlarındaki insanların olgunluklarını gösterirlerdi gencecik yaşlarında. Yürekleri, sevgi yüklü bulutlar gibiydi. İhtiyaç sahiplerine iyilik yapmak için kanatlarını açıp koşarlardı…
Çarşamba sabahı, Ali şehre gidip İstanbul biletlerini aldı. Köye döndüğünde biletleri arkadaşlarına tek tek teslim etti. O gün ilkönce köy mezarlığını ziyaret eden gençler, geçmişleri için Yasinler, Fatihalar ve İhlası Şerifler okuyarak dua ettiler. Perşembe günü köylerindeki hasta ve yaşlılara ziyarette bulundular, onların hayır dualarını aldılar ve ellerini öptüler.
Yaşlı Ayşe Teyze:
-Yavrum yolunuz açık olsun. Allah tuttuğunuzu altın etsin.” Diye hayır duada bulundu. Bekir Amca da buna benzer dualarda bulundu. Akşamları evlerine dönen geçler, eşlerinin ve annelerin hazırlamış olduğu o leziz yemekleri yediler. Endişe yüklü düşüncelerle yataklarına doğru yol aldılar. O gece çok uzundu, adeta sabah olamayacaktı. Uyku tünek kalmamıştı, gözleri kan çanağına dönmüştü. Uyku gelir miydi? Çünkü yüreklerini ayrılık sancısı sarmıştı…
Cuma günü sabah erkenden kalkan gençler, “Essalat-ü Hayrrunminnevm” namaz uykudan hayırlıdır sözüyle kendilerini cami avlusunda buldular. Sabah namazını cemaatle kıldılar. Evlerine dönen geçler, kahvaltıdan sonra yolculuk hazırlıklarını başladılar. Cuma namazı Müslümanlara farz olan bir namazdı. Bu namaz için Kur’an’da Cuma suresi mevcuttu. Cuma suresinin ayetleri okundu. Kalabalık cemaati, ancak Cuma namazında bir ara arada bulabilirlerdi. Cuma namazından sonra cemaatle vedalaşan gençler, evlerine geldiler. Evlerini, yavrularını, eşlerini, anne ve babalarını son kez görüp koklayarak ve kucaklayarak vedalaştılar.
Vakit ayrılık vaktidir. Cuma günü öğleden sonra köyden Haşim Efendi’nin traktörüne yatak ve yorganlarını atan gençler, ilçenin yolunu tuttular. Otobüs bagajına yatak ve yorganlarını yerleştiren gençler, yolculuğa akşam saat altıda başladılar. Günün yorgunluğunu derin bir uyku çekerek atlatmaya çalıştılar. Otobüste muavinin servis getirmesiyle uyanabildiler. Önlerine gelen çayları yudumlayıp keklerini yediler. Gece yarısı otobüs yarım saatlik mola vermişti. Gençler ilkönce tuvalete gittiler, çıkışlarında ufak kulübede bekleyen şapkalı uzun yüzlü adam gençlerden tuvalet parası istedi. Ömürlerinde hiç tuvalete parası vermeyen gençler, bu duruma şaşırdılar.
Ali kendi kendine:
-Allah Allah! Bu tuvalet parası da ne?” diye söylenerek parasını verdi.
Diğer gençler de aynı duyguları yaşadılar. Sabah ışımaya başlamıştı. Otobüste İstanbul’a ilk adımı atmıştı. İlkönce Harem Otogarına uğrayan otobüs, ikinci ve son durağı olan Topkapı Otogarına ulaştı. Gençler meydanda indiler, bagajdan yatak ve yorganlarını aldılar. Şimdi acaba buradan Zeytinburnu’na nasıl gideceklerdi? Orada bulunan terminal görevlisine Ali:
-Abi Zeytinburnu’na nasıl gideriz?” Diye sordu.
Terminal görevlisi:
-Bakın kardeşim! İster minibüsle gidin, ister yürüyerek. Gideceğiniz yer o kadar da uzak değil.” Dedi.
Gençler bir köşeye oturup düşünmeye baladılar. Taksi o kadar bagajı alamazdı. Hepsinin de yatak ve yorganları vardı. Dolmuşa binelim diye karar verdiler. Dolmuşa yaklaştıklarında şoför:
-Hoop efendim! O kadar bagaj da ne? Bagaj eşyalarının her birinden para alırım.” dedi.
Gençler, çaresizlik ve mahcubiyet içinde dolmuşa binip Zeytinburnu yolunu tuttular.
Şoför:
-Abi nerde ineceksiniz?” Dedi.
Ali:
-Dikilitaş’ta” cevabını verdi.
On dakika sonra Şoför:
-Abi burası Dikilitaş inebilirsiniz.” Dedi.
Gençler indiler minibüsten bir bir. Oradaki durakta oturan yaşlı hanımefendiye:
-Batı Trakya Cami nerede efendim?” Diye sordular.
Yaşlı bayan:
-Şu caddeyi takip edin, cadde boyu on dakika yürürseniz oraya ulaşırsınız.” dedi.
Gençler sırtladıkları yatak ve yorganla cadde boyu yola dizilip batı Trakya Camine doğru yol aldılar. Camiye ulaştıklarında caminin şadırvanına oturup terlerini şöyle bir sildiler. Sonra yıkadıkları yüzlerini mendille sildiler. Orada bir müddet oturduktan sonra Şaban’ın Kahve’ye doğru yol aldılar. Şaban’ın Kahve işçilerin kaldığı, çaylarını içip sohbet ettikleri gurbetçilerin mekânıydı. Kahveye ulaştıklarında köylülerini gördüler. Hoş beşten sonra sohbet koyulaştı. Gurbetçiler onlara sahip çıktılar. Aslına bakılırsa hepsi de garibandı. Evi barkı olmayan, inşaat köşelerinde yatan gençlerdi. İnşaatın bodrum katı Anadolu’dan gelen gurbetçi işçilerin mekânıydı. Havaları, suları ve nefesleriydi. Alın teriyle kazanılan para en değerli kazançtı. Artık onlar İstanbul’un birer neferleriydi.
Gençler, işe başladılar. Aşk ve zevkle çalışıyorlardı. Günler, haftalar ve aylar çok çabuk geçiyordu. Artık başlarını sokacak mekânları ve çalıştıkları bir iş vardı. Kazandıklarından köyde yaşayan çocuklarına geçimlerini sağlamak için para gönderiyorlardı. Diğer taraftan da bir kenara para biriktiriyorlardı. Kış oldu mu köylerine dönüyorlar, yazları yine İstanbul’da çalışmaya devam ediyorlardı. Bu yıllarca böyle devam etti…
İnşaatta çalışan gurbetçi gençler, gündüz vakti sabah kahvaltılarını yaparlar ve oradan ayrılırlardı. Öğle oldu mu tekrar yattıkları bodrum kata dönerek öğle yemeklerini yerlerdi. Yemekten sonra tekrar oradan ayrılarak akşama kadar çalışırlardı, sonra yattıkları yere dönerlerdi. Yemeklerini yiyip, çaylarını yudumladıktan sonra sohbet ederler ve yorgunluğun arkasından derin bir uykuya dalarlardı, sabah erken kalkabilmek ve çalışabilmek için. İnşaat işçileri kumanya hesabı tutardı. Sırasıyla yemek pişirirler ve bulaşık yıkarlardı. Hiç haksızlık yapmadan, erinmeden bu görevlerini yerine getirirlerdi.
Bir gün akşama kadar çalışıp yorulmuşlardı Akşam yattıkları inşaatın bodrum katına geldiklerinde eşyalarının karıştırıldığını ve paralarının çalındığını gördüler. O kadar alın teri, el emeği bir çırpıda çalınmıştı. Çocuklarının rızıkları uçup gitmişti. Sokaklar, dilencilerle ve vurguncularla doluydu. Yalan söyleyenler ve insan emeği çalanlar, kol geziyordu şehrin sokaklarında. Tinerciler, uyuşturucu müptelaları ve çocuk tacirleri ve aklınıza gelen ne kadar olumsuz davranış sergileyenler varsa şehrin her köşesine yuva yapmışlardı. Şehir, kendine gelenlere gelme diyemiyordu. Anadolu’nun bağrından kopup gelen herkese şehir kucağını açmıştı…
Gençler, her gün bir zorlukla karşılaşıyordu. Zorlukların ardı arkası kesilmiyordu. Acaba bu koca şehre nasıl tutunacaklardı? Kavga, dövüş, cinayetler eksik olmuyordu. Acaba bu koca şehirde hiç iyi hasletler yok muydu? Elbette vardı. Güzelliklerin diz boyu olduğu evler, sokaklar, semtler ve mahalleler de vardı. Ancak bunların çoğalması, iyiliklerin hâkim olması için şehrin kendine gelen bu gençleri kucaklaması, onlara sımsıkı sarılması gerekiyordu. Şehri güzelleştirenler ve şehrin kötü duruma düşmesine neden olanlar insanlar değil miydi?
Gençler, şehirdeki zorlukları bir bir aşarak tırnaklarıyla tutundukları hayata sımsıkı bağlanıyorlardı. Tabi ki tutunmak hiç de kolay değildi. Bu uğurda telef olanların haddi hesabı yoktu. Gençler köylerindeki güzel ahlakî davranışlarını şehre de taşımışlardı. İbadetlerini yapıyorlar kimsesizlere yardım ediyorlardı…
Yıllar çabuk geçiyordu. Aradan tam on yıl geçmişti ki gençler dişlerinden tırnaklarından artırdıkları paralarla, Esenyurt ilçesinden arsa aldılar. Orası biraz merkeze uzak olduğu için arsa fiyatları uygundu hatta taksitle bile arsa veriyorlardı. Arsa alan gençleri görenler de oradan arsa almaya başladılar. Artık alınana arsalara binalar yapılıyordu. Yapılan binalara Anadolu’nun köylerinden, kasabalarından göçler başlamıştı. Göç aralıksız devam ediyordu. Artık Esenyurt’ta da gençlik ruhu oluşmuştu. Anadolu’nun saf, temiz ve vatansever gençlerine kucağını açan şehir, artık emin ellerdeydi. Şehirde vatanını, milletini seven, dini İslam için çalışan gençler vardı.
Derhal bir dernek kurarak Anadolu’dan şehre göçen gençleri bir çatı altında toplamaya başladılar. Herkesin arabası, evi ve işyeri vardı. Sığınacakları dernekleri vardı. Bir zamanlar çamurda çaylakta kaldıkları yer gitmiş, yerine sıcacık yuvalar gelmişti. Şehirde çocuklarını güzelce okutuyorlar ve onlara İslami değerleri veriyorlardı. Koca şehir artık emin ellerdeydi. Şehri şehir yapan içindeki yaşayanlar değil miydi?
Ali, İhsan, Ahmet, Mehmet ve Veysel şehri emindeydiler. Onlar şehirden bir parçaydılar. Şehrin geleceğini inşa eden de onlar olacaktı. Zamanla Belediyede görev aldılar. Encümen azası seçildiler. Mahalle muhtarı oldular. Şehrin güzelleşmesi için canla başla çalışmaya başladılar. Onlar şehrin, şehir de onların nefesiydi. İnsanlar mutlu olursa şehirler de mutlu olurdu. Acı çekerse içinde yaşayan bütün canlılar acı çekerdi. Çocukların, kuşların, çiçeklerin ve böceklerin mutluluk şarkıları gökyüzünde yankılanıyorsa, o şehir, o vatan ve bütün dünya mutlu ve refah içinde olacaktır…
01.01.2019
Yozgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.